Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –2

  /   5630   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Mali me malin s piqet, njeriu me njerin piqet.
(Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.)

Arnavut atasözü

 

15 Kasım Pazartesi sabahı Frankfurt Havaalanı’ndaydım. Almanya’nın en büyük, Avrupa’nın 3., dünyanın ise 9. büyük havalimanı olan Frankfurt Uluslararası Ren – Main Havaalanı (Frankfurt International Rhein – Main Flughafen)’nda uçuş öncesi gerekli işlemleri de hallettikten sonra, Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya uçacağımız saati beklemeye başladım.

15 KASIM 2010: ALMANYA – SLOVENYA – ARNAVUTLUK

Bütün gece hiç uyumadan havaalanına gelmiştim. Sabaha kadar uyanık kalmış, sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltı niyetine hafiften bir şeyler atıştırıp yola vermiştim.

Dün geceden beri hiç yatmayışımın sebebi uykumun gelmeyişi ya da uçağın hareket saatinin sabah vaktinde olması değil. Ne zaman uçak yolculuğu yapsam, önceki geceyi sabaha kadar hiç uyumadan geçiriyorum; çok uykum gelse bile ayakta kalmak için kendimi zorluyorum. Uçak öğle, ikindi hatta akşam saatinde kalksa dahi aynı şeyi yapıyorum. Bunu, uçakta uykum gelir ve yatarım ümidiyle yapıyorum ama yine de yolculukta gözüme bir damla uyku girmiyor ve her seferinde de, bir önceki gece boşu boşuna ayakta kalmaya çalışıp kendime eziyet ettiğimi anlıyorum. Bu sefer de aynı olacak; yolda uyurum ümidiyle bütün gece uyanık durdum ama Tiran’a varana dek bir dakika bile uyuyamayacağım.

Bunun sebebi, bir türlü yenemediğim uçak korkusu. Uçak korkusu bende öteden beri vardı ama özellikle son yıllarda, ciddî ciddî tedavi edilmesi gereken bir duruma gelmiş. Bir ara soruşturmuştum; Frankfurt’ta Lufthansa firmasının sanırım bu tür yolcular için – hadi “tedavi seansları” demeyeyim de – “kursları” varmış. Fakat ücretliymiş tabiî ki.

Aslında buna “uçak korkusu” yerine “yükseklik korkusu” demek daha doğru olur. Bir apartmanın 5. katının balkonundan bile aşağıya bakamam meselâ. Yoksa uçağın kendisinden niye korkayım ki? Sonuçta o da bir vâsıta. Minibüs gibi “Çiki çiki baba” kasedini çalarak trafikte seyredip gitse hiçbir sorunum olmaz. İyi de olur hani; arada bir mola da verir yolda; çıkar biraz temiz hava alırız. Üstelik daha çok ülke de görürüz o zaman; daha çok notlar tutar, daha çok fotoğraf çekeriz. Böylece gezi yazılarımız da daha uzun sürer. “Bundan daha uzunu mu olur?” diye soracaksınız şimdi haklı olarak. Ne yapayım yani, ülkeler ve coğrafyalar da bu kadar güzel olmasın, benim suçum mu? Yani bir “gezi dosyası” başlatıyoruz, “sosyolojik anekdotlar”a geçene kadar o ülkede üç defa rejim değişikliği oluyor, iki defa da ülkenin sınırları değişiyor.

İsviçre gezisini yayınladığımız zamanlardan hatırlıyorum. Gezinin ilk bölümü yayındayken genç bir okuyucum aramıştı; lise birinci sınıf talebesiydi, henüz 15 yaşındaydı. Birinci bölümü okumuş ve çok etkilenmiş, sınıftaki arkadaşlarına da okutmuş, devamını merakla bekliyorlarmış, öyle diyordu. Çok heyecanlıydı, “İbrahim abi ellerinize sağlık” diyordu. Sonra gezinin 5493. bölümü yayındayken bir daha aradı; yine sevinçli ve çok heyecanlıydı. Kızı doğum mu yapmış ne; “dede” olmuştu, sevinçten uçuyordu. Söylediğine göre “dede” olmak müthiş bir duyguymuş. Allâh analı babalı büyütsün, ne diyeyim? Çabuk büyütün de, bebek de yetişsin, hiç olmazsa son bölümlerini okuyabilsin.

Frankfurt – Ljubljana – Tiran seferini Slovenya şirketi olan “Adria Airways” (Adriyatik Havayolları) uçağıyla yapacağız. Şirket, ismini o coğrafyanın denizi olan Adriyatik Denizi’nden alıyor. Slovenya uçağıyla gideceğimiz için Tiran’a direk gitmiyoruz, Ljubljana üzerinden aktarma yapıyoruz.

Terminaldeki otobüs bizi bineceğimiz uçağın yanına götürdüğünde tam bir şok geçirmiştim. Küçücük bir uçak, nerdeyse bir otobüs kadar! Böyle küçük bir uçağa daha hayatımda binmedim, binemem de! Aman Allâh’ım, ben bu uçağa nasıl bineceğim?! Üstelik hava da kapalı, hem yağmur hem fırtına var!

Velhasıl mecburuz artık! Sanki korkunun ecele faydası varmış gibi, bir elimdeki bilette yazılı koltuk numarasına bir giriş kapısına baka baka çıkıyorum merdivenlerden yukarı. Kapıdaki güleryüzlü hostesler herkesi “Dobrodošli” diyerek karşılıyorlar ama sıra bana gelince “Willkommen” dediler. Onlara Slovence “Hoşgeldin”, bana ise Almanca. Eh, Sloven olmadığımız siyâh saçlarımızdan belli oluyor tabiî ki.

Uçağımız saat 10:30’da havalandı. Topu topu 1 saat 15 dakika sonra Ljubljana’ya ineceğiz ama gel de sen bunu bana anlat! O 75 dakikanın her saniyesi benim için işkence gibi. Bildiğim tüm dûâ ve sûreleri okuyorum; dudaklarım hiç boş durmuyor, dilimde sürekli Qûr’ân, durmadan okuyorum. Hepsini ölmüşlerimin rûhuna göndersem, yedi ceddime yeter de artar bile! Zaten en muvahhid ve muttaki olduğum saatlerdir, uçak yolculuğu yaptığım saatler. Uçakta olduğum zaman benden daha “dini bütün Müslüman” yoktur dünyada. Dûâlarımı öyle bir içten ve hûşû içinde yapıyordum ki, Şeb-i Arus törenlerine katılan devlet büyüklerimize bile takva yönünden beş çekerdi. Pilot ya da erkek hostes olsaydım, yüzde yüz evliyâ olmuştum. İki kere birden “uçardım” yani...

Şimdi diyeceksiniz ki, “Sen nasıl bir insansın? Hem bu kadar geziyorsun, hem de uçaktan korkuyorsun!”. Ne olmuş yani? Sizin ülkenizde de Adalet Bakanlığı yok mu? Siz önce kendinize bakın! Sıfte derzîyê xwere batırmiş bıkın, sonra ji şujınê başkalariyanre sokmiş bıkın!

Yolculuk boyunca aşağıda tuttuğum başımı iki elimin arasına almışım, dûâ okuyorum. Yanımda oturan Hristiyan “kardeşlerimiz”in hepsi bana bakıyor, yanımdakiler arada bir kolumdan ve dizimden tutuyor, beni sakinleştirmek için. Yahu vurmayın be, dokunmayın bana! Sanki dokunduklarında korkum geçiyor, tam tersine kıpırdadığımda daha beter oluyorum. Ne yapsam bilmiyorum ki? Bir dahakine uçağa binmeden önce Ergenekoncular’ın doktorlarına gidip “Kıpırdarsa ölür” raporu mu alsam ne? Kafamı kaldırdığımda ise bazıları bana bakıp el ve baş işaretleriyle “Sakin ol, korkacak birşey yok” anlamında mesajlar gönderiyor. Demesi kolay tabiî! Uçak arada bir sallanmasa, dediklerini yaparım belki de, o sallantılar bitiriyor beni. Türbülans mıymış neymiş adı, bir gün ondan olacak ölümüm zaten! Arada bir başımı tam kaldırıp etrafa bakıyorum. İnsanlar 10 bin metre yüksekte ne kadar rahat böyle yaa?? Mübarekler, sanki otobüs yolculuğu yapıyorlar. Kimi neşeli neşeli sohbet ediyor, kimi gazetesini okuyor. İyisiniz vallâh, başka bir isteğiniz arzunuz var mı? İsterseniz pilottan rica edelim, şöyle damardan bir Orhan Gencebay çaldırsın, yolculukta iyi gelir! Towbe ıstafila towbe, eyba reş fedla gran!

Almanya’nın Hessen eyaletinin Frankfurt şehrinden saat 10:30’da kalkan uçağımız, saat 11:45’te Slovenya’nın başkenti Ljubljana’daki Ljubljana Jožeta Pučnika Havaalanı (Letališče Jožeta Pučnika Ljubljana)’na indi. Burası küçük bir ülke olan Slovenya’nın yegâne uluslararası havaalanı. Bunu önceden bildiğim için büyük bir şey beklemiştim ama, hiç de öyle değil! İki katlı bir bina, etrafında boş bir alan ve o alanda birkaç tane uçaktan başka birşey yok! Bizim Elâzığ’ın havaalanı bile daha görkemli, pekmez çarpsın ki.

Uçaktan iner inmez, bir sonraki kalkış kapısını aramaya başladık. Sadece bir saat kadar bekleyecektik burada; bir nevî indir – bindir için inmişti uçak. Fakat burası Adriyatik Havayolları’nın merkezi; Slovenya’nın dış dünyayla bağlantısını burası sağlıyor.

Terminalin içine girer girmez, hemen şalterdeki görevlilere, Tiran’a gidecek uçağa hangi kapıdan binileceğini soruyoruz. İki katlı binanın üst katındayız. Önümde benim gibi siyâh saçlı biri var, aynı uçaktaydık, Arnavut olduğu görünüşünden belli; o soruyor, ben de görevlinin vereceği cevabı bekliyorum. Görevli aşağı katı işaret ediyor; oraya doğru hareketleniyoruz. Aşağı kata doğru hareketlenirken, önümde yürüyen ve az önce görevliyle konuşan kişi, arkasını dönüp Almanca olarak, “Arnavutluk aşağıya, Arnavutluk aşağıya!.. Zaten nereye gitsek bizi en aşağıya atıyorlar! Dünya insanların dünyası değil ki, domuzların dünyası!” diyor. Yüksek sesle gülüyorum bu sözlere. Zaten o da sırf ben anlayayım diye bunu kasten Almanca olarak söylüyor. Hemen kaynaşıyoruz ve “aşağıya” doğru birlikte iniyoruz.

İyi oldu bu; buraya kadar yalnız gelmiştim; burdan itibaren bir arkadaşım var.

Bir yandan yürürken, bir yandan da tanışıp arkadaş oluyoruz. İsmi, Enzo Saka bu yol arkadaşımın. 44 yaşında. Babası İtalyan, annesi Arnavut. İsmi İtalyan ismi ve kendisi de Hristiyan. Fakat annesi gibi Arnavut olarak büyümüş. Almanya’da yaşıyor; Dortmund şehrinde bir restoranda bulaşıkçılık yapıyormuş. Tam bir gariban yani.

Sohbet ettik, dertleştik. Bendeki makinâyla birlikte fotoğraflar çektirdik. Zavallı Enzo; Tiran’daki yaşlı annesini görmeye gidiyormuş. Günlerce patronuna yalvarmış, “annem yaşlı ve hastadır, uçak biletleri pahalı, biraz fazla izin ver” demiş ama nafile, patrondan ancak üç günlük izin alabilmiş. Bu kadar kısacık bir süre için dünya kadar yol masrafı! Yazık tabiî, acıdım kendisine. Patronuna saydırıyor da saydırıyor. Patronundan bahsederken sanki bir yaban domuzundan bahsediyor.

O’na ilk defa Arnavutluk’a gideceğimi söylüyorum. Seviniyor; “Ülkemiz güzeldir, seveceksin” diyor. Başımla tasdik ediyorum. Sohbet koyulaştıkça O’na Mavi Marmara hadisesini hatırlatıyorum; gemide olduğumu söylüyorum. Şaşırıyor, hayretle bakıyor bana. Sonra soru yağmuruna tutuyor tabiî; soruları art arda sıralıyor: “Size kötü davrandılar mı?”, “İşkence gördünüz mü?”, “Hapishanede yemek verdiler mi?”... Her verdiğim cevapta İsrailliler’e saydırıyor da saydırıyor. İsrail’e saydırırken, patronuna saydırdığı aynı kelimelerle yapıyor bunu. Demek ki Enzo’nun en kötü kelimeleri bunlar.

Enzo önce patronunu sonra İsrail askerlerini sırayla hallettikten sonra kalkıp biraz yürümek istiyoruz. Zaten küçük bir havaalanı, biraz dolaşıp her tarafını görmek istiyoruz.

Başkent Ljubljana’nın 26 km kuzeyinde, Kranj kentinin 7 km güneydoğusunda, Brnik kentinde bulunan ve Slovenya’nın tek uluslararası havalimanı olan Ljubljana Jožeta Pučnika Havaalanı (Letališče Jožeta Pučnika Ljubljana), kısaca Brnik Havaalanı (Letališče Brnik) olarak da anılıyor.

IATA kodu LJU ve ICAO kodu LJLJ olan bu havaalanı, 1963 yılında hizmete açılmış. Havaalanının daha da genişletilmesi ve modernize edilmesi için 2006 yılında başlatılan inşaat çalışmaları halen sürüyor. Ljubljana Jožeta Pučnika Havaalanı yıllık ortalama 40 bin uçuşa ev sahipliği yapmakta, 1 milyon 300 bin civarında yolcuyu uğurlamakta / karşılamaktadır.

Bizi buraya getiren “Adria Airways” (Adriyatik Havayolları), Slovenya’nın ulusal havayolu şirketi olup, Almanca konuşan sadece 4 şehre sefer düzenliyor. Bunlar Frankfurt (Almanya), Münih (Almanya), Viyana (Avusturya) ve Zürih (İsviçre) şehirleridir.

Dünya üzerinde sadece 6 havayolu şirketi Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya uçmaktadır ki bunlardan biri de Türk Hava Yolları (THY)’dır. Ljubljana Jožeta Pučnika Havaalanı’na uçuş gerçekleştiren havayolu şirketleri şunlardır: Türk Hava Yolları (İstanbul Yeşilköy Havaalanı’ndan), Jat Airways (Belgrad Nikola Tesla Havaalanı’ndan), Montenegro Airlines (Podgorica Havaalanı’ndan), ČSA České Aerolinie (Prag Ruzyně Havaalanı’ndan), Régional (Paris Charles de Gaulle Havaalanı’ndan) ve easyJet (Londra Stansted Havaalanı’ndan). Görüldüğü üzere Slovenya’ya Avrupa dışından hiçbir uçuş gerçekleşmemektedir.

Slovenya’nın başkenti Ljubljana’nın benim hayatımda çok ama çok özel bir yeri vardır: Vatandaşı olduğum ülkenin başkentini, yani Ankara’yı saymazsak, Ljubljana, benim dünya üzerinde gördüğüm ilk başkenttir. 1982 yazında arabayla izne gidip gelirken buradan geçmiştik. O tarihten sonra buraya ilk gelişim; aradan – dile kolay – tam 28 sene geçmiş ve ben tekrar Ljubljana’dayım.

Gerçi o tarihte Slovenya diye bir ülke yoktu, Ljubljana da sıradan bir şehirdi. O dönemler kocaman bir Yugoslavya vardı ve bu Yugoslavya’nın başkenti de Belgrad’dı. İşte bu yüzden, Yugoslavya’nın parçalanmasına kadar benim için “dünyada gördüğüm ilk başkent”, hep Belgrad olarak kalmıştı. Ancak Slovenya’nın bağımsızlığını kazandığı 25 Haziran 1991 tarihinden beri “dünyada gördüğüm ilk başkent” artık Belgrad değil, Ljubljana.

“Adını Arayan Coğrafya” kitabında Ljubljana şehrinden şöyle söz edilmektedir: “Slovenya’nın başkenti ‘Ljubljana’, ülkenin tam ortasında, Gorenjsko bölgesindedir. Sava Nehri üzerindeki şehir, Avrupa’daki gurbetçilerimizin karayoluyla Türkiye’ye gelirken yol üzerindedir. Fuar kenti olan Ljubljana, 1320 yılında şehir oldu. 1918 yılına kadar Avusturya şehri idi ve Almanca adı olan ‘Laibach’, o dönemden kalmadır. 1918’de Yugoslavya’ya bağlandı.” (sayfa 122)

“Adını Arayan Coğrafya” kitabında Kranj şehrinden ise şöyle söz edilmektedir: “Ülkenin kuzeyinde, Gorenjsko bölgesinde, Sava Nehri üzerindeki ‘Kranj’ şehrinin Almanca adı ‘Krainburg’dur. Bu da Avrupa’daki gurbetçilerimizin ‘izin yolu’ üzerindedir.” (sayfa 122)

Slovenya’nın başkenti Ljubljana’dan saat 13:15’te havalandık. Frankfurt – Ljubljana arası 1 saat 15 dakika sürmüştü; Ljubljana – Tiran arası ise 1 saat 25 dakika. Yani sadece 10 dakika daha fazla. Ljubljana, çok ilginç, Frankfurt ile Tiran’ın tam ortasında.

Hırvatistan, Bosna – Hersek, Karadağ ve Adriyatik Denizi üzerinde uçarak Arnavutluk’a doğru yol alıyorduk. Uçak Adriyatik Denizi üzerindeyken gözümü camdan ayıramıyordum; aşağıdaki muhteşem suyu seyrediyordum. Şu insanoğlu ne tuhaf hakikaten! Ben de sonuçta bir insanoğlu olduğuma göre ben de tuhafım tabiî ki. Uçağın içinde korkudan gözlerimi açıp etrafıma bakmaya bile cesaret edemezken, uçak deniz üzerine geldiğinde gözlerimi pencereden ayırmıyordum. Bırakın korkuyu, nerdeyse “Şu pencere açık olsaydı da şurdan aşağı atlasaydım” diyesim geliyordu. Su olunca herşey değişiyordu benim için. Karşımda deniz, göl veya nehir olunca ben başka bir insan oluyordum, her şey de başka bir şey oluyordu.

Deniz bitip Arnavutluk başladıktan sonra da rahattım artık; korku gitmişti. Tamamen dağlık bir ülke olan Arnavutluk’un muhteşem dağlarını seyredecektim, uçak iniş yapana kadar. Öyle de yaptım. Dağlık bir ülkeyi havadan seyretmenin zevki de bir başkaymış gerçekten.

Uçağımız saat 14:40’ta Arnavutluk’un başkenti Tiran’a, Tiran Uluslararası Rahibe Teresa Havaalanı (Tirana Aeroporti Nënë Tereza)’na indi. 

Kemerlerimizi çıkarıp, yukarıdaki çantalarımızı almak için ayağa kalktığımızda Enzo ile göz yordamıyla biribirimizi aradık. Bulunca da karşılıklı tebessüm ettik. Fukara Enzo; dil bilmez, yol yordam tanımaz birine kendi memleketinde yardımcı olacak ya, yaptığıyla gurur duyuyor haliyle. Ne de olsa burası “Komünizm’in Avrupa’da en çok dayanan kalesi” Arnavutluk, Enzo da proleter. Üstelik CHP gibi çift sarılı yumurta solcusu da değil, Roni Margulies gibi harbi solculardan. Eh, ben de pek burjuva sayılmam yani. Hem TÜSİAD Hanımefendi gibi halay çekmesini de bilmem. Hani nasıl derler, “Arnavutluk Mala Meye”... Enzo da bizim, Rahibe Teresa da bizim, İbrahim Rugova da bizim!

Uçaktan Enzo ile birlikte indik, sohbet ede ede terminale gidiyoruz. Enzo, “Arkadaşların gelip seni alana kadar ben yanındayım, merak etme, rahat ol” havasında! Garibim, sanırım bütün zamanını mutfakta bulaşık yıkayarak geçirdiği için dışarıda pek kimseye iyilik yapma fırsatı olmuyor. Yahu Enzo abê, anladım iyilik yapmak istiyorsun tamam, ama bana çocuk muamelesi yapmasan, olmaz mı? Küçücük bir ülkede kaybolacak halim yok ya! Arnavutluk dediğin ne ki; başkenti Tiran’dır, geri kalanı virandır.

Arnavutluk’un yegâne uluslararası havalimanı olan Tiran Uluslararası Rahibe Teresa Havaalanı (Tirana Aeroporti Nënë Tereza), aynı zamanda Arnavutluk ordusu hava kuvvetleri tarafından da kullanılıyor. Sadece sivil yolcu uçakları değil, askerî uçaklar da inip kalkıyor. Havaalanı, başkent Tiran (Tirana, Tiranë)’ın 17 km kuzeybatısında, Rinas köyünde bulunuyor ve bu yüzden eskiden “Rinas Havaalanı” olarak anılıyordu.

IATA kodu TIA ve ICAO kodu LATI olan bu havaalanı, 1958 yılında hizmete açılmış. Tiran Uluslararası Rahibe Teresa Havaalanı yıllık ortalama 20 bin uçuşa ev sahipliği yapmakta, 1 milyon civarında yolcuyu uğurlamakta / karşılamaktadır. Havaalanının üzerinde oturduğu toplam arsa, 2750 m × 45 m’lik asfalt bir alan. Sadece tek terimali olan havaalanında toplam 950 kişi çalışmaktadır ki, bunların 250’si memur.

Tiran Havaalanı, özellikle son yıllarda gerçekleştirilen inşâ çalışmalarıyla oldukça modernleştirilmiş. Havaalanının terminali yolcular için daha da modernleştirilerek ve burada yeni café ve restoranlar açılarak 21 Mart 2007’de yeniden hizmete açılmış. Dışarıda ise yolları genişletilip burada arabalar için daha geniş park alanları oluşturulmuş. Ayrıca bir kanalizasyon arıtma tesisi kurulmuş.

Arnavutluk havayolu şirketi olan “Albanians Airlines”in merkezi olan, ayrıca “ucuz uçak seferleri düzenleyen” bir şirket olan “Belle Air”in de merkez olarak kullandığı Tiran Uluslararası Rahibe Teresa Havaalanı, ağırlıklı olarak komşu ve yakın ülkelerle arasında uçak seferlerine muhatap olmaktadır. Almanca konuşan ülkelerin şirketleri arasında, sadece “Lufthansa” (Münih Franz Josef Strauß Havaalanı’ndan) ve “Austrian Airlines” (Viyana Havaalanı’ndan) Tiran’a sefer düzenlemektedirler.

Arnavutluk’un başkenti Tiran’daki bu havaalanı, 1958 tarihinde Sovyetler Birliği (SSCB) tarafından, eski havalimanı olan Lapraka Havaalanı’nın hemen bitişiğinde inşâ edildi ve ilk başlarda haftada sadece birkaç sefer için kullanılıyordu. Tiran Havaalanı, o dönemlerde sadece “komünist kardeş ülkeler”e ait havayolu şirketleri tarafından (örneğin Aeroflot, JAT, TAROM, Interflug, Malev gibi) kullanılan bir havalimanıydı. 1986 yılında ilk kez “kapitalist bir ülke”den, İsviçre’den “Swissair” buraya sefer düzenledi. 1992 yılında ise Arnavutluk kendi havayolu şirketini kurdu; ki o tarihe kadar, yoktu yani! Burası Sovyet havayolu şirketine bağlı bir havalimanıydı. Komünizm’in yıkılışından sonra Tiran Havalimanı da hareketlendi tabiî ki; bir önceki döneme oranla kat be kat daha fazla uçuşlara tanıklık ediyordu artık.

Ama işte, insanoğlunun genlerinde mi vardır nedir, bir kere köleliğe, sömürülmeye alışmamış olsun! Bağımlılık yapıyor sanki! Başkalarına kölelik yapmaya alışmış olanlar, bünye olarak özgür kalmayı kaldıramıyorlar, illâ ki başlarında bir efendi olacak, başlarında kölelik yapacakları bir güç olacak! Komünizm’in ve SSCB’nin sultasından kurtulan eski komünist ülkelerin “gönüllü olarak” Amerikan emperyalizmine kölelik yapmaya başlamalarını başka türlü nasıl izah edebiliriz ki?

SSCB sultasından daha 1992’de kurtulan Tiran Havaalanı, aradan 7 yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, 1999 yılında bu kez ABD sultası altına girer. “Kosova Savaşı” nedeniyle ABD hava ordusu, Tiran Havaalanı’nın bütün kullanım ve işletim hakkını eline alır. ABD ordusu, Tiran Havaalanı’nı “sivil uçuşlara” kapatır! Evet, yanlış okumadınız. Kosova’daki savaş nedeniyle Tiran Havaalanı’ndan sadece ABD savaş uçakları iniş – kalkış yapmaktadırlar artık. O Tiran ki, ondan daha birkaç yıl önce, Avrupa kıt’âsında ABD emperyalizminin giremediği tek başkent idi. 2001 yılında ise Kanada Devleti tarafından havaalanı restore edilir ve modernleştirilir.

2003 yılında, o tarihe kadar “Rinas Havaalanı” olarak anılan havalimanının ismi, dünyanın en meşhur râhibesi ve Arnavut olan Rahibe Teresa’nın ismi verilerek “Tirana Aeroporti Nënë Tereza” (Tiran Rahibe Teresa Havaalanı) şeklinde değiştirilir. “Nënë Tereza”, anlamışsınızdır, Rahibe Teresa isminin Arnavutça söylenişidir. (Arnavutça’da “rahibe” için kullanılan “nënë” ifadesinin Türkçe’deki “nene” ifadesine benzerliğine dikkat ediniz. Rahibe Teresa’nın Almanca’daki ismi de “Mutter Teresa” şeklindedir ve buradaki “mutter”, dikkat edin, “anne” anlamındadır.)

Gerçek adı “Anjezë Gonxhe Bojaxhiu” olan Rahibe Teresa, 26 Ağustos 1910 Üsküp doğumlu ama Makedon değil, Arnavut. Daha doğrusu babası Ulah, annesi ise Katolik bir Arnavut’tu; babası henüz yedi yaşındayken öldüğü için annesi tarafından bir Arnavut olarak büyütüldü. Osmanlı döneminde Üsküp’te doğduğu için ismi de zaten her ne kadar Arnavutça telaffuza göre yazılmışsa da, aslında Türkçe bir isimdir. Rahibe Teresa’nın nüfûs cüzdanında yazılı olan “Gonxhe Bojaxhiu” ismi aslında Türkçe’deki “Gonca Boyacı” isminden başka birşey değil. Yani anlayacağınız, bütün dünya gibi sizlerin de Rahibe Teresa olarak tanıdığınız ünlü rahibenin gerçek ismidir, Gonca Boyacı. Hindistan’daki hemşirelik okullarında okuyarak rahibe oldu ve Hindistan’daki Hristiyanlar kendisine “Teresa” ismini verdiler. 5 Eylül 1997’de Hindistan’ın Kalküta şehrinde hayata gözlerini yumdu. Nënë Tereza, bir “Osmanlı” olarak doğdu, bir “Arnavut” olarak büyüdü, bir “Katolik” olarak yaşadı ve bir “dünyalı” olarak dünyaya vedâ etti. Sadece Katolikler tarafından değil, hatta sadece Hristiyan dünyada da değil, hemen hemen tüm insanlar tarafından sevilen bir insan olan Rahibe Teresa, hayatını yoksullar ve mazlumlar için adamış bir kişilikti. (Benim gibiydi yani)

Rahibe Teresa, Arnavutluk’ta adeta bambaşka bir isim, bambaşka bir sembol. O’nu Hristiyan olsun Müslüman olsun, Gega olsun Toska olsun, bütün Arnavutlar seviyor. Arnavutluk’ta Rahibe Teresa’ya karşı müthiş bir sevgi var. Gazze’de Erdoğan’ı, Japonya’da Barış Manço’yu, Hindistan’da Ecevit’i, Rodos’ta Deniz Baykal’ı, Vatikan’da Fethullah Gülen’i, İran’da Maradona’yı, Suudî Arabistan’da Hülya Avşar’ı, Diyarbakır’da Sezen Aksu’yu ve Dersim’de Atatürk’ü nasıl seviyorlarsa, Arnavutluk’ta da Rahibe Teresa’yı öyle çok seviyorlar.

Bundan dört yıl önce, hatırlarsınız belki, ilginç bir olay yaşanmıştı. Ekim 2006’da, Tiran’dan İstanbul’a uçan bir THY uçağı, içerideki silâhsız bir kişi tarafından rehin alınıp İtalya’ya kaçırılmıştı. TC vatandaşı koyu bir Katolik olan, ayrıca daha sonra “asker kaçağı” da olduğu anlaşılan bu şahıs, pilotu ve tüm mürettebatı esir alarak, uçağın Roma’ya indirilmesini istemiş, Papa’yla görüşmek istediğini söylemişti. Ancak uçağın yakıtı Roma’ya kadar yetecek miktarda olmadığından, rotası İtalya’ya çevrilen uçak, mecburen Brindisi’ye indirilmişti. Olayda kimseye birşey olmamış, bu şahıs İtalya’ya indikten sonra ilk iş olarak orada “iltica başvurusunda” bulunmuştu.

Uçaktan indikten sonra Enzo abê ile birlikte terminale gittik; şimdi kontrolden geçecektik. İlk kez geldiğim bir ülkenin havaalanında polis kontrolünden geçtikten, pasaportumu kontrol ettirdikten sonra rahat nefes alacaktım artık. Arnavutluk, TC vatandaşlarından vize isteyen bir ülke olmadığı için, sadece pasaportuma bakacaklardı. Vize olayı sözkonusu değildi.

Kontrolde pasaportumu, nüfûs cüzdanımı ve basın kartımı polislere verdim. Arnavutluk polisleri bir yandan pasaportumun sayfalarını çevirip çevirip bakıyor, bir yandan da bana sorular soruyorlardı:

- Adın?

- Adım İbrahim Sediyani. Hani var ya, ağladıkça yeşile çalar gözlerin, ağladıkça yeşile, Akdeniz’de tarih yazar Mavi Marmara, bir destan bütün nesillere ve çağlara, Akdeniz’de tarih yazar Mavi Marmara, bir çağrıdır o tüm erdemli insanlara.

- ???!

- ...

- Slovenya’dan mı geliyorsun?

- Evet ama Almanya’da yaşıyorum. Uçak aktarma yaptı. Abi yaa, bi korktum bi korktum ki uçakta. Ama Adriyatik’ten sonra hiç korkmadım, bütün Arnavutluk’u yukarıdan seyrettim. Vallâh niye yalan söyliim, Arnavutluk çok güzelmiş abi. Havadan görür görmez sevdim.

- ???... Niçin geldin Arnavutluk’a?

- Gezmek için. Merak ettiğim bir ülke. Kurban Bayramı’nı burada geçireceğim. Kurban dağıtımlarını yaşamak istiyorum.

- Burada nasıl kalacaksın peki?

- Arkadaşlarım var.

- Çantanın içinde ne var?

- Üst baş abi ya, ne olacak ki? Bir de gelirken arkadaşlar biraz yolluk koydular, börek çörek falan. Bizim Anadolu insanı işte, böyle adetlerimiz vardır. Gerçi onlara dedim. Dedim, “La oğlım, ma siz kafayı mı yediniz? Zaten uçakta yemek ikram ediyorlar, buna ne gerek var?”. Ama işte...

- ???!!!!...... Paran var mı?

- Ne parası abi yaa? Param olsa Arnavutluk’ta ne işim var? Miami’ye ya da Maldiv Adaları’na giderdim. Almanya eski Almanya değil abi ya, bakma sen. İşsizlik diz boyu. Çalışsan bile aldığın maaşla ay sonunu zor getiriyorsun. Halbuki eskiden böyle miydi? Eskiden...

- Hasta etme adamıııııııı!!!...  Yani burada sana yetecek kadar paran var mı, onu soruyorum sana! Burda nasıl kalacaksın, neyle idare edeceksin?

- Haa, tabiî tabiî. Ne sandın abi yaa? Musab abi sağolsun harçlığımı verip öyle gönderdi. Sen Musab abiyi daha tanıyamamışsın galiba. Bu lafları hiç söylememiş ol! Sana yakıştıramadım vallâh abi.

- ???!

Polis sorgusu epey uzun sürdüğü için moralimi bozmuştu. Tuhaf olan, önce bir polis sorgudan geçiriyor, sonra bekletiyor, birkaç dakika sonra başka bir polis gelip bu kez aynı sorguyu o tekrarlıyordu. Halbuki ne sorsalar ayrıntılı bir şekilde cevap veriyordum. Onlar anlamıyorsa benim ne suçum var? Towbe ıstafila towbe! Yaw arkadaş, nedir bu komünistlerden çektiğim!? Pasaportumda Elâzığlı olduğumu gördüler ya, mahsus zıt gidiyorlar tabiî; sanki anlamadım! Enzo’nun sorgusu şipşak bitmişti. Fakat helâl olsun Enzo’ya, benim işim bitmeyene kadar ayrılmadı yanımdan.

Sonunda polis kontrolü de bitti ve artık tamamen serbesttik. Enzo’nun yakınları gelmişti O’nu almaya. Enzo abê yarın Müslümanlar’ın bayramı olduğunu biliyordu elbette; ancak içimden O’nu yarınki kurban etkinliklerimize çağırmak geldiği halde bunu yapmadım. Sonuçta vaktinin dar olduğunu, “yaban domuzu” patronundan sadece üç gün izin koparabildiğini biliyordum. Bize takılsa, bir günü de öyle gidecek, iyisi mi annesiyle vakit geçirsin. Zaten Almanya’da yaşıyor; yolum Dortmund’a düşerse gider bulaşıkta yardım ederim kendisine. Laf aramızda, çok iyi bulaşık yıkarım ben de. Hanımlar bile bu konuda elime su dökemez. Gerçi her gün bulaşık yıkasam, haftada bir Meke Gölü’nü kurutacak kadar su israf ederim ama olsun, temiz yıkıyorum ya siz ona bakın!

“Yol arkadaşım” Enzo Saka ile vedâlaştıktan sonra çıkış kapılarına doğru yöneldim. Şimdi daha bir heyecanlanmıştım işte! Çünkü merkezi Tiran’da bulunan ve kısa adı ALSAR olan “Alternativa e së Ardhmes” (Geleceğin Alternatifi) adlı vakfın başkanı Mehdi Gurra beni karşılayacak.

Mehdi abiyi çok merak ediyordum, çıkış kapısının hemen arkasında beni bekleyen bu kardeşimle bir an önce tanışmak istiyordum. Çünkü Almanya’da WEFA’daki kardeşlerim kendisinden çok bahsetmişlerdi. Kurban Bayramı için Arnavutluk’u tercih ettiğimde WEFA’dakiler buna çok sevinmiş, WEFA’nın başkanı Musab Aydın ve oğlu Yusuf (nam-ı diğer Yusuf Hanzala), bana en uygun tercihi yaptığımı, çünkü Arnavutluk’taki partner kuruluş olan ALSAR’ın başkanı Mehdi Gurra’nın tam benim kafa dengim olduğunu söylemişlerdi. WEFA’dakiler, Mehdi’yi çok seveceklerimi söylemişler, öve öve bitirememişlerdi ama bakacağız, hele şu kardeşimizle önce bir kendimiz “pervez müşerref” olalım, ona göre kararımızı veririz. İşin iyi yönü, Arnavutluk’ta pek kimse Türkçe bilmediği halde Mehdi Gurra’nın okulu Türkiye’de okumuş olmasından dolayı çok iyi Türkçe bilmesiydi.

Bu heyecan içinde çıkış kapısını aralayıp kendimi açık havaya attım. Mehdi’nin simâsını bilmiyordum ancak O beni görse tanıyacaktı (gezi yazılarında bu kadar fotoğrafı boşuna yayınlamıyoruz); dışarı çıkar çıkmaz iri yarı, güler yüzlü, hoş simâlı bir kardeşimiz hemen gülümseyerek bana doğru hareketlendi. Mehdi abê bir buçuk saat önceden gelmiş, orda beni bekliyordu. Velhâsıl-ı kelam, tüm İslam âlemi Mehdi’nin gelişini beklerken, Mehdi de Arnavutluk’ta benim gelişimi bekliyordu.

Amerika ve Rusya’ya nisbet yaparcasına biribirimize sarıldık ve karşılıklı hal hatır sorduk. Elimden çantamı aldı ve beni almaya geldiği taksinin bagajına koydu. Kendisinden biraz müsaade isteyip, taksiye binmeden önce havaalanı ve çevresinin birkaç fotoğrafını çektim. Sonra hep birlikte taksiye bindik ve Tiran şehir merkezine doğru hareket ettik.

Havaalanı meydanından arabayla çıkarken, karşımıza çıkan ilk “ada”da ilginç bir Rahibe Teresa heykeli vardı. Ellerini dudaklarının önünde birleştirerek dûâ ettiği için kolları da kalkık olan ve aslında bu haliyle şekil olarak tıpkı bir “haç”a benzetilmiş olan Rahibe Teresa heykeli bayağı bir ilgimi çekti doğrusu.

Arabayla giderken, bir yandan da sohbet ediyorduk. ALSAR Başkanı Mehdi Gurra, yolculuk boyunca etrafı seyredeyim diye beni şoförün yanında oturtmuş, kendisi de arabanın arkasına oturmuştu. Şoför Türkçe bilmiyordu. Aslında Arnavutluk’ta hemen hemen hiç kimse Türkçe bilmiyor. Örneğin Makedonya’da böyle değil, orda Türkçe bilene, hatta Türk’e de çok rastlarsınız ama burada kimse Türkçe bilmiyor. Fakat Mehdi abi de Arnavut olduğu halde çok güzel Türkçe konuşuyordu; çünkü okulu Türkiye’de okumuştu.

Mehdi Gurra, 1974 doğumlu. Henüz 36 yaşında olan Mehdi abimiz, üniversiteyi İstanbul’da okumuş. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi “İslam Tarihi” bölümü mezunu.

Kendisine bir Arnavut olarak Türkçe’yi nasıl bu kadar güzel konuşabildiğini sordum. O ise hemen “tevazu” moduna geçerek “Güzel konuşuyor muyum sahiden?” diye sordu. Ne diyebilirdim ki? Elbette “mükemmel” sayılmazdı, ancak Türk basınındaki köşe yazarlarından daha iyi Türkçe bildiği ortadaydı.

Yolculuk esnasında sohbet ederken, Mehdi abê bana Türkiye’de nereli olduğumu sordu. Eh, hep O mu soruya soruyla karşılık verecek, aynı taktiği ben de uyguladım ve kendisine dönüp “Nereliye benziyorum sence? Tahmin et!” dedim. Mehdi abê dikkatli gözlerle yüzüme baktı, sonra güldü ve “bilinmeyen bir dille” bana “Çawayi? Başi?” diye sordu. Bunun üzerine ben de güldüm ve aynı şekilde “bilinmeyen bir dille” kendisine “Elhamdulillâh, başım. Tû çawayi?” diye sordum. Karşılıklı gülüştük; Elâzığlı olduğumu ve güzelliğimi de oradan aldığımı söyledim.

Bir Arnavut olan ve Tiran’da yaşayan Mehdi Gurra’nın Türkçe bilmesi bile benim hayranlığımı kazanması için tek başına yeterliyken, O sadece Türkçe’yi değil, Kürtçe’yi de biliyormuş meğer. Kürtçe olarak birkaç diyalog daha gerçekleştirdik; Türkçe’yi hangi tatlılıkta konuşuyorduysa, Kürtçe’yi de aynı tatlılıkta konuşuyordu. Müthiş etkilenmiştim; dayanamayıp sordum:

- Kürtçe’yi nasıl öğrendin, Mehdi abi?

- Aslında pek biliyorum sayılmaz. Sadece öyle çat pat işte.

- Nasıl oldu bu?

- İstanbul’da üniversite okurken, kaldığım öğrenci yurdunda bir – iki Kürt öğrenci vardı. Gidip onlardan rica ettim, “Bana Kürtçe öğretin” diye. Onlar da bana gizlice öğretiyorlardı. Gizlice yapıyorduk bu işi, abilerimiz duymasın, yoksa bizi yurttan kovarlar diye korkuyorduk. Düşünsene İbrahim abi, Müslümanlar’a ait bir yurtta kalıyordum. Günde 5 vakit namaz kılan bu insanlardan biz gizlice Kürtçe konuşuyorduk. Bir Arnavut’a Kürtçe öğrettiklerini duysalardı, o Kürt öğrencileri kesinlikle yurttan kovarlardı.

Sustum; bir şey demedim, diyemedim! Ne diyebilirdim ki? Bütün kelimelerim düğümlenmişti; dudaklarım kilitlenmişti. Hiç cevap vermedim, önüme bakıp düşündüm sadece. Sonra tekrar Mehdi’ye döndüm:

- Peki niçin öğrenmek istedin Kürtçe’yi? Sebep neydi? Sana lazım olmayacaktı nasıl olsa...

Güldü. Sustu; konuşmadı. Yere bakıp düşünüyordu. Sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

- Bu sana niye tuhaf geliyor İbrahim? Sen Arnavutça öğrenmek istesen bana hiç tuhaf gelmez. Ben Kürtçe öğrenmek isteyince sana niye tuhaf geliyor? Diller Allâh’ın âyetleri değil midirler? Kürt, Türk, Arnavut, hepimiz aynı Peygamber’in ümmeti değil miyiz?

- Mehdi abi, Allâh senden binlerce razı olsun. Serseran serçavan! Fakat şaşırdım işte, merak ettim. Niye?

- Kabul edemedim İbrahim, kabul edemedim. Müslüman bir ülkede milyonlarca insanın anadili olan bir dile karşı bu yasağa isyan ettim. Aklım, vicdanım, Allâh’a olan imânım, hiçbir şeyim alamadı bu zûlmü. Kabullenemedim. Bu ırkçılığı bir türlü kabullenemedim. Yasak olduğu için, mazlum olduğu için öğrenmek istedim. İnadına öğrenmek istedim. Sen hiç “Arnavut inadı” diye bir deyimi duydun mu?

Hiçbir şey diyemiyordum. Öyle şeyler söylüyordu ki, ağzımı açıp cevap veremiyordum. Bu ne kadar güzel bir insan böyle! Allâh’ım, şükürler olsun Sana, bu ne kadar güzel bir Müslüman böyle!

Ben hiçbir şey konuşacak durumda değilken, Mehdi devam etti. Bu kez benden bir ricası vardı:

- Senin buraya gelmene şimdi daha çok sevindim, İbrahim. Senden çok önemli bir ricada bulunacağım. Ben Kürtçe’yi çok iyi derecede öğrenmek istiyorum. Bana Kürtçe dil dersleri alabileceğim kitaplar göndereceksin. Senden bir kardeşin olarak rica ediyorum, Almanya’ya döner dönmez bu kitapları bul ve bana gönder. Rahatlıkla okuyup yazabilecek kadar Kürtçe öğrenmek istiyorum. Bu benim hayattaki en büyük isteklerimden biridir. Bana bu konuda yardımcı ol. Lütfen, Allâh rızası için, senden önemle rica ediyorum.

Ben artık bitmiştim. Bu son söyledikleri, beni tam olarak bitirmişti. Ben tam anlamıyla Mortingen Strasse!

- Mehdi abi, böyle birşey için benden ricacı olmana gerek yok! Bana bunu EMRET, ben bunu aşkla, şevkle yaparım. Seve seve yaparım. İstediğin kitapları temin edip sana göndereceğim. Söz!

O kadar mutlu olmuştum ki, bütün sıkıntılarım dağılıp gitmişti. Almanya’dakiler çok doğru söylemişler, Mehdi tam da benim kafa dengim! Bu tam benim adamım!

Doğrusu Arnavut – Kürt benzerliği hakkında pekçok yazı ve araştırma okumuştum; hem Türkçe hem Almanca metinlerde Arnavutlar ile Kürtler arasındaki benzerliğe dikkat çeken epey yazı bulunabilir (Hem tarihleri, hem de sosyolojik özellikleri benziyor; zaten bizdeki ırkçı şoven zümrenin düşman olduğu iki kavimdir, Arnavutlar ve Kürtler. Hatta size ilginç bir anekdot aktarayım: Dünya üzerinde bu halk için sadece Türkçe’de kullanılan “Arnavut” sözcüğünün “âr ve hâyânın kalmadığı millet” anlamına gelen Arapça “âr-nawud” sözcüğünden geldiğini ve Osmanlılar tarafından sırf bu halkı aşağılamak amacıyla kullanıldığını yazan kaynaklar dahi mevcuttur. Bir Toska boyu olan Arvanitler’in isminden türetilerek değiştirilip, hakaret amacıyla Arapça’daki “Arnawud” olarak söylenmiştir. Zira Arnavutlar Osmanlı egemenliği altında pek de huzurlu olmamışlar, her zaman için “özgür” yaşamayı tercih etmişlerdir. Halen dahi Türkiye’de millîyetçi – muhafazakâr çevreler tarafından kaleme alınan pekçok kitapta, bu halkla açıkça alay edercesine, Arnavutlar’ın Müslüman gibi yaşamalarının mümkün olmadığı, bu yüzden Osmanlılar’ın mecburen oraya Bektaşîlik’i götürdüğü, çünkü İslam’ın başka bir yorumuyla bunları Müslümanlaştıramayacağı yazılıdır. Nitekim Arnavutluk, biliyorsunuz, “dünya Bektaşîlik merkezi” durumundadır. Bu tip çevrelere göre, örneğin Filistin halkı da bütün bu zûlüm ve katliâmları hak etmektedir. Araplar Osmanlı’yı arkadan vurduğu için Allâh da onları cezalandırmaktadır. “Filistin sorunu” denen şey bundan ibarettir! Bu sefil anlayışı, sözünü ettiğim “mukaddesatçı Müslüman” çevrelerdeki en üst kesimdekilerden tutun en aşağı kesime kadar bütün fertlerinden sıklıkla duyabilirsiniz. İslamiyet ve Türklük’ü birleştirerek müthiş bir manevî huzur bulmuş, Türk ırkından olmakla dünyalarını, Hanifî mezhebinden olmakla da âhiretlerini kurtarmış olan bu çevrelere göre “devletimizin” Ortadoğu politikası da yanlıştır. Filistin ve İran’la değil, İsrail’le birlikte hareket edilmelidir. Çünkü biz necip Türk milleti olarak tarihte Yahudîler’le hiç sorun yaşamadık; fakat Araplar bizi arkadan vurdu, İran ise Türk devletlerinin ezelî rakibidir. Bize ihanet eden Araplar’ın hatırı için biz tarihî dostlarımız olan Yahudîler’le kavga ediyoruz. Bu sefil ifadeler siz sevgili okuyucularımıza garip gelebilir; fakat bu dînine diyanetine bağlı Müslüman çevrelerin “dînî ve manevî sohbetlerine” iştirak ederseniz, bunları her gün işitirsiniz.)

Ancak bir Arnavut’un benden kendisine Kürtçe öğretmemi isteyeceğini kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim.

Bizde en “İnqılabî” ve “Tewhidî” geçinen, sürekli Kürtler’le birlikte yaşayan, belki de 300 defa Kürt illerine gidip konferans vermiş İslamcı “ağabeyler” bile daha bir selamlama konuşmasını yapacak kadar dahi Kürtçe öğrenme ihtiyacı hissetmezken, böyle bir kaygıları da yokken, Arnavutluk’un Tiran şehrinde yaşayan, benim gibi deliler buraya gelmese belki de hiç Kürt görmeyecek olan bu insan, sırf bir zûlme karşı Müslümanca tavır almak amacıyla Kürtçe öğrenmek istiyor.

Kurban olduğum Allâh, bizim ülkemizde analar niye böyle insanlar doğurmuyor da, bizde niye hep yumurtadan civcivler çıkıyor? Üstelik öyle bir sevimli ve tatlı ki bizdeki civcivler, sağcısı, solcusu, İslamcısı, moderncisi gelenekçisi, dîncisi dînsizi, hepsi de biribirine benziyor bu civcivlerin!

Sohbet ilerledikçe daha bir neşeli ve eğlenceli bir hal alıyordu doğal olarak. Mehdi’ye “Zaten Arnavutlar’ın yürekli ve mert insanlar olduklarını biliyordum. Aslında fazla şaşırmamam gerekiyordu bu sözlerine” dediğimde, Mehdi gülerek şöyle karşılık verdi:

- Ya İbrahim abi, siz niye böylesiniz yaa?

- Niye nasılız abi?

- Nasıl mısınız? “Ne Mutlu Türküm Diyene”... (Gülerek) Hiç dışarıdan kendinize baktınız mı Allâh aşkına?

- Millîyetçiliği Türkler’e siz öğrettiniz bee!.. Bu hastalık bize nerden bulaştı sanıyorsun?

- (Gülerek) Biliyor musun İbrahim, Hz. Adem (as) de Arnavut’tu.

- Hadi yaa? Ciddî misin?

- Ne demek ciddî misin? Sen bunu bilmiyor muydun? Ne biçim gazetecisin?...

- (Gülerek) Ya Mehdi abê, Hz. Havva annemizin Zaza olduğunu biliyordum da, Hz. Adem’i şimdi senden öğrendim.

İkimiz de öyle güçlü kahkaha attık ki, konuşmalarımızdan hiçbir şey anlamayan şoför bile dayanamayıp katıldı bu gülmelere. Bunun üzerine Mehdi’ye bir teklifte bulundum:

- Mehdi abi, gel o zaman seninle bir komisyon kuralım. Birkaç araştırmacı arkadaş da bulup ortak bir komisyon oluşturalım. Bütün insanların baba tarafından Arnavut, anne tarafından da Zaza olduklarını isbatlamaya çalışalım.

- Tamam, kabul!

Kahkahalar o kadar güçlü atılıyordu ki, araba bile dayanamayıp sallanıyordu.

Tiran şehir merkezine varmıştık. Şimdi arkamı dönüp sohbet etmekten daha çok önümdeki camdan dışarıyı seyretmek ilgimi çekiyordu. İşte Tiran! Arnavutluk’un başkenti! Tiran’daydım ben, Allâh-û Ekber!...

Tiran’a girer girmez, ALSAR Vakfı merkezine doğru yol aldık. Tiran her ne kadar başkent ve ülkenin en büyük şehri ise de, Türkiye’deki herhangi bir şehir kadar. Şehre girince istediğiniz adrese birkaç dakikalık bir tur attıktan sonra ulaşıyorsunuz. Bizim Elâzığ’ın Gazi Caddesi’ni al beşe altıya böl, her parçasını ayrı bir mahalle yap, al sana Tiran işte! Tiran başkent de Elâzığ niye değil sanki? Halbuki “başkent” sıfatını en çok hakkeden şehir Elâzığ’dır. O Elâzığ ki, bu mavi gezegenimizin gülüdür. Bunu sadece ben söylemiyorum ki; bu konuda araştırmalar yapan Avrupalı bilim adamları da böyle söylüyorlar.

Kısa adı ALSAR olan “Alternativa e së Ardhmes” (Geleceğin Alternatifi) adlı vakıf, Tiran şehir merkezinde, “Rruga e Barrikadave” (Barikatlar Caddesi) üzerinde, “Kafe Europa”nın üst katındaydı. Vakfın penceresi tam da şehir merkezine bakıyordu.

Arabadan inip apartmanın merdivenlerinden yukarı çıktığımızda biraz heyecanlıydım. ALSAR bürosunu merak ediyordum. Hem içeride vakfın diğer çalışanlarıyla tanışacaktım.

İçeri girdiğimizde ALSAR çalışanları bizi oldukça içten bir gülümsemeyle ve sıcak bir şekilde karşıladı. Başkan Mehdi Gurra’nın tercümanlık yapmasıyla bütün çalışanlarla tek tek hal hatır sorduk. Mehdi abi beni onlarla, onları da benimle tanıştırdı. ALSAR’daki kardeşlerimiz, beni Arnavutluk’ta misafir etmekle başlarına ne büyük bir bela ve musibet aldıklarının henüz şuur ve idrakinde olmadıkları için, bu ilk saatlerimizde bana iyi davranıyorlar, güleryüzlü bir şekilde yaklaşıyorlardı.

Vakfın içinde insanın içini ısıtan İslamî bir atmosfer vardı. Bütün çalışanlar güleryüzlü ve espiriliydi; yaptıkları işten keyif aldıkları ise yüzlerindeki mutluluktan belli oluyordu. Vakfın bütün odalarının duvarları raflarla kaplıydı ve bu raflar İslamî kitaplarla donatılmıştı. Biraz rafları dolaşıp bu Arnavutça İslamî kitapları inceledim. Okuyup anlayabilecek durumda olmasanız bile içindeki “mânâyı” çok rahatlıkla okuyabiliyor, duyumsayabiliyordunuz. Demek ki “kalp dili”, böyle bir şey!

Vakıf görevlileri içeride harıl harıl çalışıyorlardı. Yarın Kurban Bayramı’ydı ve ön hazırlıklarını yapıyorlardı. Üzerinde ALSAR logosu bulunan poşetlere tek tek İslamî kitaplar koymakla meguldüler. Bunlar Arnavutça yazılmış ilmihal kitaplarıydı. Yarın sadece kurban hissesi dağıtmakla kalmayacak, onlarla birlikte insanlara bu kitaplardan da hediye edeceklerdi.

Namaz, oruç gibi en temel ibadetleri bile yasaklamış, bütün camilerin kapısına kilit vurmuş veya tiyatro hatta ahıra çevirmiş, “Bismillâh” diyerek arabaya binmeye bile 7 yıl hapis cezası öngören kanunlarla onyıllarca ülkeyi zorba bir şekilde yönetmiş Komünizm rejiminden daha yeni kurtulan, halkının artık göğsünü gere gere “Elhamdulillâh Müslüman’ım” diyebildiği ve fakat İslam hakkında hiçbir şey bilmediği Arnavutluk’ta insanlara en temel dînî bilgileri veren bu tür kitapları dağıtmanın ne derece takdir edilecek, mübarek bir faaliyet olduğunu sanırım anlatmama gerek yok! O Arnavutluk ki, Doğu Bloku’nun henüz yıkılmadığı dönemlerde, onlarca komünist devlet içinde ateizmi, yani dînsizliği “devletin resmî dînî” yapan tek ülkeydi. Gerçi istisnasız tüm komünist devletler dîne karşı savaş açmışlardı ancak bir tek Arnavutluk ateizmi “resmî dîn” olarak anayasasına yazdırmış ve dînî değerlere, özellikle İslam’a karşı hiçbir komünist devletle bile kıyaslanamayacak ölçüde apaçık bir düşmanlık sergilemişti. Sadece namaz kılmanız bile idam edilmeniz için yeterli sebepti. Çocuğunuzu sünnet ettirmeniz örneğin, sadece sizin değil, bütün aile ve akrabalarınızın sürgün edilmesi demekti. Enver Hoca ve Komünizm döneminde Arnavutluk, sadece kendi Müslüman halkına değil, açıkça Allâh’a karşı savaş açmış tağutî bir devletti.

İşte böyle bir dînsiz rejimden henüz kurtulmuş, ancak Müslüman halkının İslam hakkında hiç ama hiçbir şey bilmediği Arnavutluk’ta ALSAR Vakfı’nın bütün bu çalışmaları, samimî olarak söylemek gerekirse, İslamî dâvetin ilk taşıyıcıları olan Ashâb-ı Kiram’ın yaptıklarından hiçbir farkı yoktu benim gözümde. ALSAR’daki kardeşlerim harıl harıl çalışırken ben oturduğum yerden gıpta ile seyrediyordum onları. Nasıl da severek yapıyorlardı işlerini! Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, içimden, hepsinin tek tek ellerinden öpmek geldi. Karşılığında hiçbir maddî menfaat beklemeden, hiçbir çıkarları olmadan yaptıkları bu işleri o kadar bir severek ve isteyerek yapıyorlardı ki, gıpta etmemek mümkün değildi.

Vakıfta, Arnavutluk topraklarındaki, hatta İstanbul’un Rumeli yakasını saymazsak ömrüm boyunca tüm Balkan coğrafyasındaki ilk namazlarımı kıldım. Öğle ve ikindi namazlarını seferî olarak birleştirdim.

Daha sonra ALSAR Başkanı Mehdi abi aç olduğumu düşünerek,

- Ne tür yemek istersin?, diye sordu.

- Vallâh Mehdi abi, her ne kadar “ümmetçi” takılıyorsak da, boğaz konusunda benden daha millîyetçisi yoktur. Anadolu mutfağı haricindeki yemekleri pek yiyemiyorum. Hangi ülkeye gidersem gideyim, en büyük sorunum budur.

- Tamam o zaman, burda çok iyi bir Türk lokantası var. Nefis ızgara yapıyor. Sana bir adana söyleyelim getirsinler, İbrahim abi. Olur mu?

- Ooo, süper olur vallâh! Yanında bir de soğuk ayran olursa, bu geziye otomatikmen 1 – 0 önde başlarım.

Güldü. Sözünü ettiği lokantaya telefon açıp bir porsiyon adana istedi. Yarım saat sonra da getirdiler. Uçakta, hem Frankfurt – Ljubljana arasında, hem de Ljubljana – Tiran arasında ikram ettikleri tuhaf şeylere elimi bile sürmemiştim. Sabahın köründe Almanya’daki evimde yaptığım hafif kahvaltıyla duruyordum. Kurt gibi açtım.

Adana nefisti hakikaten. Arnavutluk’ta bulunduğum süre boyunca o lokantayı gidip görmek ve sahipleriyle tanışmak nasib olmadı ama, burada gıyâbında tebrik edeyim. Ellerine sağlık o kardeşlerin.

ALSAR görevlileri harıl harıl çalışırken ben başkanın odasında adana kebabımı yemekle meşguldüm. Onlar “halka hizmet”le, yani “küçük cihad” ile meşgulken, ben de “nefsimle mücâdele etmek”le, yani “Cihâd-ı Ekber” (En büyük cihâd) ile meşguldüm.

Artık karanlık çökmüştü. ALSAR’daki kardeşlerim de işlerini önemli oranda bitirmişlerdi. Hep birlikte başkanın odasında oturmuş sohbet ediyorduk. Onlar bana daha çok Almanya’daki Müslümanlar’ın durumlarını, bir de Mavi Marmara gemisinde ve İsrail hapishanesinde yaşadıklarımızı soruyorlardı. Ben de onlara Arnavutluk’un ve halkının durumları ile ilgili sorular soruyor, komünist dönem ile şimdiki dönem arasında ne tür değişikliklerin yaşandığını öğrenmek istiyordum.

Bizler içeride oturmuş sohbet ederken, açık olan pencereden hep insan sesleri geliyordu. Sürekli bağrışan insanların sesine işin aslı ilk başta pek dikkat kesilmemiştim. Sonuçta gelişmiş ama robotlaşmış Batı ülkeleri dışındaki hemen tüm ülkelerde canlı bir sosyal hayatın olduğunu, hayatın geceyarılarına, hatta sabah vakitlerine kadar cıvıl cıvıl aktığını biliyordum. Fakat ilerleyen saatlerde bu insan seslerine hoparlörden okunan İslamî ezgi ve ilahîler ile büyük bir coşkuyla gerçekleştirilen havaî fişek patlamaları da eklenince dayanamadım ve “Ne oluyoruz Allâh aşkına?” deyip pencereden dışarı baktım. Vakfın penceresi, zaten tam şehir merkezine bakıyordu.

Gördüğüm manzara beni hayretlere sevk etmişti, gözlerime inanamıyordum: Şehir merkezindeki meydan insan kaynıyordu, mahşerî bir kalabalık birikmişti. Tıpkı Hristiyan ülkelerde yapılan Noel ve Yılbaşı kutlamaları gibi simsiyâh gökyüzüne ardı ardına havaî fişekler fırlatılıyordu. Her patlayan havaî fişekle birlikte halk coşku içinde bağırıyor, tezahürat yapıyordu. Bu arada hoparlörden yüksek sesle ilahîler ve ezgiler çalıyordu. Bunlar Arnavutça ve Arapça ilahîlerdi.

- Abi bu insanlar ne yapıyorlar burda?, diye sordum büyük bir taaccüb içinde. Tam bir şok halindeydim. Olanlara hiçbir anlam veremiyordum. Fakat aldığım cevap, şaşkınlığıma son vermek yerine, daha bir arttırmıştı:

- Tiran Belediyesi düzenliyor. Bayramı karşılıyoruz. Yarın Kurban Bayramı, bilmiyor musun? Arnavutluk halkı İslam’a bağlı, dîne adeta susamış bir halktır. Fakat İslam hakkında bilgisi yoktur. Hristiyanlar Noel ve Yılbaşı’nı böyle karşıladıkları için biz de Kurban ve Ramazan bayramlarını böyle karşılıyoruz.

Gerçek anlamda şok geçirmiştim. Ömr-ü hayatımda şâhid olduğum en ilginç olaylardan biriydi bu. Sanırım bu yaşadığımı ömrüm boyunca unutamayacağım.

Hayretler içinde izledim bu kutlamaları pencereden. Bizim Almanya’daki “Silvester” (31 Aralık) gecesi yapılan havaî fişekli etkinliklerden farkı yoktu. Tek fark, burada kutlama yapan insanların biribirine sarılıp dans etmemesiydi. (Havaî fişeklere salt Hristiyanlar’ın kutlama şekli olduğu için değil, daha başka sebeplerden dolayı da şiddetle karşıyım. Bu patlayıcıların üretildiği Çin’deki fabrikalarda genellikle küçük çocukların ve sadece karın tokluğuna çalıştırılmaları, bu fişeklerin çevreye aşırı derecede zarar vermesi, etrafı kirletmesi gibi sebepler de var. Yani havaî fişek olayına karşı kesinlikle tahammülsüz olmamın ve şiddetle karşı çıkmamın yalnızca dînî değil, sosyal, ekonomik, siyasî ve ekolojik sebepleri de vardır. Haa, bu arada unutmadan: CHP Kadıköy İlçe Teşkilatı’nın mübarek Noel bayramlarını bu vesileyle tebrik ediyor, bütün CHP camiâsına “Mutlu Noeller” diliyorum.)

Fakat niye yalan söyleyeyim, hoparlörden tüm şehrin duyabileceği kadar yüksek bir sesle okunan ilahî ve ezgiler, tek kelimeyle muhteşemdi. Hele böyle tüm şehri çınlatırcasına yüksek sesle çaldırılması müthiş hoşuma gitmişti. İslamî ezgi ve ilahîler genellikle Arnavutça’ydı ama arada tek tük Arapça olanlar da vardı. Arapça olanlar bana tanıdık gelmişti. Bunlardan biri “Tela’el- Bedru” idi meselâ. Fakat Arnavutça ilahîleri ilk kez dinliyordum ve tüm samimiyetimle söylüyorum ki, Arnavutça ilahîler, dinleyeni adetâ büyüleyecek güzellikteydiler. Sözlerini anlamasanız bile, o kadar hoş bir makamda ve tatlı bir dille söyleniyordu ki, dinledikçe içim kıpır kıpır oluyordu.

Kutlamaları seyrederken - ki o kadar içten ve coşkulu bir kutlama idi ki seyretmesi bile keyif veriyordu - ilerleyen dakikalarda, ilk baştaki negatif bakış açım yavaş yavaş değişmeye başladı. Hor görmek bir yana, içimden “Helâl olsun size” bile dedim. Seyrederken düşündüm de, aslında şu havaî fişekler falan olmasaydı, ortada İslam’a aykırı hiçbir durum yoktu. Bilakis herşey çok doğal, çok içten ve insanîydi. Ne güzel işte! Aileler çoluk çocuk bir meydanda toplanmışlar, bayramı karşılıyorlardı. Kimse yalnız da gelmemişti; herkes ailesini alıp öyle gelmişti. İlahîlere çoğu kez eşlik ediliyor, her biten ilahîden sonra insanlar hep bir ağızdan yüksek sesle “Allâh-û Ekber”, “Lâ İlâhe İllallâh – Mûhâmmedun Resûlullâh”, “Bajram Bajram Mirë Se Vini” (Bayram Bayram Hoşgeldin) diye bağırıyorlardı.

İlk başta mesafeli yaklaştığım bu hadiseye gittikçe daha bir sahiplenici bakmaya başlamıştım (Benden Selefî olmaz yani, boşuna ıslah etmeye çalışmayın). Aslında, keşke diğer İslam ülkelerinde de bayramlarımız bu veya buna benzer şekilde topyekûn halkın katılımıyla coşku içinde karşılansa, ne olurdu sanki? Ben şahsen bu kutlamayı, havaî fişekler dışında gayet güzel ve insanî bulmuştum. Bunun İslam’a aykırı bir yönü de yoktu ama tabiî ki bu benim kişisel görüşüm; yanılıyor ve yanılırken kızdırıyor da olabilirim. Gece gündüz meâl ezberleyen ve konuştukları vakit “Allâh’ın yeryüzündeki temsilcisi” gibi konuşan vâhiy eksenli kardeşlerimiz bu tür ilmî konuları benden daha iyi bilirler, muhakkak ki.

Saatler sonra kutlamalar bitmişti ama bendeki etkisi sanırım kolay kolay geçmeyecekti. İlerleyen saatlerde hep birlikte vakıftan çıktık. ALSAR çalışanları evlerinin yolunu tutarken, Mehdi abi ile ben, geceyi geçireceğim otele doğru yürümeye başladık.

Arnavutluk’ta kalacağım süre boyunca Tiran şehir merkezindeki 3 yıldızlı “Hotel Arbër” adlı otelde kalacaktım. Arbër Oteli, “Rruga e Bardhok Biba 59” (Bradhok Biba Caddesi 59) adresinde bulunuyordu. Şehrin tam merkezindeki bu büyük cadde, ismini eski komünist savaşçı ve direnişçi Bardhok Biba’dan alıyor. Bu cadde üzerindeki Hotel Arbër, toplam 18 oda ve bir suitten müteşekkil, oldukça modern bir oteldi. 3 yıldızlı olmasına rağmen 5 yıldızlı otel konforundaydı. (Arnavutluk’ta bulunduğumuz süre boyunca kaldığımız Arbër Oteli’ni daha yakından tanımak için, otelin web sitesini ziyaret edebilirsiniz: www.hotelarber.com )

Oteldeki odama gidip çantamı yerleştirdim ve tekrar aşağı indim. Tek kişilik 501 nolu odada kalacaktım.

Aşağıda Mehdi abi ile oturup diğer kardeşlerimizin gelmesini beklerken, az sonra onlar da geldi. Bunlar, Almanya’dan İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) ve Türkiye’den İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsanî Yardım Vakfı (İHH) adına gelen, tıpkı benim gibi “gönüllü” olarak aynı iş için buraya gelmiş olan kardeşlerimizdi. Millî Görüş adına 4 kardeşimiz gelmişti; bunlardan üçü Almanya’dan, biri de ABD’nin Oklahoma eyaletinden gelmişti. İHH adına ise hepsi de Türkiye’den olmak üzere 6 kardeşimiz gelmişti.

Otelin zemin (giriş) katındaki oturma ve bekleme salonundaki ilk karşılaşma ve tanışma ânında, sürprizlerle dolu geçen bugünkü 24 saatimin son sürprizini yaşamıştım: İHH gönüllüsü olarak Arnavutluk’a gelen 6 kişilik ekibin en yaşlı kişisi olan sakallı ve tatlı yüzlü amcayı görünce, ikimiz de biribirimize önce hayret ve şaşkınlıkla bakmış, sonra da var gücümüzle biribirimize sarılmıştık. Halid Necdet Arslaner adındaki 61 yaşındaki bu amcayla biz Mavi Marmara gemisinde birlikte yolculuk etmiştik. Gözlerime inanamamıştım; Mavi Marmara gemisindeki Halid amcaydı bu!...

İHH gönüllüsü diğer 5 kardeşimle ilk kez tanışıyorduk ancak içlerinden orta yaşlı, Şanlıurfa – Siverekli olan Mehmet Kâmil Gelgör beni tanımıştı, biz Halid amcayla sarılırken “Seni tanıdım ben, sen Sediyani’sin... Su İntifadası’nın Kevser Damlaları... Okudum yazılarını” demişti. İHH adına gelen diğer gönüllüler Murat Kantarcı, Muhammed Hamza Arslan, Muhammed Emin Sarac ve Fatih Sinan ise genç yaşlardaki kardeşlerimizdiler. Sivas – Zaralı Murat Kantarcı, İstanbul’da bir kuyumcu dükkânı çalıştırıyordu. Hamza, Emin ve Fatih ise henüz talebelik çağındaydılar.

Muhteşem bir olay, muhteşem duygulardı bunlar. Bizler Kurban Bayramı’nda Arnavutluk’ta tam 4 ayrı kuruluş ortak çalışacaktık. Biri ev sahibi, Arnavutluk’un başkenti Tiran’da bulunan ALSAR, diğer üçü ise misafir. Almanya Millî Görüş’ten 4 kişi, İstanbul İHH’dan 6 kişi ve Almanya WEFA’dan tek başıma ben.

İHH ve Millî Görüş’ten gelen kardeşlerim ikişerli üçerli odalarda birlikte kalıyorlardı. Fakat ben WEFA’dan yalnız geldiğim için tek kişilik odada yalnız kalıyordum. Otelin “kral dairesinde” kaldığım için arkadaşlarıma nisbet yapmayı da ihmal etmiyordum tabiî ki.

Gecenin epey geç saatinde kalktık. ALSAR Başkanı Mehdi Gurra hepimize “İyi Geceler” dileyip evinin yolunu tuttu. Bizler de yatmak üzere odalarımıza çekildik; zira yarın bayramdı ve üzerimizdeki tüm yorgunluğa rağmen sadece birkaç saat sonra yeniden uyanacaktık.

Odama çekilince önce şöyle bir etrafı gözetledim. Odadaki elbise dolabının içine ve yatağın etrafına bakarak seccade aramaya başladım; yoktu, bulamadım. Resepsiyona haber verip bir seccade rica ettim. Bana beyaz bir örtü verdiler; hem seccade hem de yorgan olarak kullanılabilirdi. Abdest alıp akşam ve yatsı namazlarını birleştirdim. Namazdan sonra televizyonu açtım, “mini bar” denen buzdolabının içine ve dolabın üstüne baktım: Soğuk içecekler, çikolatalar, fındık fıstıklar, çipsler... Bunların hepsi “ekstra ücrete” tabi olduğu için başta elim varmadı almaya. Hani parası benden çıksa alması kolay olurdu da, böyle biraz ayıp oluyordu. Fakat bu güzel nimetlere biraz daha baktıktan sonra nefsime karşı yaptığım “Cihâd-ı Ekber” sonucu dayanamayıp almaya karar verdim. İçimden “Kusura bakma WEFA abi, hakkını helâl et, canım çekti” deyip bir kutu kola bir de çips paketi açtım. Yatağa uzanıp televizyon seyretmeye başladım. Yarın bayram olduğu için Arnavutluk televizyonları ağırlıklı olarak müzik programları sunuyorlardı. Birkaç Arnavutça şarkı dinledim; sözlerini anlamıyordum ama hepsi de hoşuma gidiyordu.

Yazı burada bitiyor çünkü nasıl uyuduğumu, gözlerimin nasıl kapandığını hiç hatırlamıyorum.

 “Adını Arayan Coğrafya” kitabında Arnavutluk’tan şöyle söz edilmektedir: “Arnavutlar ülkelerine ‘Shqipërie’ derler. Bu isim onların dilinde ‘kartal ülkesi’ anlamına gelir. Kırmızı Arnavutluk bayrağının üzerinde de çift başlı siyâh kartal vardır.”

Sayfa 34, sevgili İstanbul!

 

  

Yorumlar