Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –6

  /   5384   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

“İnnâ a’teynâ ke’l- Kewser;

Fe’salli li Râbbike wenher;

İnne şânieke huwe’l- ebter.”

  “Qurban” (Kurban), Arapça bir sözcük olup “yakınlaştıran” demektir. “Şeytan” sözcüğü ise Arapça’da “uzaklaştıran” anlamına gelir.

 

Bu iki sözcük, “qurban” (kurban) ve “şeytan”, zıt anlamlı sözcüklerdir; siyâh ile beyaz gibi, güzel ile çirkin gibi, iyi ile kötü gibi. Kurban ile Şeytan’ın fonksiyonları da biribirine zıttır; biri bizi Allâh’a yakınlaştırırken, öbürü bizi Allâh’tan uzaklaştırır.

Arapça olan “qurban” sözcüğü, Q – R – B   (Qaf – Ra – Be) harflerinden oluşmuş bir sözcüktür. Aynı kökten gelen daha başka sözcükler de vardır ve hepsi de bir “yakınlaşmayı, yakınlığı” belirtmek için kullanılırlar. Bu sözcükler ayrıca dilimize de geçmiştir ve bizler günlük hayatımızda bunları sıklıkla kullanmaktayız:

qurban → kurban

qarib → yakın (uzak olmayan)

aqraba → akraba, yakın (aile yakını), hısım

taqriben → takriben, yaklaşık olarak

Bu haftaki sohbetimize başlamadan önce, Qûr’ân-ı Kerîm’de kurbanla ilgili âyet-i kerîmeler üzerinde yeniden tefekkür edelim:

“... Kendilerine rızık olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allâh’ın adını ansınlar. İşte bunlardan yiyin, sıkıntı içindeki fâkiri de doyurun.” (1)

“Her ümmet için, Allâh’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.” (2)

“Bu hayvanların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşacaktır: Allâh’a ulaşacak olan ancak, sizin takvânızdır.” (3)

“Onlar, ‘Allâh bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamızı emretti’ dediler. Onlara de ki: ‘Şüphesiz, benden önce nice elçiler, apaçık belgeler ve söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde onları ne diye öldürdünüz?’” (4)

“O halde Râbbin için namaz kıl ve kurban kes.” (5)

İslam’da pekçok kurban çeşidi vardır. Bunlar arasında en başta gelenleri de, Kurban Bayramı’nda kesilenlerdir. Hacc zamanı kutlanan Kurban Bayramı’nda kesilen kurbanlar dört çeşittir:

1 – Hedy Kurbanı: Hacıların Mekke-i Mükerreme’de kesip onunla hacı oldukları kurbandır.

2 – Udhiye Kurbanı: Hacc ile aynı zamanda kutlanan Kurban Bayramı’nda bütün Müslümanlar’ın kestikleri kurbandır (Arnavutluk’ta kestiğimiz ve aşağıda fotoğraflarını gördüğünüz kurbanlar, Udhiye Kurbanı sınıfına girerler). İslam mezheblerinin pek çoğunda Udhiye Kurbanı’nın hükmü “sünnet”tir; Hanefî fıkhında tercih edilen görüş ise, bunun “vacib” olduğu yönündedir. Udhiye Kurbanı, Hicret’in 2. yılından itibaren kesilmeye başlanmış (6) ve Peygamber Efendimiz (saw) de vefâtına kadar udhiye kesmiştir. Hz. Peygamber (saw)’in birçok hâdisinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi emredilmiş veya tavsiye edilmiş, hatta “Her kim ki imkânı olduğu halde kurban kesmiyorsa, o kişi bizim mescidimize yaklaşmasın” (7) ve “Ey insanlar! Her sene her ev halkına kurban kesmek vâcibdir” (8) diye buyurularak bunun önemine vurgu yapılmıştır.

3 – Şükr Kurbanı: Bu da yine hacıların Hacc yaparken Mekke’de kestikleri kurbandır ancak farz değil, hacının kendi arzusuyla ekstradan kesilen kurbandır. Temettü ve Kır’an Haccı yapan kişilerin, aynı mevsimde Hacc ve Umre’yi birlikte ifâ ettikleri için, bu kurbanı “şükür” amacıyla ve kendi arzularıyla kesmektedirler. Bu kurbanın etinden sahipleri istifade edebilir. 

4 – Kefaret Kurbanı: Hacc’da bir kusur işleyen ve cezaî yaptırım gerektiren bir hatada bulunan hacı adayının kesmesi gereken kurbandır. Buna “Ceza Kurbanı” da denir. Hacı adayı eğer Kefaret Kurbanı kesmesini gerektiren bir kusur işler de buna rağmen bu kurbanı kesmekten imtina ederse, yaptığı hacc makbul olmayabileceği için mutlaka kesmesi icab etmektedir.

Her dört kurban da aynı zamanda kesilir. Bunlardan üçünü hacılar Mekke’de, diğerini de Hacc’a gitmemiş olan Müslümanlar tüm dünya genelinde keserler.

Hacc (Kurban Bayramı) zamanının dışında da kesilen pekçok kurban vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1 – Akika Kurbanı: Yeni doğan bebek için “şükür” amacıyla kesilen kurbandır. Bu kurbanı kesmek “sünnet”tir; doğduğu aynı günde çocuğa isminin verilmesi ve saçının kesilerek ağırlığınca altın tasadduk edilmesi ise “müstehab”dır. Akika Kurbanı olarak kesilecek hayvanda da diğer kurbanlarda aranan şartların aynısı aranır. Akika Kurbanı, çocuğun doğduğu günden büluğ çağına kadar kesilebilir, ancak doğumun 7. günü kesilmesi daha faziletlidir. Akika Kurbanı’nın etinden ve derisinden kimlerin yararlanabileceği konusunda herhangi bir sınırlama getirilmemiştir. Kurban sahibi, yani bebeğin anne – babası dahil, herkes bu kurbandan istifade edebilir.

2 – Nezir Kurbanı: Buna “Adak Kurbanı” da denir. Eğer bir kişi, bir arzusunun ve dileğinin gerçekleşmesi için adak adamış ve sonra o arzusu ve dileği yerine gelmişse, o kişinin kurban kesmesi gerekmektedir. Adak Kurbanı’nın (Nezir Kurbanı) çok ama çok önemli bir özelliği vardır: Adak Kurbanı’nı kesen kişi, kestiği hayvanın etinden bir lokma bile yiyemez, etin tadına bile bakamaz. Sadece kendisi değil, akrabalarından hiç kimse yiyemez bu kurbanın etini. Kurbanı kesen kişinin usûlü (soyundan geldiği kimseler; yani annesi, babası, dedesi, ninesi, teyzesi, halası, amcası, dayısı vs.) ve fürûu (soyundan gelen kimseler; yani oğlu, kızı, torunları, yeğenleri vs.) hiç kimse bu hayvanın etinden bir parça bile ağzına götüremez, etin tadına bile bakamaz, suyunu bile içemez. Aynı şekilde, Adak Kurbanı olarak kesilen hayvanın eti, kesen kişinin tüm akrabalarına haram olduğu gibi, akraba olsun veya olmasın, tüm zenginlere de haramdır. Bu kurbanın etinden yiyebilmek için, birincisi, kesen kişiyle akraba olmamak gerekir, ikincisi, fâkir olmak gerekir. Diyelim ki siz çok fâkirsiniz, bir lokma ekmeğe bile muhtaçsınız ama bu kurbanı kesen kişiyle akrabasınız; yiyemezsiniz! Aynı şekilde, diyelim ki siz bu kurbanı kesen kişiyi hiç tanımıyorsunuz bile, ama zenginsiniz, varlıklı bir insansınız; yiyemezsiniz! Çünkü siz Allâh’tan bir dilekte bulundunuz, arzunuzun kabul olması halinde adak adayacağınıza dair Allâh’a söz verdiniz; Allâh-û Teâlâ da bu dileğinizi kabul etti ve siz muradınıza erdiniz. Bu kurbanı onun için kesiyorsunuz.

3 – Şükr Kurbanı: Hacıların Mekke’de kestikleri Şükr Kurbanı haricinde başka çeşit bir Şükr Kurbanı daha vardır. Hacc ile ilgili olmayan bu Şükr Kurbanı, herhangi bir mecburiyet olmaksızın, “sadaka” niyetiyle kesilen kurbandır. Ulaşmak istediği bir hedefe ulaşan, güzel bir iş bulan veya ev, araba gibi zenginlik sahibi olan, evlenen, herhangi bir ağır hastalıktan kurtulan kişiler tarafından kesilebileceği gibi, olmamış ama olabilecek herhangi bir kazadan beladan korunmak amacıyla da kesilebilir.

4 – Kabir Kurbanı: Vefât etmiş herhangi bir aile büyüğü için kesilen kurbandır. Buna “Nafile Kurban” da denir.

Kurbanın vücubiyetinin belli başlı şartları vardır ve kurban ibadetiyle yükümlü olmak için bu şartlara haiz olmak gerekmektedir. Bu şartlar şunlardır:

1 – Müslüman olmak: Müslüman olmayan için kurban anlamsızdır. Onun kestiği et kurban sayılmaz.

2 – Akıl baliğ ve ergenlik çağında olmak: Hanefîler’de tercih edilen hükme göre ve Şafiîler’de, akıllı ve büluğ çağında olmayan kişi zengin olsa da, onlar için kurban kesmek gerekli değildir.

3 - Misafir olmayıp mu’kim olmak: Hanefîler’e göre seferî durumundaki kişiye kurban vacib değildir, fakat müstehab olarak kesebilir. Diğer üç mezhebde ise, seferî kişiler içinde kurban kesmek, mu’kim kimselerde olduğu gibi sünnettir. Ancak Malikîler’e göre, Hacc vazifesiyle meşgul kimseye ayrıca kurban gerekmez. Hanefîler’de ise Hacc görevini yapan kişi, eğer Mekke’de en az 15 gün ikamete kararlı ise, onun için ayrıca kurban da gerekir. (9)

4 - Yeterli maddî imkâna sahip olmak: Kurban için yeterli zenginlik, kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında, bayram günlerinde 20 miskal (85 gr) kadar altın veya bu değerde para ve mal varlığına sahip olmaktır. Bu da fıtr sadakası için gereken zenginlik ölçüsü ve nisab miktarıdır. Bunda, zekât nisabı gibi üzerinden bir yıl geçme şartı aranmaz. Şafiî mezhebinde ise, kurban için zenginlik şartı yoktur. Bayram günlerinde aslî ihtiyaçları dışında, bir kurbanlık alabilecek imkâna sahib olan için kurban kesmek sünnettir. Ancak gerek Hanefîler’de gerek Şafiîler’de, gerekli imkâna sahib olmayan kimsenin, zorlama ve borçlanmayla kurbanlık almasının gereği yoktur. Hanefî mezhebinde, zenginlik sınırına ulaşmamış kişinin kestiği kurbanın adak yerine geçeceği ve etinden yiyemeyeceği şeklinde bir görüş varsa da, tercih edilen asıl görüşe göre, özellikle adak niyetiyle almadıkça, fâkir de kestiği kurbanın etinden yiyebilir.

Kurban ibadetinin Allâh katında makbul olması için, sadece kurbanı kesende değil, kesilen kurbanda da aranan bazı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:

1 – Kurbanlık hayvanın cinsi ve yaşının tutması: Kurban yapılması caiz olan hayvanlar, koyun, keçi, sığır, manda ve devedir. Yani büyükbaş hayvanlardır. Bunların erkeği ve dişisi farketmez. Kurbanlık davarların en az bir yaşını doldurmuş olması gerekir. Fakat Şafiîler’e göre, keçinin iki yaşını doldurması lazımdır. Sığırların iki yaşını doldurması, develerin ise beş yaşını bitirmesi gerekir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Burada yaş ölçüsü Qamerî yıla (Ay takvimine) göre, yani 354 güne göre hesaplanır. Koyun ve keçi bir kişi için kurban olabilir. Sığır ve deve ise en çok yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir. Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheblerine göre, eğer aile içinde olursa bir davar veya sığır, kişi sayısına bakılmaksızın, bütün bir aile halkı için kurban edilebilir. (10)

2 - Kurbanlık hayvanın kusurlu olmaması: Bir veya iki gözü kör, yürümeyecek kadar topal, aşırı derecede zayıf veya hasta hayvanlardan kurban olmaz. Kulağının çoğu kesik, boynuzu kökten kırık, dişlerinin çoğu dökülmüş, kuyruğunun çoğu kesilmiş, doğuştan kulaksız veya kuyruksuz hayvanlar da kurban olmaz. Kendisine kurban vacib olmayan fâkir veya misafir kimseler için, bu kusurlar kurbana engel değildir.

3 – Kurbanın özel vaktinde kesilmesi: Kurban kesme vakti, Kurban Bayramı’nın birinci günü bayram namazından sonra başlar, üçüncü günü akşamına kadar sürer. Kurban (udhiye), “eyyâmı nahr” (kurban kesme günleri) denilen Zilhicce ayının 10., 11. ve 12. günleri kesilir. Kurban kesim vakti, bayram namazı kılınan yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra, bayram namazı kılınmayan yerlerde ise ikinci fecrin doğumundan sonra başlar; Zilhicce’nin 12. günü güneş batıncaya kadar devam eder. Bu geçen süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüzleri kesilmesi uygundur. Kurbanı bayramın birinci günü kesmek daha faziletlidir. Diğer kurbanlarda ise herhangi bir vakit sözkonusu değildir. Şafiîler’e göre dördüncü günün sonuna kadardır, yani tüm bayramın sonuna kadar. Vaktinde kurbanını kesemeyen kimse, mevcutsa aynı hayvanı, kaybolmuşsa değerini, satın alınmamışsa bir koyun bedelini tasadduk eder.

4 – Kurbanın kurban niyetiyle kesiminin yapılmış olması: Kurban yapanın niyetinin et değil, kurban olması şarttır. Kurbanlık bir sığıra vacib veya müstehab olarak ortak olanlardan birinin niyeti et olsa, yahut biri İslâmdışı olsa, Hanefiler’e göre bütün hisseler sadece “et” olur, “kurban” olmaktan çıkar. Şafiîler’e göre ise, böyle bir ortaklıkta niyeti kurban olanların hissesi, “kurban” olarak sahih olur. (11)

Kurbanı, kişinin kendisi kesebileceği gibi, vekâlet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde ise bildiğiniz gibi vekâlet caizdir. Vekâlet yoluyla kurban kestiren kişi kendi bulunduğu yerde birine vekâlet verebileceği gibi, başka bir yerdeki kişi veya kuruma da vekâlet verebilir. Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak ya da telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir.

Allâh’ın sevgili elçisi Hz. Mûhâmmed (anam, babam ve çocuklarım O’na fedâ olsun), kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Yani kesilen kurbanın üçte biri evde kalabilir; kesen kişi bunu kendisine ayırabilir. (12)

Kurbanın derisi, bir fâkire veya hayır kurumuna verilmelidir. Hz. Peygamber (saw), Vedâ Haccı’nda Hz. Ali (as)'ye, kurban olarak kesilen develerinin başında durmasını ve bunların derileri ile sırtlarındaki çullarını sadaka olarak vermesini, kasap ücreti olarak bunlardan bir şey vermemesini emretmiştir. (13)

Bayram günleri mutlak ve halis ibadet günü olmadığı gibi, katıksız eğlenme günü de değildir. Bu iki hususu bir arada toplayan günlerdir. Bayramları, ibadet ve taatten tecrit edip, sadece oyun, eğlence, zevk ve safâ günü olarak anlamak yanlış olduğu gibi, meşru oyunlardan ve mübah eğlencelerden tecrit edip, sırf bir ibadet ve taat günü olarak anlamak da hatalıdır. Çünkü insanın manevî varlığı yanında, maddî varlığının da beslenmeye ihtiyacı vardır. İbadet ve taatlarla ruh ve kalp gibi manevî varlığımız tatmin edildiği gibi çeşitli ikram ve ziyafetlerle, belli ölçüler içinde yapılan meşru oyun ve eğlencelerle de maddî varlığımız tatmin edilmiş olur. Meşru sınırlar içinde yapılan oyun ve eğlenceler, bayramların özünde mevcuttur. Nitekim Hz. Peygamber, bir bayram günü Habeşliler tarafından oynanan kalkan ve mızrak oyununu Hz. Aişe (sa) annemiz ile birlikte seyretmiş, yine Hz. Aişe annemizin evine misafirliğe gelen komşu kızlara bazı ezgiler söyletmesine ses çıkarmamıştır. (14)

Nitekim Sevgili Peygamberimiz (saw) Medine’ye hicret ettiklerinde, Medineliler’in eğlendikleri iki günleri vardı. Hz. Peygamber (saw): “Bu günler nedir?” diye sorduğunda Medineliler, “Biz cahiliyeden beri bu günlerde eğleniriz'” dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (saw), “Allâh size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram vermiştir” diyerek Ramazan ve Kurban bayramlarına işaret etmiştir. (15)

Kurban ibadetinin tarihi, insanlığın tarihiyle yaşıttır. Hz. Adem ve Hz. Havva’nın çocukları Habil ve Kabil ile başlar.

“(Ey Mûhâmmed) Onlara Adem’in iki oğlunun kıssasını haber ver. İkisi birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ deyince, öbürü de ‘Allâh, ancak kendisinden korkup sakınanlardan kurbanını kabul eder’ demişti.” (16)
Kurban kesmek, bütün semavî dînlerde insanı Allâh’a mânen yaklaştıran bir ibadet sayılmıştır. İbrahimî gelenekte kurban, başlıbaşına bir eylemdir.

Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmeye yeltenmesi olayı, Müslümanlar ve Yahudîler arasında ortak bir konu olmasına karşılık, kurban edilmeye çalışılan çocuğun İbrahim’in hangi oğlu olduğu noktasında ihtilaf vardır. Her iki çocuk da Hz. İbrahim’in oğludur ve ikisine de sonradan peygamberlik verilmiştir. Müslümanlar, Hz. İbrahim’in Hacer’den doğma oğlu İsmail’i kurban etmeye kalkıştığına inanırken, Yahudîler ise Hz. İbrahim’in Sara’dan doğma diğer oğlu İshaq’ı kurban etmeye kalkıştığına inanmaktadırlar. Bu husus, aynı zamanda Müslümanlar ile Yahudîler arasındaki ilk tarihsel ayrımdır. (Konumuzla ilgili değil ancak, Müslümanlar İsmail’in, Yahudîler ise İshaq’ın soyundan gelirler ve dolayısıyla “amcaçocukları”dırlar diye bir inanış da vardır)

Yahudîler’in kutsal kitâbı Tewrat’ta, Hz. İbrahim’in oğlu İshaq’ı kurban etmeye kalkışması olayı şöyle anlatılır:

“Râbb, İbrahim’e, ‘İshaq’ı, sevdiğin biricik oğlunu al ve Moriya bölgesine git. Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun’ dedi. İbrahim, ‘Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Râbb kendisi sağlayacak’ dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler. Râbb’in kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshaq’ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama Râbb’in meleği göklerden ‘İbrahim, İbrahim!’ diye seslendi. İbrahim, ‘İşte buradayım’ diye karşılık verdi. Melek, ‘Çocuğa dokunma’ dedi, ‘Ona hiçbir şey yapma! Şimdi Râbb’den korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin.’ İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu.” (17)

Âyetlerde geçen Moriya bölgesinin neresi olduğu veya neyin kastedildiği konusunda ihtilaf vardır. Bir görüşe göre “Moriya” coğrafî bir isim değil, “uzaktan görülebilen yer” veya “yüksek yer” anlamına gelen bir sözcüktür ancak bu çok zayıf bir görüştür; zira âyetler dikkatli bir şekilde okunduğunda orada özel bir bölgenin anıldığı anlaşılmaktadır. Onkelos Targumu’nda da “Moriya” sözcüğü “ibadet yeri, tapınma yeri” diye çevrilmiştir ancak oradaki ismin özel bir isim olduğu apaçık ortadadır. Talmud bilginleri Moriya’yı Mûr Dağı ile ilişkilendirmişlerdir. Mûr bitkisi ise Filistin’de bulunmaktaydı ve bu bitki oraya Arabistan’dan getirtiliyordu. Dolayısıyla o dönemde Filistin’de yaşayanların Arabistan’dan sözederken “mûr bitkisi diyarı” anlamında “Moriya” dedikleri sonucu çıkıyor ki, kanımca da bu gerçeğe en yakın görüştür. Burada “Moriya bölgesi” derken kastedilen, Arabistan’dır. (18)

Ancak Tewrât’taki bu âyetlerden, İshaq’ın İbrahim’in tek çocuğu olduğu mânâsı da çıkıyor ki, bu da kendi içinde başka bir çelişik durum arzetmektedir. Yani bu âyetler, bizzat Tewrât’ın başka âyetleri ile bir çelişki oluşturmaktadır. Zira Tewrât’ın başka bir âyetinde de, İbrahim’in diğer oğlu İsmail’den bahsedilmekte, hatta İsmail doğduğunda İbrahim’in kaç yaşında olduğu bile belirtilmekte, İsmail doğduğunda İbrahim’in 86 yaşında olduğu açıkça yazılmakta ve üstelik, bizzat Tewrât’ın kendi ifadesini doğru kabul edersek, İbrahim’in o esnada 86 yaşında olmasının yazılması, O’nun ilk oğlunun İsmail olduğu, dolayısıyla kurban edilmeye çalışılan çocuğun da bizzat İsmail olduğu Tewrât’ın kendi ifadeleriyle itiraf edilmektedir.

Tewrât’ta, İsmail doğduğunda İbrahim’in 86 yaşında olduğu yazılıdır. (19) Yine aynı Tewrât’ta, İshaq doğduğunda ise İbrahim’in 100 yaşında olduğu (20) yazılıdır. Şimdi bu ne demektir? İbrahim’in ilk çocuğunun İsmail olduğu, ikinci çocuk için bu kurban hadisesi hiçbir anlam ifade etmeyeceğine göre, kıssadeki çocuğun aslında İsmail olduğu bizzat Tewrât tarafından itiraf edilmiş olmuyor mu? Sadece Tewrât’ı kaynak alsak bile, İsmail İshaq’ın ağabeyidir; hem de ondan tam 14 yaş büyüktür.

Bu da gösteriyor ki, Tewrât’tan ilk naklettiğimiz âyetlerde İsmail ismi yerine oraya İshaq yazdıranlar Yahudîler’in kendileridir. Çünkü ortada çok açık bir çelişki sözkonusudur. Hatta hatta, Tewrât’ta İbrahim ve İsmail’den o kadar ayrıntılı bir şekilde bahsedilmektedir ki, kaç yaşında sünnet oldukları bile yazılmaktadır. Tewrât’ta yazıldığına göre, Allâh onlara sünnet olmalarını emrettiğinde ve İbrahim ile oğlu İsmail birlikte sünnet olduklarında, İbrahim 99, İsmail ise 13 yaşındaydı. (21) Düşünün, İsmail 13 yaşında sünnet olduğunda bile kardeşi İshaq henüz doğmamıştır.

Tewrât’ın başka âyetlerinde zaten İsmail’in İbrahim’in ilk çocuğu olduğu da açıkça yazılmaktadır. O halde ilk verdiğimiz âyetlerde geçen “biricik oğlun İshaq’ı al ve git” ifadesi de ne ola ki? Bakın şu âyetler Tewrât’tan:

“Ve İbrahim’in zevcesi Sara’nın hiçbir çocuğu yoktu. O’nun, Mısırlı bir hizmetçisi vardı. Adı Hacer idi. Sara, İbrahim’e dedi ki, ‘Bak, Allâh beni çocuk sahibi olmaktan mâhrum etmiştir. Onun için sen, benim hizmetçimin yanına git. Belki böylece evimiz neş’e ile dolar.’ Ve İbrahim Sara’nın dediğini yaptı. Ve İbrahim Kenan ülkesinde (Filistin – Lübnan bölgesinin tarihsel ismi – İ. S.) on seneden beri kalıyordu. Ve işte o sıralarda karısı Sara, kendi hizmetçisini O’na verdi ki, O’nun karısı olsun. Ve O, Hacer’in yanına gitti ve O, hamile kaldı.” (22)

“Allâh Meleği O’na dedi ki, ‘Sen hamilesin ve sen bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin. Onun adını İsmail koy.” (23)

Buyrun burdan yakın!... Şimdi bu ne oluyor? Burada açıkça ilk çocuğun İsmail olduğu yazılmıyor mu? İlk çocuk İsmail’se, diğer âyetteki “biricik oğlun İshaq’ı al ve git” de ne oluyor? İlk çocuk İsmail’se kurban edilmeye çalışılan da odur. Zira ikinci çocuk için böyle bir kıssanın anlamı yoktur.

Hele bakın bakın, Allâh aşkına Tewrât’taki şu âyetlere bakın:

 “Ve Allâh İbrahim’e dedi ki, ‘Senin karın Sara’dan da sana yine bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını İshaq koyarsın. O, gelecek yıl aynı tarihte Sara’dan doğacaktır. O zaman İbrahim, oğlu İsmail’i ve evin diğer erkeklerini yanına aldı. Ve aynı gün Allâh’ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim doksan dokuz yaşında sünnet oldu. İsmail ise sünnet olduğu zaman on üç yaşında idi.” (24)

Siz bu âyetlerden ne anlıyorsunuz? Daha İshaq hiç ana rahmine bile düşmemişken, Allâh İsmail’in sünnetinden ve hatta, evin içindeki başka erkek çocuklardan da bahsetmektedir.

Üstâd Ebû’l- Âlâ el- Mewdûdî, Tewrât’taki bu âyetleri yorumlarken şöyle demektedir: “Bu ifadeler ile Tewrât’ın içine düştüğü çelişki kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki, on dört yaşına kadar İsmail, İbrahim (as)’ın tek evlâdı idi. Şayet Allâh (cc), Tewrât’ın Tekwîn bâbının 22: 1 – 2. âyetlerinde belirtildiği üzere, İbrahim (as)’den tek evlâdının kurban edilmesini istemişse, Tewrât’ın diğer âyetlerine göre kurban edilmesi istenen olsa olsa Hz. İsmail’dir. Yok eğer Allâh (cc), Hz. İshaq’ın kurban edilmesini istemişse, o zaman O’nun İbrahim (as)’ın tek evlâdı olduğunu söylemesi yanlış olur.” (25)

Qûr’ân-ı Kerîm’de ise, kurban edilecek çocuktan sözedilirken, bu çocuğun “yumuşak huylu bir erkek çocuk” (26) olduğundan bahsedilmiş, ancak ismi belirtilmemiştir.

Qûr’ân-ı Kerîm’de İshaq’ın doğacağına dair verilen müjdede, O’nun hakkında “ilim sahibi” (27) tabiri kullanılmış, “Biz seni âlim bir evlâd ile müjdeliyoruz” (28) denilmiştir. Ancak Saffât Sûresi’nde müjdelenen çocuk “hâlim / uslu” (29) olarak beyan edilmiştir. Demek ki her iki çocuk, farklı huy ve karaktere sahib idiler. İsmail’in karakterinin belirgin özelliği “hilm”, yani “usluluk”tur; İshaq’ın karakterinin belirgin özelliği ise “ilm”, yani “bilgelik”tir. Âyet-i kerîmede kurban edilmesi istenen çocuğun “âlim” değil, “hâlim” olduğu belirtilmiştir.

Allâh-û Teâlâ Qûr’ân-ı Kerîm’de İbrahim’in iki oğlundan bahsederken, isimlerini doğum sırasına göre vermiş, önce İsmail’in ondan sonra İshaq’ın adını zikretmiştir:

 “Bana ihtiyârlığımda İsmail ve İshaq’ı bahşeden Allâh’a hamd ederim.” (30)

Bütün bu anlattıklarımızdan ayrı olarak, bir kere İshaq’ın doğacağı İbrahim’e müjdelenirken bile, İshaq için kurban hadisesi diye bir olayın sözkonusu bile olmadığı tâ en başından belli oluyor. Allâh-û Teâlâ, İbrahim’in hânımı Sara’ya, İshaq’ın doğacağını müjdelenirken, daha doğmamış ve yeni müjdenelen İshaq’ın da çocuğunu (Hz. Yaqub) müjdelemektedir. Yani İshaq müjdelenirken, İbrahim’e ve Sara’ya yalnızca oğlu değil, torunu da aynı anda müjdelenmektir. Hem de isimleriyle birlikte:

 “Biz de O’na (İbrahim’in zevcesi Sâra’ya) İshaq’ı, O’nun ardından da Yaqub’u müjdeledik.” (31)

Hz. İshaq Hz. İbrahim’in oğlu, Hz. Yaqub da Hz. İshaq’ın oğludur. Allâh-û Teâlâ İbrahim ve Sara’ya İshaq’ı müjdelerken, İshaq’ın çocuğu Yaqub’u da müjdelemektedir; aynı anda. Dolayısıyla İbrahim ve Sara, bebekleri İshaq’ın Yaqub adında bir oğlunun olacağını daha İshaq doğmadan bilmektedirler. Bu da demektir ki, eğer kurban edilmesi istenen çocuk gerçekten İshaq olsaydı, İbrahim ve Sara bu talebe inanmaz, bunun Şeytan’dan gelen bir vesvese veya sadece bir rüya olduğuna inanırlardı. Kurban kıssasında, İbrahim’in Allâh’a bir kez bile olsun “Hani bu oğlumun da bir oğlu olacaktı, bize böyle müjdelemiştin. Öyleyse neden onu kurban etmemizi istiyorsun?” diye itiraz ettiklerine dair hiçbir kayıt yoktur. Çünkü kurban edilen bir çocuğun büyüyüp de evlenmesi, sonra Yaqub adında bir oğlunun olması mümkün değildir. Oysa İbrahim ve Sara, o çocuğun da Yaqub adında bir çocuğunun olacağını daha başından bilmektedirler. (32) Üstâd Ebû’l- Âlâ el- Mewdûdî de bu hususta aynı şeyleri söylemektedir. (33)

Tewrât’ın ilgili âyetlerinde tahrifat olduğunu, orada İsmail isminin silinip İshaq olarak Yahudî keşişler tarafından yazıldığını net bir şekilde görmekteyiz. Hem Qûr’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmelerden, hem de bizzat Tewrât’ın diğer kendi âyetlerinden bu çok açık olarak belli olmaktadır. Hatta hatta, Barnabas İncili’ne baktığımız zaman, orada bu gerçek bir kez daha çıplak olarak görülmektedir.

Barnabas İncili’nde kurban kıssası şu şekilde anlatılmaktadır:

 “Allâh İbrahim’le konuştu ve ona dedi ki: ‘İbrahim, tüm dünya Allâh’ın seni ne kadar sevdiğini biliyor; fakat senin Allâh’a olan sevgini dünya nasıl bilecek? Mutlaka Allâh sevgisi için birşey yapman gerekiyor.’ İbrahim cevap verdi: “Bak, Allâh’ın kulu Allâh’ın dileyeceği herşeyi yapmaya hazırdır.’ Sonra Allâh İbrahim’e şöyle seslendi: ‘Oğlunu, ilk doğan İsmail’i al ve dağa çıkıp onu kurban et.’” (34)

Barnabas İncili’nin diğer bir âyetinde ise Allâh Hz. İsa’ya şöyle seslenmektedir:

 “Ey Allâh’ın kulu İsa! Kalk Allâh’ın sözünü yerine getirmek için, Allâh’a bir tanecik oğlu İsmail’i kurban etmek isteyen İbrahim ve oğlunu hatırla ki, bıçak (çocuğu) kesmeyince, (O’na) bir koyun (ihsan ederek) kurban etmesini bildiren benim sözümü hatırla. Sen de böyle yapacaksın.” (35)

Qûr’ân-ı Kerîm’de kurban kıssası detaylı bir şekilde anlatılmakta, fakat çocuğun ismi zikredilmemektedir.

Qûr’ân’da İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye girişmesi olayı şöyle anlatılmaktadır:

 “İbrahim şöyle dedi: ‘Ben Râbbim’e (O’nun emrettiği yere) gideceğim. O bana yol gösterecektir.’

 ‘Ey Râbbim! Bana sâlihlerden olacak bir çocuk bağışla.’

Biz de O’na uysal bir oğul müjdeledik.

Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim O’na, ‘Yavrum, ben rüyâmda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?’ dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallâh beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.

Nihayet her ikisi de (Allâh’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de O’nu (boğazlamak için) yüzüstü yere yatırınca O’na şöyle seslendik:

 ‘Ey İbrahim! Gördüğün rüyânın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz Biz iyilik yapanları böyle mükâfâtlandırırız. Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.’

Biz (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek O’nu (İsmail’i) kurtardık.

Sonradan gelenler arasında O’na güzel bir nam bıraktık.

İbrahim’e selam olsun.” (36)

Selamun alâ İbrahim...

Selamun alâ İbrahim...

Selamun alâ İbrahim...

İbrahim’e selam olsun... Selam olsun... Selam olsun...

Balkanlar’ın dertli coğrafyasından İbrahim’e selam olsun...

Arnavutluk’un mütevazi köylerinden, Makedonya’nın güzel şehirlerinden İbrahim’e selam olsun...

Akdeniz’in masmavi sularından İbrahim’e selam olsun...

Mavi Marmara gemisinden, Negev Çölü’ndeki “özgürlük hapishanesi”nden İbrahim’e selam olsun...

Dicle ve Fırat’ın suladığı bereketli topraklardan, “Adını Arayan Coğrafya”nın nehir bakışlı çocuklarından ve şiir kokulu kadınlarından İbrahim’e selam olsun...

Alpler’in zirvesinden, İsviçre’nin şelâlerinden, Almanya’nın göllerinden, Avusturya’nın dağlarından, Çekistan’ın yollarından, İtalya’nın köylerinden ve Liechtenstein’in çiçek yüzlü insanlarından İbrahim’e selam olsun...

Mısır vadisinden, Nil deltasından, Kahire’nin tarih kokan sokaklarından İbrahim’e selam olsun...

Pakistan’ın pak insanlarından, Keşmir’in gümüş ırmaklarından, Himalaya eteklerinden İbrahim’e selam olsun...

Selam olsun... Selam olsun... Selam olsun...

İbrahim’e selam olsun...

 

sediyani@gmail.com

 

DİPNOTLAR:

(1) : Hacc, 28

(2) : Hacc, 34

(3) : Hacc, 37  

(4) : Âl-i İmrân, 183

(5) : Kewser, 2

(6) : Tirmizî; El- Edahî, cilt 11, hâdis no 1507

(7) : İbn-i Mâce, El- Mûsned, cilt 2, sayfa 321

(8) : - Tirmizî, El - Edahî, cilt 18; İbn-i Mâce, El - Mûsned, cilt 2

(9) : - Kâsanî, Bedâi’us- Sanaî, cilt 5, sayfa 63; Şûr’un- Bilâlî, Haşîyet’ud- Dûrer, cilt 1, sayfa 265

(10) : İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Wehbe Zuhaylî, cilt 4, sayfa 410

(11) : Hâtib Şerbinî, Muğn’il- Muhtac, cilt 4, sayfa 380, Beyrut 1997 

(12) : Ebû Dawûd, Dahâyâ, cilt 10

(13) : Ebû Dawûd, El- Menasiq, cilt 20

(14) : - Buharî, El- İdeyn, hâdis no 3; Mûslîm, El- İdeyn, hâdis no 16

(15) : - Ebû Dawûd, Es- Salât, hâdis no 245; Nesaî, Salât’ul- İdeyn, madde 1; Tecrîd-i Sarih, cilt 3, sayfa 157

(16) : Mâide, 27

(17) : Tewrât, Tekwîn 22:2, 8. – 13. âyetler

(18) : İslam Ansiklopedisi, cilt 23, sayfa 80, Türkiye Diyanet Vakfı

(19) : Tewrât, Tekwîn 16, 16. âyet

(20) : Tewrât, Tekwîn 25, 5. âyet

(21) : Tewrât, Tekwîn 17, 15. - 25. âyetler 

(22) : Tewrât, Tekwîn 16, 1 - 3. âyetler

(23) : Tewrât, Tekwîn 16, 11. âyet

(24) : Tewrât, Tekwîn 17, 15. - 25. âyetler

(25) : Mewlânâ Ebû’l- Âlâ el- Mewdûdî, Tefhîm’ul- Qûr’ân, cilt 5, sayfa 31

(26) : Saffât, 101

(27) : Zariyât, 28

(28) : Hicr, 53

(29) : Saffât, 101

(30) : İbrahim, 39

(31) : Hûd, 71

(32) : Tarih-i Taberî, cilt 1, sayfa 183

(33) : Mewlânâ Ebû’l- Âlâ el- Mewdûdî, Tefhîm’ul- Qûr’ân, cilt 5, sayfa 32

(34) : Barnabas İncili, bölüm 44, sayfa 121

(35) : Barnabas İncili, bölüm 13, sayfa 68

(36) : Saffât, 99 – 109

 

  

Yorumlar