Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –8

  /   5409   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Sa te rrish kot puno kot.

(Boşuna duracağına boşuna çalış.)

Arnavut atasözü

 

Dağ başındaki Mangull köyünde yaptığımız birinci etap kurban dağıtımlarının ardından, dağıtımın ikinci ve son kısmı için, dağdan yokuş aşağı kısa bir yolculuktan sonra ovaya inmiştik.

Mangull köyünün sadece 6 km aşağısındaki Mulet köyüne varmamız yalnızca birkaç dakikamızı almıştı.

Tiran ilinin (Qarku i Tiranës) Petrele ilçesine (Kalaja e Petrelës) bağlı bir köy olan Mulet, 1500 nüfûslu büyükçe bir köy ve başkent Tiran’a 16 km mesafede kurulu bir yerleşim birimi.

Şoförümüz Fatmir Isufi, minibüsü köyün tam ortasına sürdü. Mangull’daki kurban hisselerini köyün tepesinde, dağ başındaki bir okulun önünde, etrafında hiçbir binanın olmadığı, köy evlerinin sadece uzaktan göründüğü bir noktada dağıtmıştık. Mulet’teki kurban hisselerini ise, köyün tam ortasında dağıtacağız.

Mangull, tıpkı çizgi film kahramanı küçük Heidi’nin yaşadığı, İsviçre’deki dağ köyleri gibiydi. Mulet ise, Anadolu’da, küçük olmasına rağmen anayola yakın olduğu için hareketli olan köyler gibi.

Minibüsümüz ve bizle birlikte olan diğer araçlar, Mulet köyünün orta yerinde, bir okulun önünde durdu. Okulun kapısında şöyle bir yazı vardı: “Mirese Vini Nxenes te Dashur”.

Yani; “Sevgili Öğrenciler Okulunuza Hoşgeldiniz”.

Çok güzel şeylerdi bunlar...

Mangull’daki okul dağ başındaydı ve etrafında herhangi bir çeper yoktu, yanında başka bina da bulunmuyordu. Dolayısıyla dağıtımı okulun binasının önünde yapmıştık ve afişleri de, okulun duvarlarına ve pencerelerine asmıştık. Fakat Mulet’teki okulun kendi bahçesi ve alanı var; etrafı duvarla örülü. Dolayısıyla okul kapalı olduğu için, binasının duvarlarına değil, bahçe duvarına asmıştık afişleri. Üstelik bir başına da değil okul; etrafında bir sürü evler var.

Dağıtım aynı şekilde gerçekleştirildi. Bütün kurban hisseleri sahiplerine sorunsuz teslim edildi; hiçbir arbede veya tatsızlık da yaşanmadı. Mangull’da olduğu gibi, Mulet’te de köylülerle kaynaşmamız, “farklı diller konuşsak da aynı dili konuşan” sohbetimiz, bayramlaşmalarımız, bize unutulmaz bir bayram hatırâsı bırakmıştı.

Mangull ve Mulet’te, bu iki köyde yaptığımız kurban dağıtımları saatler sürmüştü. Bayram namazından sonra saatler süren bir kurban kesim işi (ki halen bitmemişti ve İba köyünde devam ediyordu) ve öğleden sonra da, saatler süren kurban dağıtımı.

Bütün bunlar “yorgunluk” demekti ama, “tatlı bir yorgunluk” tabiî ki. Hiç kimsede herhangi bir şikâyet belirtisi olmadığı gibi, herkes yaptığı her şeyden zevk alarak yapıyordu.

Kurban dağıtımlarını bitirdikten sonra köylülerle helâlleştik ve İba köyüne geri dönmek üzere araçlarımıza bindik. Yolda giderken, hepimizin içinde bir huzur vardı ama içlerinde en huzurlu olan bendim. Çünkü benim işim tamamen bitmişti. WEFA’nın hem kurban kesimleri, hem de kurban dağıtımları, herşeyi bitmişti. Benim için bundan sonrası, sadece İHH’ya yardım. İHH ki, biz WEFA’nın kurbanlarını dağıtmak üzere İba’dan ayrıldığımızda, onların daha kurbanları bile kesilmeye başlanmamıştı. Millî Görüş’ün kurbanları kesiliyordu biz İba’dan ayrıldığımızda.

İba köyüne vardığımızda, karanlık çökmüştü. Demek yaptığımız işi öylesine keyifle yapıyorduk ki, hava kararmasa, saatlerdir dağıtımla uğraştığımızın farkında bile olmayacaktık. O kadar ki, bize sanki gidip iki güzel köyde tur atıp geldik gibi gelmişti. Hatta şaşırmıştık bile havanın karardığını görünce, “Aaa, ne çabuk akşam oldu?” diyerek. Oysa kaç saattir ayaktaydık, sabahın 4’ünden beri; bir buçuk saatlik bir öğle yemeği ve molası dışında da hiç dinlenmeden çalışmıştık.

Mezbahaya dönünce, burada bıraktığımız arkadaşlarımızla selamlaştık ve tekrar aralarına karıştık. Umduğumuz gibi çıkmıştı: Millî Görüş’ün kurbanları bitirilmiş; İHH’nın kurbanları kesilmeye başlanmıştı. Sevindik buna.

Selam verdik arkadaşlarımıza. Sadece arkadaşlara mı? Onlara selam veririz de, Erzeni Nehri’ni unutur muyuz? Unutmayız tabiî. Selamın en güzelini, en büyüğünü Erzeni’ye verdik. Aldı selamımızı Erzeni; aldı, biliyorum.

Gece karanlığında daha bir güzel akıyordu Erzeni, daha bir güzeldi suları; daha bir ışıl ışıl.

Güneş ışığının altında, küçük bir çocuk gibiydi Erzeni. Ay ışığının altında ise, genç bir kız gibi. Ay ışığı düşmüş de sularına, hangisi daha güzel, hangisi hangisini daha da güzelleştirmiş; karar vermesi çok zor. Gökteki ayın öylesine hareketsiz durup nehir sularını hayranlık dolu gözlerle seyretmesine bakılırsa, Erzeni daha güzel.

Dikkat et Erzeni, kem gözler var üzerinde; dikkat et.

Ateş üzerinde çay kaynatmıştı arkadaşlar. Güzeldi bu. Dağ başındaki bir köyde, şırıl şırıl akan bir nehrin kenarında, ayışığı altında, gece karanlığında. Hava da serin üstelik. Bugün tüm gün güneşli bir hava vardı, sıcaktı ve çok güzeldi. Fakat gece, biraz serin olmuştu.

Oturup katıldık biz de çay sohbetine. Hoş bir ortam hakikaten; hele bizim gibi Batı Avrupa’dan gelenler için, rüyâsı bile lüks. Hiç bitmesini istemiyordum bu saatlerin, bu günlerin. Dönüşü olmasaydı keşke bu seyâhatin. Hem, nereye döneceksin ki?

Sohbet güzel elbet; ancak Arnavutlar’ın, yani oranın yerlilerinin, bizi misafir edenlerin anlattıkları, kanımızı donduruyor adetâ.

Komünizm’in yıkılmasının üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemiş doğru dürüst. Bu da demektir ki, burada gördüğümüz, konuştuğumuz hemen herkes, o dönemin canlı bir şâhidi. Herkes, “yaşayan bir tarih” yani. Arnavutluk’taki sohbetlerimiz esnasında, o dönemi, oranın insanlarının ağzından da dinleme imkânına kavuştuk. Anlatılanlara inanmak hakikaten güç. Ve, hepsi de gerçek! Kulaktan duyma veya kitaptan okuma değil, hepsi de bizzat yaşanmış, yaşayanların ağzından dinlediğimiz şeyler.

Kötü yönleri çok, ama, iyi yönleri de var:

Namaz kılmanın cezası İDAM.

Çocuğunuzu sünnet ettirmenizin cezası İDAM, artı, bütün ailenizin ve akrabalarınızın sürgün edilmesi.

Otomobilinize “Bismillâh” diyerek binmeniz bile, evet, sadece bu davranışınızın cezası, 7 yıl hapis!

Fırından ekmek çalmanın cezası 3 yıl. Çaldığınız eşyânın değeri 10 Lek’in üzerindeyse, hapis 7 yıl.

Sokakta yürürken bir bayana laf atmanın cezası, hapis. Süresi, atılan lafa göre değişiyor. Bayanın güzel olması “hafifletici sebep” sayılmıyor.

Zinânın cezası, erkeğe İDAM, kadına SÜRGÜN. (Kadına idam yerine sürgün cezası verilmesinin sebebi, pozitif ayrımcılık değil, “çocukların annesiz kalmaması” düşüncesi)

Zorla tecavüz etmenin cezası hem İDAM, hem de bütün ailenize ve sülâlenize SÜRGÜN. (Bu kanun Türkiye’de uygulansa iyi olur; nüfûsumuz epey azalır o zaman. “Tecavüz kültürü” konusunda sanırım İslam dünyasının “ağabeyi”, Ortadoğu ve Balkanlar’ın “lideri”, Avrupa Birliği’nin “imtiyazlı ortağı”, NATO’nun “yükselen yıldızı” ve aynı zamanda Doğu ile Batı arasında “köprü” durumundayız.)

Sohbet esnasında, Arnavutlar’dan biri, henüz küçük bir çocukken sünnet olduğunu söyledi. Hepimiz şaşırdık tabiî bu duruma ve “Nasıl oldu?” diye sorduk. Komünizm döneminde sünnet olmanın cezası İDAM olduğu için, oradaki birinin çocukken sünnet olduğunu söylemesi, mutlaka bunun nasıl gerçekleştiğini sormanız gereken bir olaydır.

İsterseniz, kendi ağzından dinleyelim hikâyesini:

“Biz inançlı bir aileyiz. Oturduğumuz mahallede, ulemâ kökenli bir dede vardı. Babası, babasının babası, hepsi büyük âlimmiş; medreselerde dersler veriyorlarmış. Kendisi de öyle ama hiçbir şey yapamıyordu. Yasaktı. Namazlarını bile gizli kılıyordu bu hoca. Bir gün inat etmiş, dayanamamış, ‘Mahalledeki çocukları sünnet ettireceğim’ diye karar almış kendi kendine. Bulmuş bir sünnetçi. Sünnetçi diyorsam, eh işte, öyle bir meslek de yok ya, kimbilir kaç yıl öncesinden yadigâr! Bizim bu yaşlı hoca, mahalledeki inançlı aileleri biliyor zaten, arasıra gizli gizli sohbet de yapıyor onlara. Evlerine gidiyor.

Bu ailelere tek tek haber verdi. Benim anne babama da tabiî. Mahalledeki bir evin bodrumunu bu işe tahsis ettiler. Gizli yapacaklar ya sünneti. Bodrumda, evin altında. Her aile getirmiş çocuğunu o eve, gizlice bodrumda toplanmışlar.

Tam 23 tane çocuğuz... Kimimiz daha 2 yaşında, kimimiz 5, kimimiz 9, kimimiz 12. Düşünün; tam 23 tane çocuk. Hepimiz aynı anda sünnet olacağız, sırayla. Tek bıçakla hem de! Bıçak dediysem, eski püskü, paslı birşey! Çocukların mikrop kapma ihtimali çok yüksek, her türlü riski var. Birşey olursa, ki olma ihtimali büyük, doktora hastaneye de gidemezsin, anlaşılır çünkü sünnet olduğun. Aileler bu yasağa o kadar isyan etmişler ki, bütün bu riskleri göze alarak toplamışlar çocuklarını orda. Üstelik, kalabalık olmasın diye başlarında da durmamışlar çocukların. Aileler öz çocuklarını öyle oraya teslim edip evlerine geri dönmüşler.

Tam 23 tane çocuk, düşünün! Tak tak tak, peşpeşe sünnet olacaklar, sırayla; paslı bir bıçakla hem de. Ve ben kaçıncı sıradayım biliyor musunuz? 22. sırada! 23 çocuk arasında 22. sıradayım. Benden sonra sadece bir çocuk var. 21 çocuk sünnet olduktan sonra sıra bana gelecek.

O gece, o evin bodrumunda, hepimiz, tam 23 çocuk, aynı anda sünnet oluyoruz. Peşpeşe; tek bıçakla! İlaç yok, pansuman yok, narkoz yok; hiçbir şey yok. Sadece su ve bıçak var.

Sünnet olduktan sonra birkaç gün evden dışarı çıkmıyorum tabiî. Evde yataktayım, ailem bana bakıyor. Sadece eve misafir geldiğinde kalkıyorum, birşey farkedilmesin diye.

Bizim mahallede çok pis bir kadın var. Cadaloz gibi bir karı! Mahallede kimse sevmezdi onu. İşi gücü ordan oraya laf yetiştirmek, dedikodu, fesâdlık! Çirkin mi çirkin bir kadın hem de; onun suratına bakınca sanki bir cadının suratına bakıyordu insan. İşi gücü bütün gün mahallede ordan oraya, ordan oraya, nerde bir laf, fesadlık çıkarsa işte! Ordan alıp oraya taşımak, ordan alıp oraya taşımak!

Birkaç gündür beni sokakta oyun oynayan çocukların arasında görmüyor ya; işkillenmiş cadı karı! Sabah bizim eve geliyor babam işteyken; güyâ annemle oturup hoşbeş yapmak için. Halbuki derdi başka. Beni görmüyor ya çocuklar arasında, ‘haber’ kokusu alıyor!

Bense yataktan kalkmışım o gelmiş diye. Annemle sohbet ederken, habire göz ucuyla beni süzüyor cadaloz. Bir ara anneme şöyle diyor:

- Senin çocuğu kaç gündür görmüyorum sokakta oynarken. Benim çocuklar işte, merak etmişler arkadaşını. Hasta falan değildir umarım...

Korkudan titreye titreye şöyle diyor anam:

- Ha evet, yavrum birkaç gündür hastaydı. Üşütmüş galiba, ishal olmuş. Limonlu çay içirdik, sıcak çorba yaptım, şimdi biraz iyi ama tam iyileşmedi yavrum. O da özlüyor arkadaşlarını tabiî ki.

Ardından ne söylüyor o kadın, bakın, diyor ki:

- Bacaklarında bir ağrı mı var ne? Niye o kadar çok açarak yürüyor acaba?

Annemin yüzünde bi korku, bi korku! Canım anacığım, hiç unutmuyorum o yüz halini. Yüzü kıpkırmızı olmuştu korkudan anacığımın.

O gün sadece bize değil, birkaç eve daha gitmiş cadı. Kaç gündür sokakta görmediği çocukların evine.

Ertesi gün sokaktayım ben; mahalledeki diğer çocukların arasında, arkadaşlarımla. Sünnetimiz ortaya çıkmasın diye sokakta arkadaşlarımla top oynuyorum. Bir yandan oynarken, göz ucuyla pencereye bakıyorum sürekli. Cadı karı pencerede, bizi seyrediyor.

Bacaklarımın arasında öyle bir ağrı var, öyle bir ağrı var ki, dayanılır gibi değil. Buna rağmen belli etmemeye çalışıyorum; hatta top oynarken herkesten daha çok koşturuyorum belli olmasın diye. Her pozisyona giriyorum, her topa girişiyorum. Top dışarı çıkıp bir evin bahçesine girse, herkesten önce ben koşuyorum gidip geri getirmek için.

Düşünsenize, 6 yaşında bir çocuğum. 6 yaşındaki bir çocuğun o anki psikolojisini bir düşünün! Bacaklarının arasındaki o dayanılmaz ağrıya rağmen bütün bunları niye yapıyor bu çocuk? Anne babasını öldürmesinler diye.

Fakat neye yarar, iş işten geçmiş artık? Bütün gün sokakta bu halimle oynadıktan sonra akşam eve geliyorum; polisler evimizde. Kadın çoktan ispiyonlamış bile hepimizi.

Mahalledeki, çocuklarını sünnet ettirmiş bütün aileleri sorguya çekiyorlar. Tabiî en başta o yaşlı hocayı. Biliyorlar işin başında onun olduğunu.

Bu hoca, hiçbir şeyi inkâr etmiyor. Olayın tamamen kendi fikri olduğunu, ailelerin bir suçunun olmadığını, onları bu işe kendisinin teşvik ettiğini, bütün sorumluluğun yalnızca kendisinde olduğunu söylüyor ifadesinde. Bu değerli Müslüman adam, kendisinin İDAM’a hazır ve razı olduğunu, ama ailelere hiçbir şey yapılmamasını söylüyor.

Adamı, ‘suçunu inkâr edip yalan söylemediği, gerçekleri konuştuğu için’ affediyorlar. Ailelere de ceza vermiyorlar. Söylemiyorlar ama, tek sebep bu değil tabiî. Mahallenin tepkisinden de çekiniyorlar biraz; adam hoca, mahallede herkesin sevdiği saydığı bilge bir adam.”

Evet... Yaşanmış bir olayın, bizzat yaşayan kişinin ağzından hikâyesi bu...

Bizzat yaşayanın, sünnetli olarak sokakta top oynayan 6 yaşındaki o çocuğun, büyüyüp de kocaman adam olduktan, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra, kendi ağzından dinlediğiniz öyküsüydü bu...

O döneme ait pekçok acı hâtıralar var. Daha bu dinlediğiniz ne ki? Dedik ya; o dönemin sona ermesinin üzerinden henüz 20 yıl gibi kısa bir zaman geçtiği için, ordaki hemen herkes, o dönemin canlı bir tanığı.

Başka bir hâtıra daha dinlemek ister misiniz? Yukarıda dinlediğiniz hikâyeyi bile “sıradan bir olay” konumuna düşürecek bir hikâye bu:

1960’lı yılların başlarında, takriben 1963 – 64, Arnavutluk diktatörü Enver Hoxha (Enver Hoca), çok ağır bir hastalığa tutulur. Binde bir görülebilen, ender rastlanan bir hastalıktır bu. Halktan gizlenir O’nun bu hastalığı. Kimse bilmiyor. (Komünizm yıkılına kadar da bu olayı kimse bilmiyordu; 1990’dan sonra ortaya çıkar bu olay)

Kanında zehirlenme oluşmuştur ve sürekli “kan tazelemesi” gerekmektedir. Tiran’daki, ülkenin en büyük hastanesinin başhekimi, O’na, hastalığın tek tedavi yolunun kanının sürekli “taze kan ile” temizlenmesi olduğunu söyler. Yani Enver Hoxha’ya sürekli yeni kan verilecek ama bu kan, yeni doğan bebeklerden alınan kan olacaktır.

Zaten hastanede doğan bebek, kanunen, en az 3 gün hastanede annesiyle yatmak zorunda. Doğum yapan anneyi hemen bebeğiyle evine göndermezler. İşte o sırada veriliyor bu kanlar Enver Hoxha’ya. Kanı alınan her bebek de, ölüyor tabiî. Ama bunun ne önemi var ki? Önemli olan, diktatörün yaşaması. (Dünyanın her tarafındaki diktatörler aynı değil mi, sahi? Biz şimdi sadece Enver Hoxha’yı anlatıyorsak, SEYAHATNAME’nin bu etâbında Arnavutluk topraklarında olduğumuz için; yoksa, diktatörler pekçok yerde var ve hepsi de aynı. Bunlardan bazıları, son demlerini yaşıyorlar şu aralar. Dilerim sonları, kanlarına girdikleri milyonlarca insanın âkıbeti gibi olsun. Mâlumunuz olduğu üzere, SEYAHATNAME’mizde, daha önce Mısır’a da uğramıştık ve o ülkeyi de, hemen hemen tüm yönleriyle, evlerinize kadar getirmiştik. Mısır hakkında yazdığımız yazılar, bugünkü olayları anlamada biraz yardımcı olabilir belki. Bu sitede dolu dolu bir “Mısır Dosyası” var yani, anlayacağınız. Hatırlatan çıkmadığı için, kendim hatırlatayım dedim.)

Hastanedeki bebek ölümleri medyadan ve halktan gizlenir. Bebeği doğduktan iki gün sonra ölen anne ve baba, nerden bilsin ki, aslında pekçok bebeğin aynı âkıbete uğradığını? Onlar bunu, sadece kendi başlarına gelen acı bir olay diye bilirler.

Bu böyle aylarca devam eder. Her gün bir defa taze kan verilmekte diktatöre, ve bu da demektir ki, her gün bir bebek, bu şekilde ölmektedir.

Fakat günün birinde ne oluyor, bilin bakalım? Bizim hastanenin başhekimi ve aynı zamanda “yeni doğan bebeklerden kan alınması gerektiği” raporunu yazan o doktorun en yakın arkadaşı, en can ciğer dostu olan adamın, o da yüksek tahsilli, önde gelen bir avukat, işte o en yakın arkadaşının karısı da hamiledir ve o kadın, doğum yapmak üzere hastaneye yatmaz mı?

Bizim başhekimin etekleri tutuşur hemen, telaşa kapılır. Sözkonusu olan, arkadaşının karısı olunca, arkadaşının bebeği olunca, milyonda bir de olsa, insanlığı tutar hani, anlayacağınız.

Başhekim, arkadaşının bebeğini nasıl kurtaracağını düşünür sürekli. Kendi yazdığı rapora nasıl karşı koyabileceğini düşünür şimdi de. Aklına gelen tek çözüm yolu, doğum gerçekleştiğinde, anne ile bebeği aynı gün içinde evine göndermektir. Onları kesinlikle hastanede tutmamaktır.

Öyle de yapar. Arkadaşının hânımı doğum yapar yapmaz, “Anne ve bebek, her ikisi de oldukça sağlıklıdır. Hastanede kalmalarını gerektirecek bir durum yoktur” raporu yazar ve onları evine gönderir.

Bu rapor yüzünden arkadaşıyla kavga ederler, haliyle. Arkadaşı buna karşı çıkar ve bu durumun bebek için tehlikeli olacağını söyleyerek, başhekim olan arkadaşına, neden karısı ve bebeği için böyle saçma sapan bir rapor yazdığını sorar. Fakat başhekim, işin aslını astarını söyleyemiyor ki! Adam da bilmiyor hiçbir şey. “Baba” olan adam rapora ne kadar itiraz edip karısı ve bebeğini hastanede tutmaya çalışsa da, başhekim, ona “mantıklı” gelebilecek bir gerekçe sunamadığı halde bunu reddeder.

Bir kadının doğum yapar yapmaz, bebeğiyle birlikte, sanki hastaneden kaçırılır gibi apar topar evine gönderilmesi olacak iş mi? Bu doktor niye böyle yapıyor acaba? Hem de en yakın arkadaşı olduğu halde. Adam buna bir türlü akıl sır erdiremez. Doktor arkadaşıyla çok şiddetli şekilde kavga ederler.

Rapor kazanır tabiî kavgayı. Anne ve bebeği, evine gönderilir. Bebeğin hayatı kurtulur. Bebeğin babası ile doktor arkadaşı da, o günden sonra, bir daha hiç konuşmazlar. En yakın arkadaştılar oysa; fakat öyle şiddetli bir kavga yaparlar ki, artık biribirleriyle tüm ilişkilerini keserler. Dostluk, bitmiştir artık.

Aradan 27 yıl geçer. Tam 27 yıl boyunca, gerçekten de hiç konuşmazlar; biribirlerine uğramazlar. Barışmak için, hiçbiri de bir adım atmaz. Bebek ise (yazmayı unutmuşum galiba; erkektir), 27 yaşında kocaman bir delikanlı olmuştur.

1991 yılında Komünizm yıkılır. Bu adam, Tiran’da, bazı arşivlere girer. Dedik ya, sıradan biri değil. İstediği yere girip çıkıyor. Yaşlanmıştır artık. İşte olan da, o andan itibaren olur! Adam arşivleri tararken, Enver Hoxha’nın hastalığı ve Tiran’daki hastaneyle ilgili “yeni doğan bebeklerin kanının verilmesi gerektiği” yönündeki rapora ulaşır!

Şok geçirir tabiî ki! Olayın aslını astarını, aradan tam 27 sene geçtikten sonra öğrenmiştir.

Eve döndükten sonra, hemen o akşam, eski arkadaşı olan doktora haber bile vermeden, 27 yaşındaki oğlunu yanına alır ve gidip kapısını çalar. Doktor kapıyı açtığında, karşısında, 27 yıldır kendisiyle konuşmayan arkadaşını görünce şaşırır elbette, sebebini anlayamaz ve mecburen içeri alır.

İçeride, adam hastaneyle ilgili rapora ulaştığını, yaptığı hareketin sebebini artık bildiğini söyler. 27 yıl aradan sonra, barışırlar.

Demek ki, ikisi de – çok çok affedersiniz - aynı “hayvan”dırlar ve tam da biribirlerine yakışmışlar ki, o doktor arkadaşına, nasıl olur da binlerce bebeğin ölüm fermanını yazdığının hesabını sorup yüzüne tüküreceğine, kendi bebeğini kurtarmak için yaptığı fedâkarlıktan dolayı minnet duymakta, ona teşekkür etmekte, sarılıp özür dilemektedir.

Komünizm döneminde, bir şehirden diğer bir şehre gitmek bile oldukça güçmüş. Diyelim ki siz Elbasan’da yaşıyorsunuz ve İşkodra’ya gideceksiniz; yurt dışına gitmiyorsunuz, kendi ülkenizdesiniz, sadece bir şehirden diğer bir şehre gideceksiniz. Bütün bu anlatacaklarımı yapmak zorundasınız:

Elbasan Belediyesi’ne gidip, İşkodra’ya gitmek istediğinizi bildireceksiniz. Onlar da sizi Emniyet’e havale edecek ve orada sorguya çekileceksiniz: “İşkodra’ya niçin gitmek istiyorsunuz? İşkodra’da kimlerin yanında, nerede kalacaksınız? İşkodra’da kaç gün kalacaksınız? Oraya daha önce gittiniz mi?” vs. vs. vs.

19. yy’da bile bir ülkeden diğer bir ülkeye gidince sorulmayacak kadar çok soru!

Elbasan Belediyesi “De git de belanı bul; gözüme gözükme de ne yaparsan yap” dese ve gidiş izni verse dahi, iş tamamen bitmiyor! İşin sadece yarısı halledilmiş oluyor. Sonra bu, İşkodra Belediyesi’ne bildirilecek. Biz sana izin veriyoruz ama, bakalım orası kabul edecek mi seni? Orası da kabul eder ve Elbasan’dan gelen dilekçeye “Tamam, salın gelsin” cevabı gönderirse, ancak ondan sonra gidebilirsiniz İşkodra’ya.

Düşünün; alt tarafı bir şehirden diğer bir şehre gideceksiniz yani, hepsi bu! Yani siz eğer o dönemin Arnavutluk’unda yaşamış olsaydınız, öyle her hafta bir şehirde seminer veremezdiniz. Ne kadar büyük bir üstâd olduğunuzu ve önemli bir araştırmacı yazar olduğunuzu da, sadece hemşehrileriniz bilirdi; o kadar!

Arnavutluk’ta bütün bunlar yaşandı bitti; hem de 60 yıl gibi uzun bir zaman sürdü bütün bunlar. Bunların Arnavutluk’ta yaşanmış olması elbette tuhaf ama bundan daha tuhaf olan nedir, biliyor musunuz? Türkiye’de böyle bir rejimin hayâliyle yaşayan onbinlerce insan var belki.

Allâh akıl fikir versin; başka ne diyebilirim ki?

Muhakkaktır ki, nasıl ki ne kadar iyi bir rejim olursa olsun, her rejimin kötü yönleri de olabileceği gibi, aynı şekilde, ne kadar kötü bir rejim olursa olsun, her rejimin iyi yönleri de olabiliyor. İnsan, toplum ve devlet ilişkilerinin varoluşuyla ilgili doğal bir sebep – sonuç diyalektiğiyle bağlantılı bir durumdur bu. (Ne paragraftı ama! Konfüçyüs müsün mübârek?)

Komünizm dönemi Arnavutluk, özellikle “namus, iffet, hâyâ, edeb” gibi hususlarda, çok hassas bir rejimmiş. Ateist olan Arnavutluk Sosyalist Cumhuriyeti’nde bu hususta gösterilen hassasiyet, teokratik devletlerde bile rastlanmayan bir hassasiyetmiş.

Sokakta yürürken bir bayana laf atmanın cezası, hapis. Süresi, atılan lafa göre değişiyor. Lafın çirkinliğine göre idama kadar yolu var! O dönemde Arnavutluk, denilebilir ki, bayanların en rahat bir şekilde, hiç rahatsız edilmeden sokakta, şehirde özgürce gezip dolaşabildiği bir ülkeydi.

Zinânın cezası, erkeğe İDAM, kadına SÜRGÜN.

Zorla tecavüz etmenin cezası hem İDAM, hem de bütün ailenize ve sülâlenize SÜRGÜN.

Komünizm döneminde Arnavutluk, namusa ve iffete yönelik taciz ve saldırıya karşı asla tahammül göstermeyen bir devletti ve bu hususta oldukça hassastı. Ki bu, Arnavut toplumunun sosyolojik yapısıyla da uyumlu bir hassasiyet. Zira Arnavutlar, mâlum, namus konusunda oldukça hassas bir millettir.

Arnavutluk komünist devleti, bu hususta öylesine sert ve tavizsiz imiş ki, arada evlilik olmadan, her türlü ilişkiyi şiddetle cezalandırıyormuş. (Hani vaktiyle, Türkiye’de sol düşüncenin oldukça güçlü olduğu ve sosyalist gençliğin epey bir kalabalık ve aktif olduğu dönemlerde, muhafazakâr ve mukaddesatçı – dînci çevreler, solcuları kötülemek için, komünistlerin evliliğe karşı olduklarını, hatta namus duygusunu tamamen ortadan kaldırmaya çalıştıklarını söyler dururlardı ya; hangi solcu arkadaşlarında böyle bir şeyi görmüşlerdiyse artık! Halbuki gerçek, bunun tam tersidir aslında; hususen Arnavutluk özelinde konuşmak gerekirse)

Hayatımın hiçbir döneminde ne solcu oldum ne de sağcı; çok şükür. Fakat hayatta en nefret ettiğim ve iğrendiğim şeylerden biri de, bir fikre ve düşünceye karşı fikir ve düşünce ile değil, çamur ve iftira ile karşı koymaktır.     

Arnavutluk’taki arkadaşlarımız, bize bu hususta bir örnek verdiler. Herşeyi açıklayan bir örnekti bu ve biz de bu bahsimizi aynı örnekle anlatmaya çalışalım:

Komünizm dönemi Arnavutluk’ta, diyelim ki aynı şirkette çalışan genç bir erkek ile genç bir kız arasında duygusal bir ilişki var. Farzedin ki 19 – 20 yaşlarında bekâr gençler işte. Herhangi bir kötü şey de yapmış değiller; yüz kızartıcı, utandırıcı bir davranışları da olmamış. Sadece biribirlerini seviyorlar ve şirkette arada bir gizli gizli sohbet ediyorlar, konuşuyorlar. Şirket dediysek de, özel sektör yok tabiî, devlete bağlı şirket bu.

Diyelim ki şirketin diğer çalışanları bu durumu farkediyor; gençler arasında duygusal bir bağ olduğunu seziyorlar. Şimdi bakın bakalım bundan sonra ne oluyor:

Önce, tam olarak emin olmak için, gizli gizli takip ediyorlar gençlerin hal ve hareketlerini. Bu arada, patrona da bildiriliyor tabiî, bu “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü sevme” vaziyetleri.

Patron dahil, şirkette herkesin haberi var durumdan. Birkaç gün takip ediyorlar gençleri, çaktırmadan. Bakıyorlar ve iyice emin oluyorlar ki, tamam, böyle birşey var, bu gençler “çiçek eydür derviş baba”, “yaşasın küresel intifada”, hemen belediyeye telefon açıp haber veriyorlar. Evet yanlış okumadınız; belediyeye telefon açıp haber veriyorlar.

Peki bundan sonra ne oluyor? Olaylar nasıl gelişiyor? (Bu bölümü tam burada bitirip “Devamı Haftaya” diye not düşsem, hepiniz bana ağzınıza geleni söylersiniz değil mi, bilmez miyim? Sizi gidi filmleri ve pembe dizileri tevhidî bakış açısıyla anlatıp bunları Haksöz’de yayınlatanlar sizi!)

Ertesi gün bu gençler, her zamanki gibi işlerine geliyorlar. Diğer çalışanlar da. Görünüşte herhangi sıradan, rutin bir iş günü.

Mesaî başladıktan bir veya diyelim ki iki saat sonra, şirkete baskın oluyor! Baskın dediysek, polis, ordu, özel harp dairesi, JİTEM veya Kontrgerilla değil, Org. Başbuğ’un “Allâh Allâh” sesleriyle cepheye koşan komutanları da değil, Belediyenin Evlendirme Dairesi’ndeki memurları bunlar. Silâhlı değil, kravatlı. Ellerinde de dosyalar var; kalın kalın dosyalar.

Hemen bir masa kuruluyor, şirket çalışanlarının yardımıyla. Hanım kızımız ve bey oğlumuz haricinde, herkes neyin olup bittiğinden haberdardır. Masa kurulduktan sonra, gençler de – bir zahmet – buyur ediliyor masaya.

Memurlar hanım kızımıza ve bey oğlumuza sadece isimlerini, doğum tarihlerini, adreslerini ve anne babalarının isimlerini soruyor, hepsi bu! Sonra kalemle dosyalara bir şeyler yazıyorlar ve gençlere dönüp, “Tiran Belediyesi’nin bize verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı – koca ilan ediyoruz” diyorlar! Gençlere sormak, fikrini almak yok! Yani masaya oturttukları hanım kızımıza dönüp de, “Sen, bilmem kimin kimin kızı olan pamuk prenses! Şu yanında oturan hıyarı kocalığa kabul ediyor musun?” diye sormak yok! Aynı şekilde, masaya oturttukları bey oğlumuza dönüp de, “Sen, bilmem kimin kimin oğlu olan beyaz atlı prens! Şu yanında oturan vıdıvıdıyı zevceliğe kabul ediyor musun?” diye sormak yok! Gençlerin itiraz etme şansları bulunmuyor! Şikâyet ediyorlarsa, gidip ALSAR Vakfı’nda Mehdi’ye ya da minibüste Fatmir abiye anlatsınlar dertlerini.

Gençlerin anne babalarına müjdeli haberi de, patronları ve mesaî arkadaşları veriyor zaten, o yönden utanıp sıkılmalarına gerek yok. Gelinle damadın hediyelerini zaten dünden hazırlamışlar da, göstermemişlerdi onlara. Haa, ayrıca, belediyenin memurları da, her ne kadar soğuk ve ciddî bir yüzle geldilerse de, aynı yüz ifadesiyle ayrılmıyorlar oradan. Gelirken, çok güzel hediyeler de getirmişler gençlere. Çeyizlik, güzel şeyler. Belediyenin hediyeleri, devletin hediyeleri vs. Millî Birlik Projesi.

 (Daha önce, gezi dosyamızın 4. bölümünde, Komünizm dönemindeki Arnavutluk’u, sizlere yazılı kaynaklar ışığında, bilimsel disipline bağlı kalarak anlatma gayretine girmiştim. Bu bölümde ise, o dönemi, canlı şâhîdlerinin, yaşayanların orada bize anlattıkları ışığında nakletmeye çalıştım. 6. bölümde de, sizlerle kurban ibâdetinin İslam dînindeki yeri ve önemini konuşmuş, kutsal kitaplar ışığında Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye kalkışması kıssasını anlatmaya çalışmıştım. Komünizm sonrası şimdiki dönemi, şu anda Arnavutluk’taki Müslümanlar’ın karşı karşıya olduğu sorunları ve burada yoğun bir şekilde yürütülen misyonerlik faaliyetlerini ise, gezinin ilerleyen bölümlerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde anlatacağım, biiznillâh. Arnavutluk’un 3. büyük şehri Elbasan’a gittiğimizde, şehre tepeden bakan dağın üzerine kocamaaan bir HAÇ dikildiğini görmüştük, içimiz burkularak. Tıpkı, Rio de Janeiro üzerindeki İsa heykeli gibi. Müslüman bir şehrin tepesinde kocaman bir HAÇ! İşte nasıl ki, bu gezi dosyamızda, Arnavutluk’ta Komünizm döneminde uygulanan dîn düşmanlığını size, caminin içindeki cemaatin bayram namazı fotoğraflarının olduğu bölümde anlattım, nasıl ki size, kurban ibadetinin İslam dînindeki yeri ve önemini, kurbanlık inek ve koyunların fotoğraflarının olduğu bölümde anlattım, buradaki misyonerlik faaliyetlerini de, dağın tepesindeki o HAÇ’ın önünde çektirdiğimiz fotoğrafların olduğu bölümde anlatmak istiyorum. Niçin böyle bir disipline göre haraket ettiğim ise, sanırım gayet anlaşılır ve basit: Yazı ile fotoğrafların biribiriyle “uyumlu” olmasını istiyorum... Ben şehîd olup Hakk’ın râhmetine kavuştuktan sonra, bu yazılarım da ajandaya koyulup kitaplaştırılacağı için, gördüğünüz gibi, mümkün olduğunca her şeyi size aktarmaya, elimden geldiğince hiçbir konuyu ihmal etmemeye çalışıyorum.)

Saatler ilerlemiş, karanlık iyice çökmüştü. WEFA’nın kurbanları hem kesilmiş hem dağıtılmış, Millî Görüş’ün kurbanları kesilmiş, İHH’nın kurbanları ise halen kesilmeye devam ediyordu.

Ancak Millî Görüş’tekiler olsun, İHH’dakiler olsun, kurban etlerini böyle burada bırakıp gidemezlerdi. Her iki kuruluş da, kurbanlarını yarın dağıtacaktı ve sabaha kadar burada, etlerin başında nöbet tutmaları gerekiyordu.

Benim oradan ayrılmam, mümkünse, Tiran’a dönmem gerekiyordu. Zira ne kasaba ne de ilçe yüzü gördüğümüz, bütün günümüzün köylerde geçtiği bu güzel günde, internet imkânı bulamadığım için, Arnavutluk’ta yaşananlar ile ilgili haberleri yazamamıştım. Bayram namazından tâ bu saatlere kadar, bu konuyu Mehdi’ye her hatırlatışımda, kendisinden “Sonra, sonra!.. İşimizi bitirelim, yazı sonra” cevabını aldığım ve bu yüzden gün içinde, kendisiyle küçük ölçekli birkaç kavga ettiğim için, hâlâ o işi halledememiştim.

Bunun için bütün gün kavga ettim zaten Mehdi’yle. Ne sorsam, “Önce iş, önce iş!”. E biz ne yapıyoruz? O iş de bu iş değil mi?

- Mehdi abi bu köyün nüfûsunu istiyorum, kaç hane, kaç cami, kaç dükkân var?

- Sonra İbrahim abi sonra, gazetecilik sonra, önce iş! Uğraşamam şimdi köyle möyle!

- Mehdi abi şu Erzeni Nehri kaç km uzunluğunda? Nerde doğup nereye dökülüyor abi?

- Yaa, İbrahim abi hasta etme şurda adamı! Ne bileyim yahu, git başımdan, tövbe yaa! Şu mübarek bayram günü? Bana kurban etlerinin fiyatlarını sor, sığırların yemini sor! Ben ne anlarım nehirden mehirden?

- Mehdi abi, bişey sorcaktım abi yaa, şurda iki dakka otursak, bana Toska ve Gega’ların etnik özellikleri ve coğrafî dağılımları hakkında biraz bilgiler versen, çok makbule geçer abicim yaa! Gezi yazısında anlatacağım ya hani, onun için lazım.

- Ya abicim, şimdi bunların sırası mı? Görüyorsun çektiğimiz sıkıntıları. Ben kurbanları akşama kadar bitiremeyeceğiz, karanlığa kalacağız diye kara kara düşünüyorum, sen kalkmış bana Toska’dan Gega’dan bahsediyorsun.

- Mehdi abi yaa, lütfen abicim yaa, iki dakka vallahi, iki dakkanı almaz. Sen söylüycen ben deftere yazacam abi, hepsi bu...

- Allâh’ım Yâ Râbbim, Sen bana sabır ver! Ya İbrahim abi, seninle imtihan ediliyorum galiba şu anda! Sabrım ölçülüyor! Yok yok, nıç, yok, bu iş böyle olmayacak, Almanya’ya telefon açayım en iyisi, söylüüüm WEFA’ya, bi dahaki sefere bana normal bir adam göndersinler. Bana yazar mazar lazım değil kardeşim...

Görüyorsunuz işte Mehdi’yi... Yani ben kızacağıma, o kızıyor bi de, iyi mi? Vallâh niye yalan söylüüüm, epey bozuldum bu duruma. Hayır yani, öok kötü bir kavga çıkarırdım da orda, ben şeyden çekiniyordum, Türkiye’deki “büyük medya”ya malzeme vermemek için susuyorsum. Yoksa Mehdi’den ALSAR’dan korktuğum için değil. Hem niye korkayım ki? Mehdi olsun, Genc olsun, Saimir olsun, hepsi de mülayim adamlar, halim selim insanlar. Şimdi kalkıp kavga çıkarsam, Türkiye’deki gazeteler hemen dökerler incilerini:

 “Ey Türk halkı! İşte ALSAR’da yaşanan olayları görüyorsunuz. Bir de siz Atatürk’e İnönü’ye laf söylüyorsunuz. ALSAR’ın haline bakın da, Cumhuriyet’in kıymetini bilin. ALSAR’ın başında da Kemal Kılıçdaroğlu gibi halkçı bir başkan olsaydı, hiç bu olaylar yaşanır mıydı?”... Sırf bunu onlara söyletmemek için susuyorum zaten. Bu endişem olmasa, ne ALSAR dinlerim, ne WEFA, ne de İHH! Susuyorsam; kemalistlerin eline koz vermemek içindir. Yoksaaaaaaaaaaaaammmm, anlatacak çok şeyim var....

ALSAR Başkanı Mehdi Gurra, beni ve benimle birlikte İHH’dan 3 kişiyi “memleketimize” geri gönderiyordu; yani Tiran’a, Arbër Oteli’ne. Artı, bir de fotoğrafçımız Xheladin’i. O’nu da, otele giderken, yol üstü, Tiran’da evine bırakacağız.

Millî Görüş’teki 4 kişilik ekibin tamamı geceyi burada geçirecekti, mezbahada, etlerin başında. İHH’daki 6 kişilik ekibin ise gençleri, üniversite talebesi olan 3 genci kalacaktı burada, etlerin başında. Mehdi abi de aynı şekilde, burada kalacak. Bu saydıklarım, sabaha kadar burada etlerin başında duracaklar ve dolayısıyla, İHH’nın bu 3 genci, sabah olduktan ve bütün etler kamyonete doldurulduktan sonra Tiran’a, otele dönecekler; kafayı koyup öğlene kadar yatacaklar, öğleden sonra da kalkıp akşama kadar Tiran’da keyiflerince gezecekler. “Gece vardiyası”, yarın “izin” yapıyor yani.

İHH ekibindeki “3 Büyükler” ise, Halid amca, Kâmil abi ve Murat kardeşim, onlar şimdi benimle ve Xheladin’le birlikte Tiran’a, otele dönecekler. Bizler, bu gece otelde yatacak, yine sabahın erken saatlerinde kalkacak ve uzun, uzuuuun, upuzun bir yolculuğa çıkıp, saatler süren bir yolculuğa çıkıp, Arnavutluk’un kuzeyinde, en dağlık coğrafyasında, gür ırmakların, şelâlelerin, muazzam kanyonların ve uçurumların olduğu doğa harikası topraklarında, İHH’nın kurbanlarını dağıtacağız. Biz şimdi otele gidip yatıyoruz ama, yarın “izin” yapmıyoruz, yarın da bütün gün çalışacağız. Bugünün aksine, yarınki kurban dağıtım işini, Tiran’a birkaç km mesafede değil, çok uzak topraklarda gerçekleştireceğiz.

Uzatmayayım, bu bölüm çok uzun oldu; değerli vaktinizi fazla almayayım, daha önemli işleriniz vardır şimdi... Arkadaşlarla vedâlaştık (ki bunlardan Mehdi Gurra, yarın sabah otele gelip bizi uğurlar ve son talimatları verirdi büyük ihtimalle ancak, diğerlerinden hiçbirini, yarın geceye kadar, yani 24 saat boyunca hiç görmeyecektik) ve arabaya bindik.

İba köyünden ayrılıyorduk ve bir daha da görmemecesine. Aracımız hareket ederken, son kez baktık Erzeni Nehri’nin sularına.

Bu güzel köyü ve akarsuyu, İba’yı ve Erzeni’yi, bir daha görebilecek miydik, kimbilir?

- Lamtumirë İba, Lamtumirë Erzeni. Lamtumirë, Lamtumirë... (Hoşçakal İba, Hoşçakal Erzeni. Hoşçakal, Hoşçakal...)

Lamtumirë...

Tiran’a, otele dönünce, hepimiz tamamen yorgun ve bitkin bir haldeydik. Sabahın 4’ünden beri ayaktaydık. Bir buçuk saatlik bir öğle yemeği ve paydosu haricinde, bütün gün çalışmıştık. Saat 22:30 olmuştu otele vardığımızda, inanır mısınız?

Ayakta zor duruyorduk, gözlerimizi bile zor açıyorduk. Ne dizlerimizde derman kalmıştı, ne de kollarımızda. Daha namazlarımızı dahi kılmamıştık üstelik. Ve yine, saat 4’te kalkacaktık. Hemen gidip kafayı koyup yatsak bile, sadece 5 saat sonra yeniden kalkacaktık.

Arkadaşlarım öyle yaptılar zaten. Gelir gelmez odalarına gittiler, yatmak için. Fakat ben değil. Hepsinin fotoğraf makinâsını aldım. Kucağım fotoğraf makinâlarıyla dolmuştu. Hepsini açıp tek tek bakacaktım; hangisindeki resimler daha hoşuma giderse artık! Otelin hemen yanında bir fırın, fırının yanında da internet café vardı. Oraya gidip, bugünkü haberleri yazacaktım. Sadece bir yere de değil, 3 ayrı yere birden haber yazacaktım. WEFA, İHH ve Haksöz.

Arkadaşlarım itiraz ettiler bu duruma, beni gitmekten alıkoymaya çalıştılar:

- İbrahim çıldırdın mı? Ayakta duracak halin yok! Bu saatte bu halinle? Acelesi ne ya, yarın yazarsın. Zaten 5 saat vaktimiz var, 2 saatini de orda mı geçirecen?

Ama yok, yazmalıydım haberleri. WEFA ve İHH, vakıf – dernek oldukları için ve siteleri de kendi resmî siteleri olduğu için, onlara haberleri değil yarın, 3 gün sonra yazsaydım da olurdu; fark etmezdi. Fakat Haksöz, yayın organı, haber – yorum sitesi, bu gece mutlaka yazmalıydım. Yarına bile bırakmak istemiyordum.

Üstümde Lek yoktu; para bozduramamıştım henüz. Fakat İHH ekibindekiler dün, benim gibi akşama doğru değil de, birkaç saat erken geldikleri için, biraz çarşıda gezebilmiş ve para bozdurabilmişlerdi. Murat Kantarcı’dan biraz bozuk para aldım, internet caféde hesabı ödeyebilmek için. Onları odalarına uğurlayıp, ayrıldım otelden; ardımda onlardan “Sediyani Allâh sana akıl fikir versin!” lafını işiterek. Âmin!

İnternet caféde, bilgisayarın başında oturdum. Fotoğraf makinâlarının çipslerini tek tek “kart okuyucu”ya takıp fotoğrafları “masa üstünde” açtığım bir dosyanın içine kaydettim. Ve, başladım haberlerimi yazmaya.

Yazması oldukça güçtü ama üstesinden gelmeye çalışıyordum. Klavye farklı, ekrân farklı, sistem farklı! Başım çok ağrıyordu, sıcak içecek de yapmıyorlar bu saatte! Kolayla fantayla yazı mı yazılır? Bir kahve olsaydı kendime gelirdim vallâh. Ama, o da yok! Ne iyi olurdu kahve olsaydı; 40 yıl hâtrı kalırdı bende bu internet cafénin.

O gece orada, o masada, Haksöz için 3, WEFA için 3, İHH içinse 2 haber yazdım. Toplam 8 haber. Her haber için de ayrı ayrı seçilmiş fotoğraflar. Aynı gece hem de; peşpeşe.

El Cezire halt etmiş; bir oturuşta 8 haber yazdım ben! Param olsa, tek başıma da gazete çıkarırım vallâh; şuna buna niye yalvarayım?

Güzel ve çekici bir isim de bulurdum gazeteye: “Seyyâh’ın Günlüğü”, yok yok, “Gezitürk”, ııh, olmadı, hiç gözüm tutmadı, çok Ucube bir isim oldu, “Hakgezi”, yok bu da olmadı, arkadaşları taklit ediyormuşum gibi anlaşılır, sonra Ahmet Yasin abiyle Mehmet Ali bana nisbet yaparlar, “bi de bizi beğenmiyodun, hani ne oldu, niye taklit ediyon o zaman”, buldum, “Gezgin Duruş”, nıç, bu da taklit, ayrıca Malatyalılar’ın diline düşeriz, “Bak Elâzığlılar her şeyde bize özeniyorlar” derler, bu lafı yedirdim diye beni Elâzığ’a da sokmazlar artık, , “Gezi Taraf’ı”, yok bu da sakıncalı, “başörtülü kontenjanından yazar” bulmak zorunda kalırım, “eski komünist kontenjanından yazar” bulmak zorunda kalırım”, “Kürt kontenjanından yazar” bulmak zorunda kalırım, çok uğraştırır, sonra gerçekleri yazacağım ve dürüst gazetecilik yapacağım diye tutturur, hiç kimseye yaranamam, ben insanlar okusunlar ve beni sevsinler diye gazete çıkaracağım, beni dövsünler diye değil, buldum, “Gezi Şafak”, yok, bunda da herkesin benimle aynı soyadını taşıması lazım, olmaz, çoluğu çocuğu bu işe karıştırmıyiim en iyisi, aile lokantası açmıyorum ya, zaten nerde bulacam benimle aynı soyadını taşıyan birini, bi ben kullanıyorum, onu da herkes farklı şekilde yazıyor, yaw arkadaş, Allâh rızası için şu ismimi doğru yazın ya, diğer yazarlar kendileri hakkında kim ne söylemiş, hakkında ne haber yapılmış, bunu öğrenmek için bi defa arama yapıyor Google’da, oldu bitti, bu kadar basit, bense “İbrahim Sediyani” adıyla arama yapsam işim bitmiyor ki, bu kez de “İbrahim Seyidani” adıyla arama, gerçeğinden daha fazla sonuç çıkıyor karşıma iyi mi, gene bitmiyor işim, bu kez de “İbrahim Seydiyani”, ondan sonra “İbrahim Seydani”, sonra “Sedyani”, sonra “Seyidiyani”, hatta “Serdiyani” bile var, neyi serdiysek artık, postu serecem zaten bu gidişle, her isimde de dünya kadar şey iyi mi, iş mi yani, hah buldum, “Gezgin Akit”, uff ya, bunda da kupon karşılığı 100 okuyucumu kendimle birlikte gezilere götürmem lazım, olmaz, o kadar adamı kendimle nasıl gezidiriiim yaa, şurda İHH’nın 6 adamıyla baş edemiyorum, kaldı 100, şu nasıl, “Huzur Veren Gezi”, yok, bu da Almanya’daki “bizimkiler”, Nihat abi ile Osman abi beni keserler vallâh, Cihat da selamı keser, güzelim hamsileri de yiyemem ondan sonra, hah tamam, “Gezici.. Cumhuriyetin Gözücüsü Görücüsü”, yok yok, mizah gastesi çıkarmıyorum ya, hem okuma – yazması bile olmayan angutlarla nasıl gazete çıkaracam, şu nasıl, “Millî Gezi”, yok bu da olmaz, bana partici derler sonra, hem Hoca’ya karşı da ayıp olur, bu yaştan sonra olacak iş mi, hah tamam, “Nûrlu Gezi”, yok bu da olmaz, Tiran’dan yayın yapacağız, Pennsylvania’dan değil, hem sonra sormazlar mı adama “Sen bu gazeteyi çıkarmak için otoriteden izin aldın mı?” diye, buldum, “Fanatik Gezi”, yok daha neler, spor gastesi mi laaa bu, hem böyle yaparsam renkli fotoğraf kullanmam, tüm gazeteyi siyâh – beyaz çıkartırım, tarafımız belli olur, “yandaş” derler, sözde “Arnavutluk kartalı” deyip karakartal logosu koyarım ama kimse yutmaz bu numarayı, millet enayi değil ya, uyanmış insanlar, hah, “Gezim ve Ben”, yok da aile dergisi gibi oldu, aboneler için aylık ilave diye verilebilir ama gastenin ismi olmaz, “Gezinomi”, uf yaa, bu da iktisat dergisi gibi, gezinin masraflarından millete ne, okuyucu izlenimleri istiyor, “Gezgin Yaklaşım”, nıç, bu da olmaz, bütün yazarları akademisyenlerden seçmem lazım, yazar bulamam gazeteme, aklı başında adamın benimle işi ne, “Hey Gezgin”, oha yani, disko gençliğine yönelik mi çıkarıyon laa gasteyi, “Bizim Gezimiz”, nıç, çok muhafazakâr oldu, “Popüler Gezi”, yok daha neler, böyle yap da Haksöz’deki arkadaşların dilinde maskara ol e mi, “Gezişim”, hasta mısın yaa, bilim gastesi gibi oldu, o kadar okusaydık böyle cahal kalmazdık herhal, ufff, ne yapcam ya, kararsız kaldım?

Hahhh, tabiî yaa, nasıl da aklıma gelmedi, buldum işte: “Türkiye’nin En Çok Gezen Gazetesi”. Sahi ya, nasıl da aklıma gelmedi? Sol tarafa bir portre! Yok canım, sizin kurtarıcılarınızın portresi değil, benimkilerden birinin! Kızılderili reisi Oturan Boğa’nın portresi. Ve altında şöyle bir logo: “Lakota Lakotalılarındır. Biz bu gazeteyi babalarımızdan miras almadık, çocuklarımızdan ödünç aldık.”

Gezileri de gazetemde yayınlardım. Siteyi yine de ihmal etmezdim. Ne de olsa Said abinin o kadar çayını içtik; gittiğim zaman ekmek arası tavuk döner de ısmarlıyorlar. Hatrı var tabiî. Gezileri hem gazetede hem sitede. Düşünce Platformu’nda altında şöyle bir not: “Bu gezi aynı zamanda Lakota Gazetesi’nin şu şu tarihli sayısında da yayınlanmıştır.”

Sonra mail’lerime bakayım dedim, kimden ne mesaj gelmiş diye. İnternet icâd edildikten sonra zaten bayramlarda ne elimizi öpen var, ne de gözlerimizi! Bayram kutlama mail’leri ile hallediliyor bu iş! Gerçi Müslüman kardeşlerim onu bile yapmaya tenezzül etmiyor, bayramımızı falan kutlayıp kendilerini karşımda küçük duruma düşürmüyor! Ramazan ve kurban bayramlarında – sağolsunlar – bayramımızı tebrîk edenler, genelde “müşrik, kâfir” insanlar, “câhiliye dönemini” yaşayanlar.

Mail’lere baktıktan sonra, biraz da sağa sola göz gezdirdim, “çeşit”li sitelere; bugün biz başka gezegendeyken dünyada neler olup bitmiş diye.

İşimi bitirip masadan kalktığımda, saat 1’e geliyordu. Ücretini ödeyip çıktım ordan. Otele gider gitmez de resepsiyondan anahtarımı alıp odama çıktım.

Abdestimi alıp hûşû içinde ve gönül rahatlığıyla namazlarımı kıldım; akşam ve yatsı namazlarını. Ne kadar muhteşem bir olay bu; alnın secdeye gitme ânı. Yalnızca O’na (cc) baş eğince, dünyadaki tüm güçlere baş kaldıracak gücü buluyordu insan kendinde.

Saat 01:30’da girdim yatağa.

İki buçuk saatlik bir uyku uyuyacaktım ve onu fazlasıyla hak etmiştim.

 

sediyani@gmail.com

 

 

  

Yorumlar