Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –10

  /   5607   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Katundi digjet, zakoni s’prishet.

(Köy yanar, gelenekleri bozulmaz.)

Arnavut atasözü

 

Mat Nehri (Lumi Mat) üzerindeki yeşil – mavi – sarı Ulza Köprüsü (Ura e Ulzës) nedeniyle Ulza köyünde verdiğimiz kısa aradan sonra yola devam ettik. Başkent Tiran’da “batıya doğru” başlayan, Fan Nehri(Lumi Fan) önünde “kuzeye doğru” kıran, Mat Nehri’nin Fan Nehri’ne döküldüğü noktadan itibaren “doğuya doğru” seyreden yolculuğumuz, tam da buradan, Ulza Baraj Gölü (Liqeni Ulëz)’nün bulunduğu noktadan itibaren “güneye doğru” akıp gidecekti.

Ulza köyünden sonra karşımıza Bushkash köyü çıktı ve onu da geçtik. Bushkash köyünden sonra ise, diyebilirim ki, uzuuun bir süre boyunca karşımıza ne bir köy ne de başka birşey çıkmadan yol aldık ancak, bu uzun sürenin sonunda karşımızda şipşirin silüetiyle Burrel şehri çıkmıştı. Burası Mat ilçesiydi ve bu ilçenin merkezi olan Burrel’e, işte ulaşmıştık.

İlçe merkezine varınca yola devam etmedik. Yol kenarında – zaten üzerinde bulunduğumuz SH 6 yolu,Burrel içinde şehrin ana caddesi oluyor – bir benzin istasyonuna minibüsü çektik ve burada 15 dakikalık bir mola verdik.

Minibüsten iner inmez ciğerlerimize nefis bir dağ havası çektik. Burası dağ başında, yüksek rakımlı bir yerleşim birimiydi. Sanayiî diye birşey yok; coğrafya ise, tıpkı insanlarının yaşamı gibi sade ve doğal.

Minibüsü park ettiğimiz benzin istasyonunun bir kenarı tamamen uçurum. Ve oradan bakınca, sanki bütün Arnavutluk gözümüzün önünde. Muhteşem bir manzara; yüksekte olduğumuz için görüş mesafesi oldukça geniş. Bir yandan hayranlık dolu gözlerle seyrederken, bir yandan da zaten hepimizin aynı anda seyrettiği şeyleri biribirimize gösteriyorduk: “Bakın bakın şuraya bakın... Abi bakın şu tarafta ne var... Şunu gördünüz mü bakın, tââ uzakta...”

Muhteşem bir coğrafyası var Arnavutluk’un hakikaten. Deniz, göller, ırmaklar, sıradağlar, yaylalar, bağ bahçeler, envai çeşit meyvâ ağaçları. Dahası, tıpkı bütün bu saydıklarım gibi güzel olan sıcak ve dost insanları.

Üzerinde bulunduğumuz ve hayranlık dolu gözlerle coğrafyayı seyrettiğimiz ana caddenin ismi “Rruga Koke Malci”. Bizim seyahat istikametimiz olan Klos’a doğru yönünüzü döndüğünüzde, bu yolu arkanızda “Rruga e Arberit”, önünüzde ise “Rruga Dervish Hima” adlı caddeler kesiyor. Yolların isimleri çok ilginç; şehirde ilgimi en çok çeken bu oluyor. “Koke”, Arnavutça’da “Başağrısı” anlamına geliyor.“Arberit” ise “Ben Biliyorum” demek. “Dervish Hima” ise zaten belli; “Derviş Hima”.

Dün şoförümüz Fatmir ağabeyden birkaç Arnavutça kelime öğrenmiştim ve onların bir gün sonra bu şehirde “cadde isimleri” olarak karşıma çıkması beni şaşırtmıştı.

Üzerinde bulunduğumuz “Rruga Koke Malci”nin hemen solunda, paralel bir şekilde “Rruga 31 Korriku”(31 Temmuz Caddesi) uzanıyor. Boyluboyunca uzanan “Rruga Ibrahim Temo” (İbrahim Temo Caddesi) adlı yolu sağ taraftan “Rruga Ali Bushi” (Ali Bushi Caddesi), sol taraftan ise “Rruga Mustafa Koka”(Mustafa Koka Caddesi) ve “Rruga Dilaver Kurti” (Dilaver Kurti Caddesi) kesiyor. Tahmin edeceğiniz gibi, bunlar hep bu bölgeden çıkmış önemli şahsiyetlerin isimleri.

Üzerinde bulunduğumuz “Rruga Koke Malci”nin sağ tarafına gelince: Bu yolu sağ taraftan ise sırasıyla“Rruga Shahin Kola” (Şahin Kola Caddesi), “Rruga Hazis Kasemi” (Hazis Kasemi Caddesi), “Rruga Liman Miluka” (Liman Miluka Caddesi), “Rruga Dervish Hima” (Derviş Hima Caddesi) ve “Rruga Hoxhe Kurti” (Vaiz Kurti Caddesi) kesiyor.

Caddeye isimleri verilen kişilerin genelde derviş, vaiz, hoca veya dîn bilgini olmasından, bu isimlerin Komünizm sonrası bu caddelere verildiğini, eski isimlerinin farklı olduğunu tahmin ediyorum. Fakat bunu sadece tahminî olarak söylüyorum tabiî; sonuçta orada bu konuda herhangi bir araştırma yapma fırsatımız olmadı, sadece kısa bir mola verdik ve gözlerimizle ne gördüysek hepsi o!

Tam önümüzde, üzerinde bulunduğumuz “Rruga Koke Malci”den başlayıp güneye doğru uzanan“Rruga Dervish Hima”, bu ilçenin futbol stadı olan 2 bin 500 seyirci kapasiteli “Stadiumi Burrel” (Burrel Stadyumu) önünde son buluyor. Stadı çevreleyen yol ise “Rruga Kros Skura”.

Mat ilçe merkezi Burrel’in futbol takımı olan KS Burrel (Klubi Sportiv Burreli), Arnavutluk 2. Futbol Ligi’nde mücadele ediyor. 1952 yılında kurulan kulübün renklerini ise hiç gözüm tutmadı; sarı – lacivert.

Fatmir Tur’un verdiği “sigara ve ihtiyaç molası” bitiyor ve biz yolculuğa devam ediyoruz. Üzerinde bulunduğumuz “Rruga Koke Malci”, biraz gittikten sonra isim değiştiriyor. Aynı cadde ama ismi değişiyor; “Rruga Rexhep Pasha Mati” (Matlı Recep Paşa Caddesi) oluyor. Caddeye ismini veren Recep Paşa, Mat ilçesinden çıkmış bir Osmanlı paşasıdır.

Bu cadde üzerinde gidiyoruz; etrafa baka baka. Sol taraftan “Rruga Ahmet Xhetani” (Ahmet Cetani Caddesi) kesiyor yolu. Arnavutça’da “xh” diftongu, bizde olduğu gibi “sert ğ” olarak okunmuyor, “c”olarak okunuyor. Enver Hoxha (Enver Hoca), Dervish Hatixhe (Derviş Hatice) örneklerinde olduğu gibi. Zira Arnavutça alfabede bu harf olmadığı için c sesini diftongla hallediyorlar.

Ne kadar ilginizi çeker bilmiyorum ama size ilginç bir anekdot: Arnavutça ve Yunanca “komşu diller”dirler ve her ikisinde de c harfi yoktur. Bu ses her iki dilin alfabesinde de diftong yardımıyla yazılmaktadır. Hatta Yunan ulusalcıları, sırf bu ortak özelliği kullanarak Arnavutlar’ın aslen Yunan olduğunu bile iddiâ etmiştir. Evet, sırf bu bir tek ortak durumdan dolayı. Zaten Yunan millîyetçiliği dikkatli bir şekilde incelenirse, bizdekiyle arasındaki benzerlik de dikkatlerden kaçmayacaktır. Yunan ırkçıları da birlikte yaşadıkları veya etraflarındaki diğer kavimlerin “aslen Yunan” olduklarını iddiâ etmeye pek meraklıdır. Yunan devleti de örneğin komşusu olan “Makedonya” ismini kabul etmemekte, bütün dünya o coğrafyayı “Makedonya” olarak isimlendirse de Yunan devleti kendisini gülünç duruma düşürme pahasına inatla bu isme karşı tavır almaktadır. Bizdeki Türk millîyetçileri Yunan millîyetçiliği aleyhine konuşulup yazılmasından pek hoşlanırlar; fakat ilhâmını nereden aldığını pek tartışmak istemezler. Eh, Yunan devleti komşumuz ne de olsa! Komşu komşuya benzemez mi?

Âşık Sêdiyanî der ki:

 “Engur rû-yi engure nazar-ı temâşâ kararır,
Ol engurler Engurî’de kök salır.”

Divan edebiyâtının usta şâiri İbrahim-i Sêdiyanî’nin 13. yüzyılda kaleme aldığı bu beyiti günümüz Türkçe’sine çevirirsek: “Üzüm üzüme baka baka kararır / Bu üzümler Ankara’da kök salır.”

Biraz daha gidince, yol değişmediği halde caddenin ismi bir kez daha değişiyor. Bu kez ismi “Rruga Formula e Pagezimit”. Anlamını bilmiyorum. Ondan sonra da ilçe bitiyor zaten; ben de kurtuluyorum, siz de, Burrel de.

Dibres iline (Qarku i Dibrës) bağlı Mat ilçesinin (Rrethi i Matit) merkezi olan Burrel şehri, deniz seviyesinin 307 m yükseğinde kurulmuş bir yerleşim birimi ve burada 15 bin 539 kişi yaşıyor. Sizden güzel olmasınlar; hepsi de siyâh saçlı, elâ gözlü. Mat ilçesinin trafik plaka remzi ise MT. (Arnavutluk’ta, Türkiye’deki gibi illerin değil, Almanya’daki gibi ilçelerin plakası var. Topu topu 36 tane ilçesi var zaten, o kadarı da olsun yani.)

Burrel ilk olarak 15. yy’da bu güzergâh üzerinde seyreden ticaret kervanları tarafından konaklama alanı olarak kullanılmış. Tıpkı bizim kullandığımız gibi kullanmış onlar da. Gelip giden konaklamış, gelip giden konaklamış; bazılarının çok hoşuna gitmiş ve yavaş yavaş yerleşim alanı olarak kullanılmış. İnsanlar çadırlar yapmışlar, evler yapmışlar; toprağı ekip biçmişler, meyve ve sebze yetiştirmişler, hayvan beslemişler. O zamanlar İHH, WEFA ve ALSAR diye birşey olmadığı için “Yeni Bir Dünya Mümkün” olmadığından insanlar kendi başlarının çaresine bakmaya çalışmışlar.

Yerleşime açıldıktan sonra, yüzyıllar boyunca kendi halinde bir köy olarak kalmış, Burrel. Etliye sütlüye karışmayan ama eti sütü bol bir köy olduğu için köylüler mutluymuş. Kimse kimsenin tavuğuna kış demiyor, kimse kimsenin bahçesinden elma çalmıyormuş.

Bu durum böyle 20. yy’a kadar gelmiş. 1937 tarihinde köyün nüfûsu, 400 kişi. Yarısı erkek yarısı dişi.

İki sene sonra II. Dünya Savaşı (1939 – 45) çıkar, mâlumunuz. İşte ne olmuşsa da bundan sonra olmuş. Köyde ne huzur kalmıııış ne bişey. O sırada komşu İtalya’da faşist bir dikta rejimi vardır ve faşist devlete karşı mücadele eden veya o devlet tarafından aranan İtalyan direnişçiler başta Arnavutluk olmak üzere komşu topraklarda saklanmaktadırlar. Burrel ve çevresi diğer yerlere oranla biraz daha sakin, gözden ve dikkatlerden uzak olduğu için İtalyan direnişçiler gelip Burrel’de saklanırlar.

Mussolini rejimi bu durumu haber alır. İtalyan direnişçilerin Burrel köyünde saklandıkları haberini alır faşistler. İtalya askerleri köye saldırırlar. Yıl, 1943. Ve ne yaparlar, biliyor musunuz? Bütün köyü ateşe verirler. Direnişçiler bir daha bu köyde saklanamasınlar diye Burrel köyünü tamamen ateşe verirler. Bütün evleri, köyün tamamını! 1943 yılında bütün köy, faşist İtalya ordusu tarafından ateşe verilir. Köy tamamen kül olur; evleriyle, ekinleriyle, bağ bahçeleriyle, hatta hayvanlarıyla. Bir zamanlar insanların mutlu mesut yaşadıkları köy yerinde kocaman bir yangın vardır şimdi. Bütün köy alevler içindedir. Öyle büyük bir yangın ki, onlarca km öteden görülebiliyor alevleri. (Ne kadar ilginizi çeker bilmiyorum ama size çok ilginç bir anekdot daha: Bugün Arnavutça dilinde “Cehennem” anlamında kullanılan “Burrel”sözcüğü işte buradan gelmektedir. Bu olaydan dolayı böyle denilmiştir.)

20. yy’a kadar kendi halinde, sakin bir köy olarak gelen Burrel’in kaderinde, ne yazık ki, 20. yy boyunca hep “kötü şöhret” var! II. Dünya Savaşı esnasında faşist İtalya tarafından tamamen yakılmasıyla ve “cehennem” (burrel) gibi cayır cayır yanmasıyla meşhur olan Burrel, Komünizm Dönemi’nde ise, “hapishanesiyle” meşhurdur. Komünizm Dönemi’nde, Arnavutluk’taki en büyük hapishane, Burrel ilçesinde (artık ilçedir) yapılır.

Burrel Hapishanesi’nde yatan ünlü kişiler arasında kimler kimler yok ki: 1924 – 28 yılları arasında Arnavutluk Cumhurbaşkanı, 1928 – 39 yılları arasında da “I. Zog” adıyla Arnavutluk Kralı olan Ahmet Zogu, dünyaca ünlü Arnavut yazar ve aktivist Filip Toma (gerçek adı Pjetër Arbnori), yine dünyaca ünlü Arnavut yazar ve edebiyatçı Fatos Lubonja, yine bir diğer ünlü Arnavut yazar Bashkim Shehu... Bütün bu saydığımız isimler, Komünizm Dönemi’nin en büyük zindanı olan Burrel Hapishanesi’nde demir parmaklıklar ardında yatmış olan önemli şahsiyetlerdir.

Bu isimler arasındaki en önemli kişi olan Arnavutluk Eski Cumhurbaşkanı ve Eski Kralı Ahmet Zogu (veya tam adıyla Ahmet Muhtar Zogolli) buralıdır zaten; Burrel (Mat) ilçesindedir. Ahmet Zogu’nun babası, Osmanlı dönemindeki Arnavutluk eyaletinde, Mati şehrinin (şu anda bulunduğumuz, şimdiki Mat ilçesi) valisi olan Cemal Paşa Zogolli, annesi ise, yine Osmanlı döneminin önemli şahsiyetlerinden Salah Toptani Bey’in kızı Sadiye Hanım’dır. Mati Valisi Cemal Paşa ile Sadiye Hanım’ın oğlu olan Ahmet Zogu, Osmanlı döneminde, 8 Ekim 1895’te Burgajet Kalesi’nde doğmuştur. Burrel (Mat) bölgesinin valisi olan bir babanın oğlu olarak, Osmanlı yıkıldıktan sonra önce Arnavutluk Cumhurbaşkanı sonra Arnavutluk Kralı olmuş, kaderin cilvesine bakın ki, Komünizm geldikten sonra ise, kendi memleketinde,Burrel Hapishanesi’nde yatmış, burada yatan en önemli kişi olarak tarih sayfalarına bir diğer özelliğiyle ismini yazdırmıştır.

Burrel Hapishanesi’nde yatan diğer isimlerden, İşkodralı olan yazar ve aktivist Pjetër Arnori (Filip Toma) ise, Komünizm’in sonunu getiren 1990 başındaki demokratikleşme hareketinin hem fikirsel hem eylemsel öncülerindendir. Dehlizlerinde yattığı komünist rejimi yıkan isimlerden biri olmuştur yani. Bundan 4, 5 yıl önce, 8 Temmuz 2006’da İtalya’nın Napoli şehrinde öldü.

Diğer iki yazar ise, halen yaşamaktadır. Bashkim Shehu, İspanya’da, Katalonya’nın başkenti Barcelona’da sürdürüyor yaşamını. Ülkesinde kalan Fatos Lubonja ise, başkent Tiran’dan yayın yapan“Përpjekja” (Çaba, Gayret, Mücadele) adlı edebiyat gazetesinin genel yayın yönetmenidir, şu anda.

20. yy’da, biri Faşizm’den biri de Komünizm’den kaynaklanan bu iki kötü olayla meşhur olan Burrel şehri, 21. yy’da ise, 2008’den beridir, yani sadece 3 yıldır başka bir konudan dolayı meşhur olmuştur ve yalnızca ülkenin değil, dünyanın gündemindedir. Fakat bu seferki olayın kaynağında ne Faşizm var ne de Komünizm. Bu seferki kaynak, İslamî Direniş / Ulusal Kurtuluş Hareketi.

Bu olay, İsviçreli kadın avukat ve diplomat Carla Del Ponte’nin – ki kendisi, Hollanda’nın Lahey (Den Haag) şehrindeki Yugoslavya İç Savaşı’ndaki Savaş Suçları Mahkemesi’nin 1999 – 2007 arasında başsavcısı idi – ortaya attığı bir iddiâ ile gündemdeki yerini aldı. Ancak Del Ponte, bu iddiâyı, bu görevde bulunduğu süre içinde değil (ki 2007’ye kadar bu görevdeydi), görevden ayrıldıktan bir yıl sonra, İsviçre’nin Arjantin Büyükelçisi olarak Buenos Aires’e gittikten sonra, 2008’de ortaya attı.

Carla Del Ponte’nin iddiâsına göre, Kosova Kurtuluş Savaşı’nda, Sırp faşistlerine ve “çetnik”lerine karşı mücadele eden ve kısa adı UÇK olan Kosova Kurtuluş Ordusu (Ushtria Çlirimtare e Kosovës)’na bağlı Müslüman direnişçiler, esir alıp öldürdükleri Sırp faşistlerinin ceset ve kemiklerini Burrel’in güneyindeki bir köyde bulunan sarı bir evin içine kapatıyor veya bahçesine gömüyorlardı. Ancak Del Ponte’nin bu iddiâsı, kanıtlanmış değildir. Sadece bir iddiâ hükmündedir şu anda. (NOT: “Çetnik”, Boşnakça / Sırpça bir sözcüktür ve “katil” demektir. Eski Yugoslavya’da, Sırplar haricindeki diğer hemen tüm halklar, bu ifadeyi Sırp milisler için kullanır. Yani normal bir sözcük olan “çetnik”, Yugoslavya İç Savaşı ile birlikte “terminolojik” özellik kazanmıştır.)

Nitekim şu anda bulunduğumuz bölge (Arnavutluk’un kuzeyi; Kosova tarafı), nüfûsunun tamamı Müslümanlar’dan oluşan bir bölge ve Arnavutluk’ta, Kosova sınırına yaklaştıkça, İslamî hassasiyet de daha bir yükselmekte, artmaktadır.

UÇK’nin, sahip olduğu İslamî kimliğinden ve Sırp faşistlerine karşı verdiği onurlu direnişinden dolayı, daha başkaca da iddiâ ve iftiralara maruz kaldığını da hatırlatalım, bu vesileyle. Asıl görevleri, Sırp canîlerinin işlediği suçları araştırmak olan kişiler tarafından ortaya atılan ithamlar da dahil olmak üzere. Ancak konumuz Kosova değil Arnavutluk olduğu için, bu bahsi burada kapatıyorum; bir gün, Kosova’yı da gezip sizlere anlatabilmeyi Râbbim’den niyaz ederek. Özellikle de İpek şehrini.

Âşık Sêdiyanî der ki:

 “Duhul-i Urdî huruc-i Misrî,
Fiha bahs-i Almanî, Swizrî, İtalî,
Ayn’el- mayn’el iştahî iştahî,
La taqatun ene fi qal’â diwarî.”

Arap edebiyâtının usta şâiri İbrahim-i Sêdiyanî’nin 9. yüzyılda kaleme aldığı bu rübaiyi günümüz Türkçe’sine çevirirsek: “Pakistan’dan girip çıktım Mısır’dan / Anlattım size Almanya’dan, İsviçre’den, İtalya’dan / Bakmayın siz geziyi iştahlı iştahlı anlattığıma / Benim de takatim tükendi artık, yıllar yılı DUVARA KONUŞMAKTAN!!!”

Mat ilçesinin merkezi olan Burrel şehri, başkent Tiran’a 91 km, Kosova sınırına 119 km, Montenegro (Karadağ) sınırına 99 km, Adriyatik Denizi’ne ise 59 km mesafede bulunuyor.

Burrel ilçe merkezinden ayrıldıktan sonra, karşımıza hemen hemen hiçbir yerleşim birimi çıkmadan yaptığımız son etap yolculuktan sonra, Klos kasabasına ulaşmıştık. İşte geldik; yolculuğumuz bitti.

Mat ilçe merkezi Burrel şehri ile Klos kasabası arasındaki mesafe, 17 km.

110 km’lik Tiran – Klos yolculuğumuz ne kadar sürdü, biliyor musunuz? Söylemem; çünkü söylesem de bana inanmazsınız. Bense sizin bu hallerinize alışık olduğum için, yine de söyleyeceğim: 110 km’lik Tiran – Klos yolculuğumuz, sıkı durun, tam 4 saat sürdü.

Fakat durun, hemen şaşırmayın; daha ilginci var: Bu 110 km’lik yolun yarısı, yani ilk 55 km’si normal yoldu ve sadece 45 dakika sürmüştü, hatırlarsanız. Yani biz, sadece 55 km’lik bir yolu, evet, sadece 55 km’yi, tam 3 saat 15 dakikada alabilmiştik. Düşünün yani; 55 km’lik bir yol 3 saat 15 dakika sürüyor. Halbusem ki arada yol olsaydı ve bu yol da normal olsaydı, en fazla bir buçuk saat içinde varmıştık Klos’a. (Cümle içinde geçen “Halbusem ki” ifadesi, bizzat benim keşfettiğim ve Türkçe’ye kazandırdığım bir ifade şeklidir)

Dibres iline (Qarku i Dibrës) bağlı Mat ilçesinin (Rrethi i Matit) bir kasabası olan Klos kasabası (Bashkia Klos), deniz seviyesinin 277 m yükseğinde kurulmuş bir yerleşim birimi ve burada 2 bin kişi yaşıyor. Mat ilçesinin bir kasabası olduğu için, trafik plaka remzi, MT.

Kasaba, Mat Nehri (Lumi Mat) üzerinde kurulmuş bir yerleşim birimi. Ancak nehir suları, Ulza Köprüsü(Ura e Ulzës) üzerinde sohbet ettiğimiz yerdeki kadar çok değil. Buralar, ırmağın henüz başları olduğu için, akarsu, geçen bölümdeki gibi nehir kadar değil, küçücük, dere kadar.

Klos’un bir tane ana caddesi (bizim geldiğimiz SH 6 yolunun kasaba içindeki uzantısı) var ve bütün hayat da bu cadde üzerinde zaten. Klos’a girer girmez, Fatmir Isufi ağabeyin kaptanlığındaki Fatmir Tur minibüsümüz, direk, kasabanın tam ortasındaki Klos Belediye Binası’na doğru yöneldi. Burada bizim muhatabımız yaşlı teyzeler değil, kasabanın belediye başkanı ve belediye görevlileri olacak. Arnavutluk’ta bayram tatili sadece ilk gün (dün) olduğu için bugün kimse öpmeyecek bizi. Resmî iş günü olduğundan, sadece ellerimiz sıkılacak.

Klos Belediye Binası, Klos’a girip ana caddede şöyle 700 – 800 m kadar sürdükten sonra sol tarafta. Minibüsümüz binanın giriş kapısının önünde park etti. Belediye binasının renkleri sarı – pembe (bari bu konuda bizi örnek almasaydınız yaa).

Bizler 7 kişilik bir ekibiz. Kafilemizin başındaki isim, yani ulu önderimiz, ALSAR Yetkilisi Saimir Rusheku. Dediğim gibi; her zamanki gibi takım elbiseli, kravatlı.

Minibüsten iniyoruz ve Saimir Rusheku’nun açtığı yolda, kurduğu ülküde, gösterdiği amaçta, hiç durmadan arkasından takip ederek yürüyoruz. İstikamet, belediye başkanının makam odası.

Bizim Saimir Rusheku’nun tek özelliği, ALSAR Yetkilisi olması değil. O’nun önemli olan asıl özelliğini şimdiye kadar belirtmedik galiba; unutmadan söyleyelim: ALSAR Yetkilisi olan bizim arkadaşımız Saimir Rusheku, öyle sıradan biri değil. Kendisi aynı zamanda, Arnavutluk Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ve Eğitim Müdürlüğü Başkanı’dır.

Ne sandınız ya? Öyle her önüne gelenle muhatap olacağımızı mı sandınız?

Belediye binasına girince, içimde bir burukluk oluşuyor. Belediye açık, okullar açık, tüm resmî daireler açık. Müslüman bir ülke olan Arnavutluk’ta, Kurban Bayramı tatili sadece bir gün, bayramın ilk günü. Ne acı, değil mi? O kadarını, isteseydik, Hristiyan Almanya bile verirdi bize. Hatta buradaki Müslüman toplumun temsilcileri gölge etmeseydi, Alaman devleti 4 gün bile verirdi belki.

Binanın içinde, burukluğun yanında, ayrıca gariplik de var içimde. Sanki memleketteyim; Karakoçan Belediye Binası’nın içine girmişim. Atmosfer o kadar benziyor yani. Sanki birazdan bizim belediye başkanı karşımıza çıkacak, “Vışşş, na İbrahim tû çaxtê hati?” (Vışşş, yau İbrahim sen ne zaman geldin?) diye soracak, ardından yanımdaki babama dönüp, “Hecî te qey negot lawê mın hatiye?” (Hecî sen niye söylemedin oğlum gelmiş diye?) diyecek.

Ağır ağır adımlarla merdivenlerden çıkıyoruz, başkanın makam odası üst katta. Kapıyı çalıp içeri giriyoruz; ayağa kalkıyor hemen. Başkan ve yanındaki yardımcısı, bizi oldukça dostça karşılıyorlar.

Makam odasında, bizi Klos Belediye Başkanı Ramazan Mjeshtri ve Klos Belediyesi Sosyal Yardımlar Sorumlusu Mehmet Sadik Limani karşılıyor. Sırasıyla tokalaşıyoruz ve “yanak yanağa” yapıyoruz.

Sürekli dostça bir gülümseme var yüzlerinde ikisinin de. Belediye başkanı, kısa boylu, tombul, hoş ve güleryüzlü bir simâsı olan bir adam. Sanki “yurdum insanı.”

Hepimiz bir sandalyeye oturuyor ve sohbete başlıyoruz. Fotoğrafçımız Xheladin Hajrullah’ın (yani bizim Celal) aramızda olması büyük nimet. Çünkü aramızda hem Arnavutça hem Türkçe bilen tek kişi O. Konuşmaları Xheladin tercüme ediyor.

Kafilemiz adına konuşmayı Saimir abi yapıyor; tercüme edilmeye gerek olmadan. Fatmir abinin birşey demesine gerek yok; O’nun mimikleri herşeyi anlatıyor zaten. Evrensel dil; “gönül dili”. Ardından İHH adına Halid abi ve Kâmil abi kısa birer konuşma yapıyorlar. Sözleri Xheladin tarafından Arnavutça’ya çevriliyor. Onlardan sonra da Alman felsefe ve edebiyatının son temsilcisi olarak ben iki cümleyle konuyu “irdeliyorum.” Xheladin – zorlanarak da olsa – bu sözlerimi de tercüme ediyor. Murat’a ise Sivaslı olduğu için söz hakkı verilmiyor. Karayağız Anadolu evlâtlarının makus talihi...

Daha sonra Belediye Başkanı Ramazan Mjeshtri “günün anlam ve önemini belirten” bir konuşma yapıyor. Daha önce bizim söylediklerimizi Türkçe’den Arnavutça’ya tercüme eden Xheladin, bu kez de başkanın konuşmasını Arnavutça’dan Türkçe’ye çeviriyor.

Başkan Mjeshtri, “kardeşlik, dostluk, paylaşma” gibi konularda güzel ve anlamlı bir konuşma yapıyor; söylediklerinden hepimiz etkileniyoruz.

Ardından makam odasında birlikte hâtıra fotoğrafı çektiriyoruz. Ve sonra, kurban dağıtımlarını gerçekleştirmek üzere aşağı iniyoruz. Dağıtımı, belediye binasının giriş kapısının önünde yapacağız.

Kurban dağıtımı başlıyor. Düzenli bir şekilde yapılıyor. Zaten organizasyonun başında Belediye Başkanı Ramazan Mjeshtri ve ALSAR Yetkilisi Saimir Rusheku var.

Öğleden sonra, kurban dağıtımları hâlâ sürerken, Halid abi, Kâmil abi, Murat ve ben, çarşıya gidip bir camiîde namaz kılmak istiyoruz. Bu sırada dağıtım aksamıyor, devam ediyor. Zira yalnız değiliz; belediyeden de yardımcılarımız var.

Hep birlikte kasabanın çarşısına, yavaş adımlarla ve etrafı gözleye gözleye gidiyoruz. Çarşıda en yakın camiîyi soruyoruz. Bize terkedilmiş, harabe bir binayı gösteriyorlar. Şaşırıp kalıyoruz! Hani nasıl diyeyim, diğer bölgelerimizde de vardır muhakkak ama, özellikle Doğu Anadolu’nun kırsal bölgelerinde, ıssız bir yerde bulunan ve ayda yılda bir uğranılan su depoları olur ya; tıpkı onlar gibi bir bina. Fakat ıssız bir yerde değil tabiî; çarşının tam ortasında.

Yanındaki bir çay ocağının bahçesinde musluk var; orada sırayla abdestlerimizi alıyoruz. Sonra da bize “camiî” diye gösterilen harabe binanın içine giriyoruz. İçi de dışı gibi harabe! Sadece bir gözünde, yere serili halılar var, namaz kılmak için. Öğle ve ikindi namazlarını seferî olarak birleştirerek ve elbette ki cemaat oluşturarak kılıyoruz.

Kâmil abi o güzel sesiyle kamet getiriyor (Bir ses bu kadar mı güzel olur yaa? Dünkü bayram namazında da bize Qûr’ân okumuştu; insanı mest eden bir sesi var. Eh tabiî normaldir; adam Urfalı ne de olsa! Arkadaş, şu Urfa’nın toprağından mıdır “isot”undan mıdır, anlamadım gitti.). Halid abi ise imâmımız; namazı O kıldırıyor. Murat ve ben, birşey yapmıyoruz. Birimiz Sivaslı birimiz Elâzığlı olduğumuz için Murat’la ben sadece cemaate tabi oluyoruz. Karayağız Anadolu evlâtlarının makus talihi...

Namazlarımızı kıldıktan sonra dışarı çıkıyoruz tekrar. Belediye binasına doğru geri dönmek üzere yürümeye başlıyoruz. Bu arada Murat’la ben yavaşlamışız, ayaklarımız “bir ileri ama iki geri” gidiyor. Halid abi ile Kâmil abi ikide bir arkalarını dönüp bakmak zorunda kalıyorlar; peşisıra “E de hadiii!” diyerek. Abilerimiz anlamıyorlar tabiî durumu; oysa bizim niyetimiz başka! Murat’la biraz dolaşmak, gezmek istiyoruz çarşıda; biraz “takılmak” istiyoruz. Çekiniyoruz da hani, söylemeye. “Abi siz gidin, biz ikimiz biraz dolaşmak istiyoruz. Merak ediyoruz, ne var ne yok diye” diyebiliyoruz en sonunda, çok şükür. Bunun üzerine, “Tamam, bi gidip bakalım herşey yolunda mı diye. Sonra dönüp hep beraber gezeriz” demezler mi? Haydaaa, anlamıyorlar ki olayı! Büyüklerimizi elbette ki sabahtan akşama kadar başımızın üstünde taşırız, amennâ, fakat hani, nasıl söylemeli? İnsanın yanında büyükleri oldu mu, insan rahat hareket edemiyor. Biz Murat’la biraz çarşıyı gezmek istiyoruz, kasabada dolaşmak istiyoruz, buradaki hayatın akışına katılmak istiyoruz. İnsanlarına karışmak, insanlarının arasına karışmak istiyoruz. Fakat rahat bir şekilde, serbestçe.

Sonunda galiba onlar da anlıyor ki, “Tamam biz ordayız” deyip adımlarını hızlandırıyorlar. Sevinçten yüzü parlıyor hemen Murat’ın. Ben aynı şekilde.

Başlıyoruz dolaşmaya Murat’la, Klos’u. Hem sohbet ede ede yürüyoruz, hem de yanından geçtiğimiz, önümüzden geçen herkese selam veriyoruz. Amaç da bu ya zaten, “yaşamak” burayı. Gezmek, dolaşmak, uğramak, “gitmiş olmak” değil, bunlar değil, “yaşamak”. Gittiğin yerde bir turist gibi, bir yabancı gibi, bir misafir gibi gezmek değil, orayı “oralı gibi” yaşamak. İlk defa gittiğin topraklar olsa da, ayak basar basmaz “oralı” olmak.

Öyle hoş vakit geçiriyorduk ki. Ama herşeyi, sanki biz de “oralıymış gibi” yaşıyorduk. Karşılaştığımız insanlara selam veriyorduk. Çocukların yanından geçtiğimizde saçlarını okşuyor, takılıyorduk mahsustan; şakalaşıyorduk. Dükkânların içine girip, sanki müşteriymişiz gibi, ciddî ciddî rafları inceliyor, malları elimize bakıp inceliyorduk. Fiyatlarını sorduğumuz mallar bile oldu hatta..

Ne kadar şirin bir kasaba bu... Evleri, dükkânları, ağaçları, çiçekleri, akarsuyu, insanları, erkekleri, kadınları, çocukları, sade ama kıpır kıpır yaşamıyla...

Shqipëria... Kartallar ülkesi Arnavutluk... Kartalın çocukları... Kartallar ülkesi... Shqipëria...

Ti Shqipëri... 
Më jep nder,
Më jep emrin Shqipëtar...

(Ey Arnavutluk... 
Bana şeref ver,
Bana Arnavut ismi ver...)

Qarku i Dibrës... Rrethi i Matit... Bashkia Klos... Memleket burası yaaa... Memleket, memleket!... Kim demiş burası Arnavutluk diye? Kim demiş Balkanlar, kim demiş burası Rumeli?

Arnavutluk, hayır Arnavutluk değil... Murat için Kapadokya burası, benim için Mezopotamya...

Dibres, hayır Dibres değil... Murat için Sivas burası, benim için Elâzığ...

Klos, hayır Klos değil... Murat için Zara burası, benim için Karakoçan...

Mat Nehri, hayır Mat değil... Murat için Kızılırmak bu akarsu, benim için Fırat...

Klos kasabasında Murat’la gezerken, bana öyle geldi ki, sanki memlekete gitmişim de, orada yıllardır görmediğim bir çocukluk arkadaşımla çarşıda geziyoruz.

Çok iyi anlaşıyorduk Murat’la. Garip ama neredeyse tüm hobilerimiz, zevklerimiz, ilgi alanlarımız aynıydı O’nunla. Sebebini ben de bilmiyorum ama, şimdiye kadar hangi ortama girmişsem, eğer orada bir Sivaslı varsa, mutlaka en iyi anlaştığım kişi o Sivaslı olmuştur. Toprağından mıdır suyundan mı bilmem ama, genelde iyi insanlar çıkıyor ordan. Sünnî’si de öyle, Alevî’si de.

Bir de Sivas’ın başka bir özelliği var sanki. Aslında yok ama bana öyle geliyor. Tuhaf! Türkiye’nin 81 ili var, 80 tanesinin de ismi sadece o ili anımsatır. Fakar Sivas denilince, bana öyle gelir ki, yani bende öyle tuhaf bir algılama oluşur ki, sanki bir ilden değil de, bir ülkeden, hatta başlıbaşına bir bölgeden bahsedilir. Yani “Sivas” ismi bende “Anadolu”, “Kafkasya”, “Mezopotamya”, “Balkanlar”, “Trakya” gibi bir algı oluşturur. Sanki içinde birkaç ülkenin olduğu genişçe bir coğrafyadan bahsediliyormuş gibi gelir. Halbuki sadece bir ildir o da; ve memlekette onun gibi 80 tane daha var. Ama öyle gelir bana, tuhaf; tamamen “algılama” ile ilgili bir olay.

Murat’la Klos çarşısında yürürken bir ara gözümüze bir internet café. Hemen daldık içeri. Yanyana olan bir masaya o oturdu, bir masaya ben. Heyecanlıyız çocuk gibi; neyimiz var neyimiz yok biribirimize göstereceğiz yaa! Murat bana İstanbul fotoğraflarını gösteriyor, arkadaşlarıyla çektirdikleir hâtıra fotoğraflarını, balık tutarken çektikleri fotoğrafları. Muhteşem hepsi de! Ben de onlara bakarken, “Vaaayy, Murat abi harikasın ya; benim de en büyük hobimdir balık tutmak” diyorum. Murat’ın Facebook’u, mail’i var işte, onları açmış. Benim de Haksöz’üm, Ceylan Pınarı’m var. Ceylan Pınarı’ndaki yazılarımı, Haksöz’deki gezilerimi gösteriyorum O’na. Gezilerin altındaki fotoğraflarımı gösteriyorum Haksöz’de. Almanya’nın en yüksek dağının zirvesinde çektirdiğim fotoğraflarıma, İtalya, İsviçre fotoğraflarıma bakıyor; yazıları inceliyor, dolu dolu anlatımlara göz gezdiriyor. “Vaaayy İbrahim abi sen neymişsin ya” diyor O da.

Hani biribirleriyle yeni tanışan ve ilk kez birlikte oyun oynayacak olan çocuklar gibi. Bilmiyorum, hiç dikkatinizi çekmiş midir; bir aile bir aileye misafirliğe gittiğinde, çocukları biribirlerini ilk defa görüyorsa, çocuk odasında onların konuşmalarını hiç takip etmiş misiniz şimdiye kadar? Önce ev sahiplerinin çocuğu neyi varsa ortaya döker; “Baaaak, benim şuyum şuyum vaar” diyerek. Diğer çocuk gözlerini faltaşı gibi açıp onlara hayranlıkla bakar. Sonra da misafir olan çocuk anlatmaya başlar; “Benim de şuyum şuyum var, şunu babam aldı bana, şunu annem aldı, şunu dedem aldı” diyerek. Bu sefer de öbürü kulaklarını anten gibi dikip onu hayranlıkla diker. Bizimkisi de aynen öyleydi işte. Murat bana İstanbul fotoğraflarını, yakaladığı balıkları gösteriyor, “Baaak, benim şuyum şuyum vaar”; ben de O’na gezilerimi, şiirlerimi gösteriyorum, “Baaak, benim de şuyum şuyum vaaar”...

Sivas – Zaralı Murat Kantarcı, İstanbul’da kuyumculuk yapıyor. Kapalıçarşı’nın içindeki Vera Kuyumculuk’un sahibi (bu güzel kardeşimizin bir çayını içmeye gidesiniz diye adresi veriyorum). Beni balığa dâvet ediyor İstanbul’a. Böyle birşey için dâvete gerek var mı? Balık tutmak, benim de en büyük hobim. Eroinden, uyuşturucudan bile daha tehlikeli bir bağımlılık bu hem de. Tedavisi olmayan bir hastalık. Eroinin tedavisi mümkün, tedavi merkezleri, hastaneleri var; bunun tedavisi yok! Oltayı suya atınca, balığın o “kıt” yapması var ya, hani iğnenin ucundaki yemi almak için uğraşırken oltanın ipi titrer böyle, oltanın tapası suya batar çıkar, batar çıkar balık olduğunda, biz ona “kıt diyoruz; yaw arkadaş, balığın o “kıt” yapması yok mu, oltanın ipini titretmesi, o olayın bana verdiği zevki var ya, bu dünyada başka hiçbir şey veremiyor...

Murat şanslı o yönden; İstanbul bu hobinin tam da merkezi. Zaten sık sık çıkıyorlarmış balığa arkadaşlarıyla. Benim Almanya’da öyle bir şansım yok. Burada kendimiz “balık” olmuşuz; birileri de habire “avlıyor” bizi. Onun için “filozof” oldum ya zaten. Alman felsefe ve edebiyat tarihine de geçtik; iyi mi? (Vay adi Heidegger vay, sen ne alçak bir adammışsın!... Kurban olduğum Allâh; Heidegger’i Türkiye’ye yazar yapsaydın, beni de Hannah Arendt’in yanında aktivist. Tarihin akışı böyle mi olurdu?)

Bir buçuk saat kadar çarşıda oyalandıktan sonra döndük tekrar, belediye binasına. Dağıtım hiç aksamadan devam ediyordu. Halid abi ile Kâmil abi bizi görünce gülmeye başladılar; büyüklerin küçüklerin hallerine güldükleri gibi.

Akşama doğru dağıtım bitti. Dağıtımda hiçbir sorun yaşanmadı; herşey gayet muntazam ve düzenli bir şekilde gerçekleştirildi.

Klos Belediye Başkanı Ramazan Mjeshtri bizi bırakmıyordu. “Misafirimsiniz” dedi; bizi yemeğe götüreceğini söyledi.

Hristiyan ülkelerde üç gün misafir olsanız size bir bardak soğuk su bile ikrâm etmeden geri gönderirler; fakat Müslümanlar’ın hali başka tabiî ki. Sabahın 4’ünde yaptığımız kahvaltıyla duruyoruz; akşam olmuş. Tüm gün birşey yememişiz. Müslüman bir toplumun içine girdiğinizde, ev sahipleri, sizden daha iyi bilirler içinde bulunduğunuz durumu.

Üç ayrı arabayla, konvoy halinde yola koyuluyoruz. Belediye başkanı, bizi yemeğe götürüyor. Gece olmuş; etraf kapkaranlık.

Kasabanın biraz dışında, tenha bir yerde, şırıl şırıl akan Mat Nehri’nin kıyısında, çok ama çok hoş, nezih bir restoranın önünde durdu arabalar. “Rolejdi Restaurant” ismi... İndik hepimiz.

İçeri girdik; oldukça güleryüzlü bir karşılama! Dış görünüşü gibi, içi de çok hoş restoranın. Restoranda çalışanlar Arnavutça birşeyler söyleyerek karşılıyorlar bizi. Anlamıyoruz ama, bunun Türkiye’deki restoranlarda söylenen “Buyn abi, buyn buyn buyn” sözlerinin Arnavutça’sı olduğunu tahmin ediyoruz.

Uzuuunca bir masayı bizim için hazırlıyorlar. Geçip oturuyoruz masanın etrafındaki sandalyelere. O kadar kalablığız ki, restoran sahibi de seviniyor tabiî. Hemi de, başımızda koskoca belediye başkanı; az mı?

Epey kalabalığız. Kimler kimler yok ki masada? Rexhep Pasha Mati ve Ahmet Zogu haricinde herkes burda: Klos Belediye Başkanı Ramazan Mjeshtri, Klos Belediyesi Sosyal Yardımlar Sorumlusu Mehmet Sadik Limani, Klos Belediye Polisi Dhurim Ahmet Buzhiqi, Klos Belediye İşçisi Halzim Velida, Klos’ta Taksi Şoförü Agror Peçi, ALSAR Yetkilisi ve Arnavutluk Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı – Eğitim Müdürlüğü Başkanı Saimir Rusheku, ALSAR Şoförü Fatmir Isufi, ALSAR Görevlisi Xheladin Hajrullah, İHH Gönüllüsü Halid Necdet Arslaner, İHH Gönüllüsü Mehmet Kâmil Gelgör, İHH Gönüllüsü Murat Kantarcı ve WEFA Gönüllüsü İbrahim Sediyani.

Restoran sahibi ve işçileri masamıza geliyorlar; ellerinde kâğıt – kalem, “Buyrun, ne arzu edersiniz?”... Haydaaa, hakkaten sipariş almaya gelmişler, iyi mi? Arkadaşım; ne siparişi yaa! Donat gitsin işte masayı... Biraz uyanık ol! Kadroyu görmüyor musun? Real Madrid’de bile böyle kadro yok... Sanırım bu restorandaki kardeşlerimizi biraz Türkiye’ye göndermemiz lazım; oradaki restoranlarda biraz staj yapmalılar; uyanık olmayı öğrenmeliler... Aynen bu cevabı aldılar onlar da zaten; “Donat gitsin işte masayı”...

Yemekten önce sıcak içecekler geldi; çay ve kahve. Onlarla ısınmış olduk. Dün hava güneşliydi; çok sıcaktı. Bugün ise kapalıydı hava, yağmurluydu.

Restoranın ismi “Rolejdi Restaurant”... Ne anlama geldiğini merak ediyorsunuzdur şimdi; anlatalım: Restoran sahibinin iki çocuğu var. Çocuklarının isimlerini kısaltıp birleştirmiş. “Rolejdi”, restoran sahibinin iki çocuğunun isimlerinin kısaltılıp birleştirilmesinden oluşturulmuş bir isim.

Yemekler geldi, sofra donatıldı. Ortam çok güzeldi; yemeğin kalabalık bir grupla yenilmesi, yemeğin tadına tad katmıştı.

Öylesine nezih bir ortamı vardı ki, şiir gibiydi herşey. Arnavutluk’un tamamen doğal bir ortamında Arnavut kardeşlerimizle birlikte yemek yiyorduk. Restoranın hemen kenarında akan Mat Nehri’nin şırıl şırıl akan suyunun sesi, tâ içeriye kadar geliyordu. Akarsudaki kurbağaların çıkardığı sesleri bile işitebiliyorduk. Kuş sesleri ve çeşit çeşit meyvâ ağaçlarının arasında, oldukça nezih bir ortamdaydık.

Onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış, nice nice imparatorluklar ve krallıklar görmüş, bir zamanlar şanlı ecdâdımızın yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğü bu topraklarda, şimdi ise deredeki kurbağalar vıraaak vıraaak diye ses çıkarıyor, açık olan lambanın etrafındaki sivrisinekler vızzzzz vızzzzz diyerek dönüyor, nahırdan dönen inekler mööööö mööööö diye bağırıyor, sütten kesilen kuzular meeeee meeeee diyerek zıplıyor, karıncalar üç vardiya halinde ve tüm sendikal haklardan mahrum olarak harıl harıl çalışırken ağustosböcekleri eline sazı alıp “Lê lê lê Sakine, niye düştün tütüne, gel beraber gidelim, Adıyaman êline” türküsünü çalıyor, limon ve portakal ağaçlarına tüneyen kuşlar cik cik ciiiik cik cik ciiiik diye ötüşüyor, börtüböcekler migmig migmig migmig diye ses çıkarıyor, böğürtlenler ve çitlembikler minik minik gövdeleriyle ağaçlara ayrı bir güzellik katıyor, ahududular ve ebegümeciler âdeta göz kamaştırıyor, bu arada şehrin sokaklarına hafiften yağmur çiseliyordu...

Yemekler de yendikten sonra hâtır istendi. Ayrılık vakti gelmişti.

Geldiğimiz aynı 4 saatlik yolu, bu sefer geri döndük. Bir farkla; bu sefer karanlıkta.

Otelde, önce namazlarımızı kıldık. Akşam ve yatsı namazlarını. Sonra, bugün hiç görmediğimiz arkadaşlarımızla bir araya geldik. Onlar bugün yaşadıklarını anlattılar bize, biz de onlara.

Bütün işimiz bitmişti artık. Ve yarın, sadece “gezme” günüydü. Hepimiz, büyük bir heycanla yarını bekliyorduk. Çünkü yarın, bambaşka bir gün olacaktı bizim için. Öyle bir gün ki, heyecandan bu gece uyku bile girmezdi gözlerimize.

Yarın, Makedonya’ya gidiyorduk. Çalışmaya değil, sadece gezmeye.

O gece otelde, öyle bir heyecanlıydık ki yarından dolayı, kim ne konuşursa konuşsun, her iki cümleden birinde “Makedonya” kelimesi geçiyordu.

Bekle bizi güzel Makedonya; yarın geliyoruz.

  

Yorumlar