Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Estergon şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Estergon’un güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:
Estergon Kalesi subaşı durak,
Kemirir gönlümü bir sinsi firak,
Gönül yar peşinde yar ondan ırak.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi subaşı kaya,
Kemirir gönlümü aşk denen bela,
Üftadeni hoşgör gel etme cefa.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi subaşı hisar,
Baykuşlar çağrışır bülbüller susar,
Kafir bayrağını burcuna asar.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi subaşı kale,
Göklere ser çekmiş burçları hele,
Biz böyle kaleyi vermezdik ele.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesi papazla doldu,
Ay tutuldu güneş buluta girdi,
Neneler karadan yaslar bağladı.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Slovenya ülkesine. Yürüyerek gelseydik Slovenya’daki Alp Dağları eteklerine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Alpler’in eteklerindeki köylerin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:
Tuna’nın eser bad-ı saba yeli de Tuna’nın,
Kıyılara çalkar çalkar seli de Tuna’nın,
Açılır kırmızı kırmızı gülü de Tuna’nın,
Alaman Dağları’nı aşıp gelirsin.
Cineviz Dağları’n dağların deler geçersin,
Analar ağladıp kanlar içersin,
Açılır kırmızı kırmızı gülü de Tuna’nın,
Alaman Dağları’nı aşıp gelirsin.
Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Sırbistan ülkesine. Yürüyerek gelseydik Sırbistan’ın başkenti Belgrad şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Belgrad’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:
Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, yar yar aman aman, değil ki yayası,
Gönlüm oldu benim, dilber aman aman, sevda yuvası.
Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, dilber aman aman, değil ki yayası.
Başıboş gezerim, dilber aman aman, Macar elinde,
Bir dilberin oldum, yar yar aman aman, esiri işte,
Derdime yok mudur, dilber aman aman, çare bu işte.
Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, dilber aman aman, değil ki yayası.
Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Zemun şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Zemun’un güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:
Zemun Zemun allı Zemun,
Taşın toprak karlı Zemun,
Ben Zemun’a varacağım,
Ben Zemun’da kalacağım.
Zemun yolu uzun urgan,
Üstümüzde yoktur yorgan,
Ağla beni anneciğim,
Ben Zemun’da kaldım kurban.
Zemun yolu gezilir mi,
Tabur yola dizilir mi,
Ağla beni anneciğim,
Zemun’a dek gezilir mi.
Çıktım Zemun’un düzüne,
Eşmayzeri aldım dizime,
Dediler düşman geliyor,
Ölümü aldım gözüme.
Karavanlar çalıyor,
Binbaşılar darılıyor,
Darılmayın binbaşılar,
Can ciğerden ayrılıyor.
Mapushane kapısına,
Nail oldum yapısına,
Asker oğlum kurban gitti,
Kilit vurun kapısına.
Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Bosna ülkesine. Yürüyerek gelseydik Bosna – Hersek’in başkenti Saraybosna şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Saraybosna’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:
Bosna’dan bize haber geldi,
Geldi de sol böğrümü deldi,
Bugün bize asker dendi.
Kalk gidelim Bosna üstüne hey,
Ah açılsın Bosna’nın gülleri hey.
Annem ağlar melil melil,
Ver babam öpeyim elin,
Size de emanet olsun bu telli gelin.
Kalk gidelim Bosna üstüne hey,
Ah açılsın Bosna’nın gülleri hey.
Sonra oturup dinlenseydik Tuna Nehri kıyısında. Oturup dertleşseydik bizim gibi dertli Tuna’yla. Kimse toplanmasaydı başımıza. Kimse görmeseydi bizi, kimse dinlemeseydi konuştuklarımızı. Sadece Tuna’ya açsaydık içimizi:
Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda,
Elinde bir besli kuzu hem kucağında.
Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır,
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz,
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni.
Alayım da gizli yerde sarayım seni.
Telgrafın tellerinden haber var mıdır,
Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz.
Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır,
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz,
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni,
Alayım da gizli yerde sarayım seni.
Makedonya sınırına sadece 3 km mesafede bulunan Qafë Thanë köyünde bir yolüstü lokantasının önüne minibüsü çektik ve dışarı çıktık. Lokantada hafif birşeyler atıştırdık, soğuk içecek içtik.
Arnavutluk’ta en çok hoşumuza giden içecek “elmalı süt” olmuştu. Bütün yemeklerde ve molalarda içecek olarak hep bunu tercih ediyorduk. Bu içeceği keşfeden de bizim gençler olmuştu; Emin, Fatih ve Hamza sayesinde biz de bu “harika içecek”ten bol bol içtik. Tek kelimeyle nefis bir içecek! Yolunuz Arnavutluk’a düşerse, içmeden dönmeyiniz.
Lokantanın içinde değil, dışarıda oturmuştuk, açıkhavada. Hava çok güzeldi bugün.
Buranın havası, iklimi ne garip! İki gün önce güneşli ve yaz sıcağı, dün yağmurlu, bugün ise yine güneşli.
Lokantanın terasında oturup etrafı seyrederken, her tarafta “bunker” görüyorduk. Efendim, “bunker” ne midir? Bunu bilmiyorsanız, Arnavutluk’u hiç tanımıyorsunuz demektir. Arnavutluk’u Arnavutluk yapan en önemli özelliktir, bu “bunker”ler...
“Bunker” denilen bu “yeraltı evleri”, Arnavutluk’un her tarafında! Bunlar Komünizm döneminde Enver Hoxha tarafından yaptırılmış.
“Bunker” (korugan), demir ve betondan yapılmış, üstü kubbe şeklinde, bir yönünde silâhlarınızı kullanmanız ve diğer yönünde içine girebilmeniz için iki açık bölümü bulunan sığınma amaçlı askerî yapılara verilen isim. Küçücük Arnavutluk topraklarında 700 bin kadar “bunker” bulunuyor. Yani ülkedeki evlerin sayısı kadar da “yeraltı evleri” var hani, anlayacağınız. Bugünkü nüfûsa oranlarsak, Arnavutluk’ta her 5 kişiye bir bunker düşüyor demektir. Zaten 5 kişilik bir aile için oldukça ideal; anne baba, iki çocuk ve bir de kaynana.
Enver Hoxha Arnavutluk’u Yugoslavya, SSCB ve Çin ile olan ilişkilerinden soyutlayıp tamamen yalıtılmış bir rejim haline getirdikten sonra ABD’nin her an Arnavutluk’a saldıracağı ve ülkenin karış karış korunması gerektiği tezini işlemeye başlar. Rivayete göre Enver Hoxha’ya bu bunker’lerin yapımını, görev süresi Temmuz 2007 tarihinde biten Cumhurbaşkanı Alfred Moisiu salık verir. Tek kişilikten başlayarak, büyük topların sığabileceği kapasiteye kadar uzanan sayısız bunker (korugan), Arnavutluk topraklarının hemen her yerini kaplamış halde.
Yapımına yaklaşık 5 milyar Dolar harcanan bu bunker’lerin imhâsı da kolay değil. Bu sebeple öylece duruyorlar. Anlatılan o ki, Enver Hoxha bu kadar beton ve demir ile ülkenin tüm yollarını yapabilirmiş. Şu anda halkın başına bela olan bu sığınakların her biri 1, 5 ton demir ve tonlarca beton taşıyor. Kırıp imha etme işini yapan şirketler bu iş için 700 Dolar para alıyorlar. Arazinize bir bina yapacaksanız, projenizi engelleyen bunker’i ortadan kaldırmak için bu parayı vermek zorundasınız. Ama nerde bulacaksınız 700 Dolar’ı, benim gibi araştırmacı yazar ve filozof aynı zamanda WEFA gönüllüsü ve Arbeitslosenhilfe II iseniz eğer?!
Çok sağlam betondan yapılmış bu bunker’ler; bol miktarda demir kullanılmış. Askerler olası bir savaş anında bu bunker’lerin içine girip hem kendilerini koruyacak, hem de vatanlarını savunacaklarmış. Anlatılanlara göre o dönemde bir bunker’in yapımı lüks bir dairenin fiyatına mal oluyormuş. Şimdilerde ise bunker’lerin üzerini otlar bağlamış çoğu yerde. Demirleri alınmış atıl vaziyette duruyorlar. Kimi bunkerler insanların evlerinin bahçesinde kalmış. Bazıları garaj niyetine kullanıyor, bazılarıysa bahçesinde dekorasyon olarak. Depo ya da café olarak kullananlar bile var. (Keşke bir tanesini kendimle Almanya’ya getirseydim. Güzel bir döner büfesi yapılırdı bundan.)
Komünizm bitmiş, Enver Hoxha dönemi kapanmış, ama onlardan geriye kalan bunker’ler kalmıştı işte geriye. Hani bir Arnavut atasözünde de denildiği gibi; “Mishi tretet kocka mbetet”... Yani, “Et erir kemikler kalır.”
Bunker’leri parçalayıp temizlemek ve içlerindeki çelikleri çıkarıp almak çok masraflı olduğu için, onlara şimdilik dokunmuyorlar ama cephaneleri alıp demirlerini eriterek kullanmak istiyorlar. 2008 yılında, belki hatırlarsınız, top mermilerinin barutlarını ayırıp demirlerini çıkarmak isterken büyük bir patlama olmuş ve 33 kişi ölmüştü.
Arnavutluk’un her yerinde dağ, taş neredeyse bunker. Bu ülkede sıra sıra bunker’ler görüyorsunuz. İnsanlar onlarca yıl aç susuz kalmışlar ama bu bunker’lerin yapımı devam etmiş. “Düşmana karşı en iyi savunma yolu bu” diye anlatılmış. Ama ne o zaman işe yaramış ne de günümüzde kullanılıyor. Arnavutluk’un paraları yok yere tüketilmiş.
Şimdi diyeceksiniz ki; bunca modern silâha karşı ne yapabilir ki bu ibtidaî sığınaklar? Hayır, öyle değil işte! Bu “yeraltı evleri” o kadar sağlam ki, top, tüfek, hatta nükleer bomba, hiçbir şey yıkamıyor. Yani bu sığınaklara saklananlar ecelleriyle ölmeyene kadar onlara birşey yapabilmek neredeyse imkânsız! Bunların yapımı ve denenmesi sırasında Enver Hoxha, bunları bizzat yapan mühendisleri içine sokuyor ve onların üzerine bomba atıyordu, öyle deniyordu.
Hadi mühendisi sizseniz, erkekseniz sağlam yapmayın! Çünkü bittikten sonra ilk kez bizzat siz denek olarak kullanılıyorsunuz. Enver Hoxha önce sizi içine koyup bombalıyor. Mühendisler de bunu bildikleri için öyle bir sağlam yapıyorlar ki, hakikaten nükleer bomba bile tesir etmiyor. Tamamen güvenli evler bunlar.
Söylendiğine göre, 1999’daki Kosova Savaşı sırasında Sırp ordusu Qukës tarafından (biraz önce içinden geçtiğimiz köy) Arnavutluk’a giriyor ve bunker’lerin içindeki UÇK askerlerini top atışına tutuyor. Sonuç mu? Dedik ya, Enver abi bunları sağlam yapmış diye. Bunker’ler işe yarıyor ve UÇK direnişçilerine hiçbir şey olmuyor.
12 Temmuz – 14 Ağustos 2006’da siyonist İsrail rejiminin Lübnan’a saldırısı, 33 gün süren “orantısız güç kullanımlı savaş” ve İsrail’in Hizbullah karşısında aldığı ağır yenilgi, fakat siyonist işgal rejiminin Lübnan’ın güneyinde çoğu kadın ve çocuk olmak üzere binlerce masum insanı bombalayıp katletmesi üzerine Arnavutluk’ta bu bunker’lerin tamamının sökülüp Lübnan’ın güneyine göndermek, halkı siyonist İsrail saldırganlığından bu bunker’ler vasıtasıyla korumak bile gündeme gelir. 2006’da bu konu mecliste ciddî ciddî konuşulur. Bunker’leri Müslümanlar’ın cephesine göndermek gerektiğini söyleyenler olur. Fakat bu daha sonra hayata geçirilmez.
Bunker’ler şu anda “Arnavutluk’un sembolü”. Turistlere yönelik olarak hediyelik eşya satan suvenir dükkânlarının değişmez malzemeleri durumunda bu bunker modelinde yapılmış hediyelikler. Suvenir dükkânında “bunker” şeklinde yapılmış anahtarlıklar, kül tablaları, çaydanlıklar, kumbaralar, oyuncaklar alabilir, bunları hediye niyetine çocuklarınıza götürebilir, benim yerime de gözlerinden öpebilirsiniz.
Bunker’ler, tıpkı UFO araçlarına benziyorlar. Arnavutluk’ta gezdiğiniz zaman, sanki her tarafta UFO varmış gibi geliyor insana. Sanki bir sürü UFO aracı yere inmiş. Öteden beri UFO’lara ilgisi olan bir insan olarak çok hoşuma gidiyor bu durum benim.
Sadece 3 km yol gittikten sonra Makedonya sınır kapısına ulaşmıştık.
Gümrük kapısına varınca minibüsü durdurduk ve hepimiz pasaportlarımızı alarak dışarı çıktık. Makedonya da Arnavutluk gibi TC vatandaşlarından vize istemeyen bir ülkeydi. Dolayısıyla vizesiz girecektik ancak pasaport kontrolünden geçmemiz ve pasaportlara “GİRİŞ” damgası vurdurmamız lazımdı.
Sadece kendimiz için değil, minibüs için de ekstradan “GİRİŞ” izni almamız gerekiyordu. Makedonya gümrük polisleri isterlerse bize izin verirler, ama minibüsü içeri sokmamıza müsaade etmeyebilirlerdi. Böyle olursa, minibüsü mecburen bu tarafta bırakıp, Makedonya topraklarından itibaren geri kalan yolculuğu taksiyle yapmak zorunda kalacaktık.
Bizler, şoförümüz Fatmir abi haricindeki 8 kişi, sırayla kontolden geçtik, pasaportlarımıza “GİRİŞ” damgası vurdurduk ve başladık bir ülkeden diğer ülkeye, Arnavutluk’tan Makedonya’ya yürüyerek gitmeye. Bir tek sadece Fatmir abi kaldı Arnavutluk tarafında; O hem minibüs için izin alacağından işlemleri bira zuzun sürecekti; minibüsü her yönden kontrol edip bilgilerini kaydedeceklerdi. (Cümle içinde geçen “bir tek sadece” ifadesi, bizzat benim keşfettiğim ve Türkçe’ye kazandırdığım bir ifade şeklidir.)
Harika bir olaydı bu... Yolculukta içimde ukde olarak kalan, bende burukluğa yol açan durum ortadan kalkmıştı... İşte arzuladığım şey gerçek olmuştu: Bir Balkan ülkesinden diğer bir Balkan ülkesine yürüyerek gidiyorduk.
Ne muhteşem bir olay bu Allâh’ım, şükürler olsun Sana! Arnavutluk’tan Makedonya’ya “yürüyerek” gidiyordum: “Lamtumirë Shqipërisë” (Hoşçakal Arnavutluk)... “Здраво Македонија / Zdravo Makedonija” (Merhaba Makedonya)...
Arnavutluk’tan Makedonya’ya hep birlikte yürürken, birden Sivaslı Murat’ın elinde pasaportunu sallayıp, “Bakın arkadaşlar, pasaportumda ne yazıyor?” demesi üzerine Murat’ın pasaportu elden ele dolaştı. Hepimiz şaşkın bakışlarla Murat’ın pasaportundaki o damgaya, damganın üzerindeki o 9 harflik ibareye bakıyorduk.
Murat’ın pasaportunda büyük büyük harflerle “KURDİSTAN” yazıyordu.
Murat bir iş gezisi için Kürdistan’ın başkenti Erbil (Hewlêr)’e gitmiş. Güney Kürdistan’a gidip gelirken doğal olarak pasaportuna da Kürdistan’a giriş – çıkış yaptığına dair damga vurulmuş. Şu feleğin işine bakın: Ben Kürdistan topraklarında doğduğum ve Kürt olduğum halde daha Kürdistan’ın başkenti Erbil’i görmemişken, Allâh’ın Sivaslısı gidip görüyor; iyi mi?
İşin çok ama çok tuhaf olan, insana “tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olur” dedirten bir durum vardı ortada ki, o hakikaten çok ilginç olan durum şuydu: Türkiye “Kürdistan” ismini kabul etmiyordu; Yunanistan da “Makedonya” ismini kabul etmiyordu. Biz ise, elimizde Türkiye’nin varlığını kabul etmediği “KÜRDİSTAN” damgası bulunan bir pasaportla, girişinde Yunanistan’ın kabul etmediği “MAKEDONYA” tabelası bulunan topraklara ayak basıyorduk.
Bu kadar ilginç bir olay olabilir mi hakikaten?!
Bütün dünya Kürdistan’a “Kürdistan” diyor; Türkiye hariç! Bütün dünya Makedonya’ya “Makedonya” diyor; Yunanistan hariç!
Türkiye’ye göre Kürdistan diye birşey yok! Yunanistan’a göre de Makedonya diye birşey yok! Oysa biz, üzerinde aslanlar gibi “KÜRDİSTAN” yazan bir pasaportla üzerinde aslanlar gibi “MAKEDONYA” yazan bir tabelanın dikili olduğu ülkeye giriş yapıyorduk.
Tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olur.
Biz elimizde KÜRDİSTAN pasaportuyla MAKEDONYA tabelasının dikili olduğu ülkeye ayak basarken, aslında hem Türk şovenizmine ve inkârcılığına, hem de Yunan şovenizmine ve inkârcılığına en güzel cevabı veriyorduk.
Türkiye ve Yunanistan, hâlâ Kürdistan ve Makedonya için “öyle bir yer yok” deyip dursunlar! Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî ne güzel söylemiş: “Bir şeyi sen bilmiyorsun, tanımıyorsun diye o şey yok demek değildir.”
Halbuki, daha ortada “Türkiye” diye birşey yokken “Kürdistan” vardı ve aynı şekilde, daha ortada “Yunanistan” diye birşey yokken de “Makedonya” vardı. Sonsuza kadar da var olacaklar, inşallâh.
Hatta hatta, daha ortada Türkiye ve Yunanistan yokken, Kardak kayalıkları bile vardı. Bu kayalıkların üzerinde keçiler otlanırdı. Keçiler bazen kavga ederler ama bu yüzden devletler biribirine girmezdi. Keçiler yüzünden savaş çıkmazdı. Keçilerin rengi siyâh, otların rengi yeşil, kayalıkların rengi gri, denizin rengi mavi, güneşin rengi de sarıydı. Etek sarı, sevdiğim etekten sarıydı. Kurban olam Beydağı’nın karıydı. Sordum sual ettim kimin yarıydı. Ben sormadan dolu gibi döküydü...
Bizler Makedonya (Yunan faşistleri de okuyabilsin diye Yunanca da yazayım: Μακεδονία) tarafına geçmiş, Fatmir abinin de gelmesini bekliyorduk. İşlerini bitiren Fatmir abi de az sonra minibüsüyle geldi. Böylece hepimiz Makedonya (Yun. Μακεδονία)’daydık artık.
Büyük bir sevinçle minibüsümüze bindik. Artık Makedonya’daydık. Yaşasın, Makedonya’daydık! Yaşasın Makedonya, Yaşasın Makedonya!...
“Денес над Македонија се раѓа,
Ново сонце на слободата!
Македонците се борат,
За своите правдини!
Македонците се борат,
За своите правдини!
Горите македонски шумно пеат,
Нови песни, нови весници!
Македонија слободна,
Слободно живее!
Македонија слободна,
Слободно живее!”
(Bugün Makedonya üzerine,
Yeni bir özgürlük güneşi doğdu,
Makedonlar mücadele ediyor,
Haklarını kazanmak için!
Makedonlar mücadele ediyor,
Haklarını kazanmak için!
Bugün Makedonya’nın ormanları,
Yeni şarkılar söylüyorlar!
Makedonya özgürlüğüne kavuştu,
Artık özgür yaşayacak!
Makedonya özgürlüğüne kavuştu,
Artık özgür yaşayacak!)
Hep özgür yaşayasın Makedonya... Ormanlarındaki şarkılar hiç susmasın.
İşte sana geldim Makedonya, senin topraklarına ayak bastım. Haydi aç kucağını bana. Bir anne kucağı gibi aç bana kucağını güzel Makedonya...
Ey ismine bile tahammül edilmeyen, ırkçılar ve inkârcılar tarafından adı bile inkâr edilen güzel Makedonya... Ey adıyla yaşamak isteyen, “Adını Arayan Coğrafya” Makedonya...
“Adını Arayan Coğrafya” kitabının yazarı olarak geliyorum sana. Bütün sıfatlarımdan feragat ettim; sadece ve sadece bu sıfatımla geliyorum sana güzel Makedonya...
Ormanlarındaki şarkılar hiç susmasın. Dilimde şarkılarla geliyorum sana ben de. Şarkılar söyleyerek geliyorum.
Rumeli türküleri yakarak geliyorum sana. Dilimde türkülerle geliyorum. Türküler söyleyerek geliyorum sana güzel Makedonya:
Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu,
Heyyyyy...
Gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Kızılcıklar çiçek açar, kalbim sevdaya naçar,
Heyyyyy...
Kızlar kocaya kaçar, küçüklere yol açar,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kızlar kocaya kaçar, küçüklere yol açar,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Fistanı mor dallı, bu kızı kaçırmalı,
Heyyyyy...
Kız pek güzeldir ama, anası olmamalı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kız pek güzeldir ama, anası olmamalı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Yaylı gelir Keşan’dan, dingil çıkmaz başlıktan,
Heyyyyy...
Bu köyün oğlanları, evlenemez açlıktan,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Bu köyün oğlanları, evlenemez açlıktan,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Kızılcıklar kırmızı, alamadım şu kızı,
Heyyyyy...
Gerdanında beni var, sandım seher yıldızı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Gerdanında beni var, sandım seher yıldızı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Kızılcık dalı mısın, gönlümün malı mısın,
Heyyyyy...
Söyle bana nazlı yar, benden sevdalı mısın,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Söyle bana nazlı yar, benden sevdalı mısın,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyy...
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kızılcıklar oldu mu,
Mendili eline,
Küçüklere yol açar,
Mendili eline,
Şu kızı kaçırmalı,
Mendili eline,
Yaylı gelir Keşan’dan,
Mendili eline,
Gerdanında beni var,
Mendili eline,
Kızılcık dalı mısın,
Mendili eline,
İki perik öreyim,
Mendili eline,
Mektepli mi bileyim,
Mendili eline,
İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyy...
İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyyyyyyyyyyyy...
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı.
Yorumlar