Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri – 13

  /   5654   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Mishi tretet kocka mbetet.

(Et erir kemikler kalır.)

Arnavut atasözü

 

(Japonya’nın Honşu Adası’nda meydana gelen, tarihin en büyük 5. depremi olduğu kaydedilen 8, 9 şiddetindeki deprem ve ardından gelen tsunami nedeniyle yüzlerce yerleşim birimi yok oldu, binlerce insan hayatını kaybetti. Böyle korkunç bir felâketi tasavvur etmek bile dayanılır gibi değil. Korkunç dalgaların alıp götürdüğü kadınlar, çocuklar, kundaktaki bebeler... Depremde bile sevdiklerinize sarılıp, siper olup korumaya çalışabilirsiniz; kendinizi fedâ ederek. Ancak tsunamide ne onlara siper olma şansınız var, ne de onları aramak... Allâh hiçbir millete bir daha böyle bir felâket yaşatmasın. Dünyadaki bütün kavimler tarafından sevilen ve saygı duyulan bir kavim olan Japon halkından dûâlarımızı esirgemeyelim.)

Tarihî Via Egnatia üzerinde yaptığımız yolculukta Elbasan şehrinden sonra karşımıza Çibërreka köyü çıktı. Köye, üzerinde bulunduğumuz E 852 (SH 3) yolunu kuzeyden (gidiş yönümüze göre sol taraftan) kesen patika bir yol üzerinden gidiliyordu. Sağ tarafımızda Shkumbin Nehri, sol tarafımızda ise Çibërreka köyü; biz ikisinin arasından geçerek doğuya doğru yolculuğumuza devam ediyorduk. Birkaç dakika sonra ise Librazhd ilçesine varmıştık.

Elbasan iline (Qarku i Elbasanit) bağlı olan Librazhd ilçesi (Rrethi i Librazhdit), deniz seviyesinin 249 m yükseğinde kurulmuş bir yerleşim birimi ve burada 10 bin 158 kişi yaşıyor. Librazhd ilçesinin trafik plaka remzi, LB. İlçe merkezi çok küçük ve 1, 05 km²’lik bir alanı kapsıyor. Bundan daha 100 yıl öncesinde ise küçücük bir köydü.

Küçük bir yerleşim birimi olmasına rağmen Librazhd, sağlık ve eğitim alanında mütevazi bir altyapıya sahip. Librazhd, Komünizm döneminde ise şarap ve alkollü içecek üretimi ile meşhur olan bir yerdi. Fakat Komünizm’in yıkılışından sonra bu özelliğinden feragat etti; alkol üretimi eskisi gibi yapılmıyor artık.

Shkumbin vadisinde bulunan ilçenin yer aldığı havzanın etrafı, çok dik olmayan ama yine de hatırı sayılır tepeler tarafından her yönden çevrilmiş durumdadır.

Librazhd’ın hemen arka tarafında Parku Kombëtar “Shebenik” (“Shebenik” Millî Parkı) başlıyor ve bu doğal parkın sınırları Makedonya’ya kadar uzanıyor. Hatta parkın doğudaki ince bir kısmı Makedonya’ya ait.

Librazhd, başkent Tiran’a 74 km, Makedonya sınırına 43 km, Yunanistan sınırına ise 131 km mesafede bulunuyor.

Doğuya doğru yaptığımız yolculukta, Librazhd ilçesinden sonra bu kez güneydoğuya doğru yöneldik. Librazhd ilçesinden sonra ise karşımıza Baldreti köyü çıktı. Ondan sonra vardığımız Qukës köyünü de geçtikten sonra Përrenjas köyüne ulaştık. Bunların hepsi Librazhd’ın köyleriydi.

Deniz seviyesinin 567 m yükseğinde kurulmuş büyükçe bir köy olan Përrenjas köyü, 6 bin 614 kişilik bir nüfûsa sahip. Mineral su ve kaynaklarıyla meşhur olan bir mıntıka burası.

Përrenjas köyü, başkent Tiran’a 106 km, Makedonya sınırına sadece 11 km, Yunanistan sınırına ise 99 km mesafede bulunuyor.

Bu köyü geride bıraktıktan sadece 8 km sonra, Arnavutluk topraklarındaki son köy olan ve Makedonya sınırına sadece 3 km mesafede bulunan Qafë Thanë köyüne ulaşmıştık.

Burası Arnavutluk’taki son yerleşim birimi ve gümrük kapısı. Biraz sonra Arnavutluk bitecek.

Qafë Thanë son köy olduğu için yola devam etmedik. Köydeki bir yolüstü lokantasının önüne minibüsü çektik ve dışarı çıktık. Arnavutluk’u terk etmeden önce hafif bir aperatif ve çay molası vermek istiyorduk. Tiran’dan bu yana, sigara molası için verdiğimiz aralarda dalından koparıp yediğimiz ahududularla idare etmiştik buraya kadar.

Çok güzel bir gündü bugün; mutluyduk. Bayramdı ve biz sanki “çifte bayram” yaşıyorduk. Aynı duyguları taşıyan, aynı hisleri paylaşan insanlarla birlikte Balkan coğrafyasını geziyorduk. Dağdan dağa, nehirden nehire, şehirden şehire, ülkeden ülkeye gidiyorduk.

Sadece son beş yıl içinde onlarca ülke gezdim ama bu gezi, çok daha başkaydı. Bundan daha güzeli sadece Pakistan’dı. Pakistan’dan sonraki en güzel gezi oldu, bu gezi.

Sadece çocukluğumda Almanya – Türkiye arası “izne” gidip gelirken arabayla transit geçtiğimiz Balkan topraklarını şimdi karış karış, içselleştire içselleştire geziyordum. Balkanlar’a yabancı kalışım, bu toprakları tanımayışım benim içimde hep bir ukde olarak kalmıştı şimdiye dek. Balkanlar konusundaki cehaletimi kendime yediremiyordum.

Bu gezi, “Balkan kültürümü” kazanmak ve geliştirmek için altın bir fırsat olmuştu bana. Bunu bana sağlayan WEFA’ya tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Allâh herşeyi gönüllerine göre versin. Yolları da açık olsun...

Sadece gezen, bir kere öğrenir. Sadece okuyan, yarım öğrenir. Sadece yazan, hiç öğrenmez; bildiğini zanneder yalnızca. Fakat hem gezen, hem okuyan, hem de yazan; üç kere birden öğrenir. Ve hem gezen, hem okuyan, hem de yazan; “bakmasını” da bilir. Bakan ise, “görür” de.

Geziyi birlikte yaptığım arkadaşlarımın hiçbiri, bu diziyi kaleme almamı beklerken, ortaya böyle bir çalışma çıkmasına şaşırmamışlardır; bundan eminim. Halid abi ile Kâmil abi, zaten önceden tanıyorlardı beni; okuyorlardı, biliyorlardı. Fakat diğerleri, gençler de, orada bulunduğumuz dört gün boyunca elimden not defterimin düşmediğini ve her şeyi kaydettiğimi görüyorlardı. Dolayısıyla bu dizi yazısının hiçbirini şaşırtmadığını düşünüyorum.

Fakat gezi arkadaşlarımın hiçbirinin bilmediği bir şey vardı. Orda görmemişlerdi; ben de söylememiştim. Bu gezideki arkadaşlarım da bunu şimdi ilk kez buradan okuyunca öğrenecekler: Ben Arnavutluk’ta bulunduğum 3 gün boyunca şoförümüz Fatmir Isufi ağabey ile Arnavutça çalıştım.

Diğer arkadaşlarım hep grup halinde hareket ettiklerinden ve sadece iki kişi olan “Türkçe bilen Arnavutlar” (Mehdi ve Xheladin) ile muhatap olduklarından, ben, bildiği tek Arnavutça kelime “Shqipëria” (Arnavutluk) olan bir insan olarak, bildiği tek Türkçe kelime “yavaş” olan Fatmir abiyle çok yalnız kalıyor, başbaşa kaldığımız anlarda O’na hep Arnavutça kelime veya cümleler soruyordum. Fatmir abi bana öğrettiği her kelime başına bir kez bana gülüp dalga geçtiği ve eğlendiği için, öğrenmem çok daha kolay oluyordu. Dedim ya; sanki “bizim köylü”, Fatmir abi.

Türkiye’den gelen kardeşlerim, üç gün boyunca, Arnavutluk’ta kimsenin Türkçe bilmemesinden yakındılar ve hep bunun eksikliğini hissettiler. Makedonya’da insanların Türkçe bilmesi karşısında da oldukça mutlu oldular. Fakat ben Arnavutluk’ta kimsenin Türkçe bilmemesini, kendim için bir dezavantaj değil, bilâkis bir avantaj olarak görmüştüm. Eğer Arnavutluk’ta da, Makedonya’da olduğu gibi karşılaştığımız herkes Türkçe bilseydi, üç gün içinde öğrendiğim Arnavutça’yı burada üç ay kalsaydım öğrenemezdim. Ordan döndükten sonra da çalışmaya devam ettim ve kendi çabamla epey bir geliştirdim de. Bu gezi sayesinde, çat pat da olsa, bir lisan sahibi de olduk, anlayacağınız. Allâh nasib eder de bir daha yolum Arnavutluk’a düşerse, orada yanımda Mehdi veya Xheladin olmadan da gezebileceğime, insanlara derdimi anlatabileceğime inanıyorum.

Neyin avantaj neyin dezavantaj olduğunu, biraz da, hatta daha çok, kendi bakış açımız belirliyor, sanırım. Şehîd Ali Şeriâtî’nin çok güzel bir sözü vardır. Şöyle derdi, o büyük öğretmen: “İhtişam bakışındadır, baktığın şeyde değil.”

Evet... Çok güzel bir gündü bugün; mutluyduk. Bayramdı ve biz sanki “çifte bayram” yaşıyorduk. Aynı duyguları taşıyan, aynı hisleri paylaşan insanlarla birlikte Balkan coğrafyasını geziyorduk. Dağdan dağa, nehirden nehire, şehirden şehire, ülkeden ülkeye gidiyorduk.

Fakat bir burukluk vardı içimde, yine de. Gezi çok güzeldi, arkadaşlarım çok güzeldi; ancak yine de iki sebepten dolayı kalbim buruktu. Birincisi, geziyi yürüyerek değil, minibüsle yapmamız; ikincisi de, haftalar aylar değil, sadece 4 gün sürmesi.

Tıpkı Evliya Çelebi’nin 1670 yılında gezdiği gibi gezmek istiyordum ben bu toprakları. Tıpkı 340 yıl önceki gibi.

Keşke bu gezi haftalar, aylar sürseydi. Ben, Halid abi, Kâmil abi, Fatmir abi, Murat, Xheladin, Emin, Fatih, Hamza, aylarca dolaşsaydık Balkan coğrafyasını. Ve minibüsle değil, yürüyerek dolaşsaydık. Ülkeden ülkeye koşsaydık, dağdan dağa atlasaydık. Aylarca yürüyerek bütün Balkanlar’ı dolaşsaydık; tüm Balkan ülkelerini, tüm şehirlerini yürüyerek gezseydik.

Yürüyerek gelseydik Arnavutluk’un başkenti Tiran’a. Sevgiyle karşılasaydı bizi Tiran’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Geldim size Balkan güzeli,
Göreyim diye beyaz yüzünü,
Tatlı dilini güzel yüzünü,
Hilal kaşını ela gözünü.

Sırma saçlı mis gibi teni,
Horon oynuyor Balkan güzeli,
Sırma saçlı mis gibi teni,
Horon oynuyor Balkan güzeli.

Kına yakmış pamuk eline,
Kemer belin üstüne,
Fistan giymiş Balkan güzeli,
Nakış yapmış eteklerine.

Sırma saçlı mis gibi teni,
Horon oynuyor Balkan güzeli,
Sırma saçlı mis gibi teni,
Horon oynuyor Balkan güzeli.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Elbasan şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Elbasan’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Rumeli’nin dilberi,
Sürmelidir gözleri,
Yahşi yaman sözleri,
Ne hoş Rumeli eli.

Yavuz ata binerler,
Eştirirler giderler,
Aşikleri severler,
Ne hoş Rumeli eli.

Topuğu da halkalı,
Yürüyen de görmeli,
Doya doya sarmalı,
Ne hoş Rumeli eli.

Yüksek yerden bakarlar,
Sular gibi akarlar,
Başına tel takarlar,
Ne hoş Rumeli eli.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Makedonya ülkesine. Yürüyerek gelseydik Makedonya’nın Ohri şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Ohri’nin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Ah suda yüzer telli pulli balıklar, balıklar,
İskelede yanar tüter bekârlar, bekârlar.

Yansın yansın şu Ohri’nin evleri,
Yaktı beni aman o yarimin gözleri.

Varın sorun benim yarim uyur mu,
Altın saat aman kösteğinde durur mu.

Yansın yansın şu Ohri’nin evleri,
Yaktı beni aman o yarimin gözleri.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Mavrova şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Mavrova’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Mavrova’dan aldım sümbül, bir okka nohut,
Al beni bre, sar more sümbül, yanında uyut,
Al beni bre, sar more sümbül, yanında uyut.

Gel yanıma, gir canıma, ayletme beni,
Yedida sene mapista yatsam, saracam seni,

Yedida sene mapista yatsam, saracam seni.

Mavrova’dan çıktın sümbül, üç gün eylendin,
Üç günün içinde sümbül, kimi beğendin,
Üç günün içinde sümbül, kimi beğendin.

Gel yanıma, gir canıma, ayletme beni,
Yedida sene mapista yatsam, saracam seni,
Yedida sene mapista yatsam, saracam seni.

Mavrova’dan aldım sümbül, bir okka biber,
Kazadan kaza gezdim sümbül, yok senden dilber,
Kazadan kaza gezdim sümbül, yok senden dilber.

Gel yanıma, gir canıma, ayletme beni,
Yedida sene mapista yatsam, saracam seni,
Yedida sene mapista yatsam, saracam seni.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez İştib şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi İştib’in güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Muradiye gider koştan yolmaya,
Şefki gelir aşağıdan kanlar almaya,
Kalk kız Muradiye gidelim bize,
On beş sene robiyayı almışım göze.

Aman Şefki Aga git sor anamı,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin vermez ise akıt kanımı.

Muradiye uzandı uzun ovada,
Şefki vurdu kamayı şınlar havada,
Aman Şefki Aga ne yaptım sana,
On beş yaşında bir kıza gösterdin kama.

Aman Şefki Aga git sor anamı,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin vermez ise akıt kanımı.

Muradiye yatar al kan içinde,
Şefki kaçtı dolaşır Balkan içinde,
Muradiye’nin elinde ceviz kınası,
Muradiye gelin olmuş ağlar anası.

Aman Şefki Aga git sor anamı,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin verir ise alayım ardını,
Anam izin vermez ise akıt kanımı.

Muradiye’nin saçları ismoklar gibi,
İştib’in doktorları kasaplar gibi,
Şoför tomofili konağı oldu,
İştib’e varamadan mezarı oldu.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Vardar Ovası’na. Sevgiyle karşılasaydı bizi Vardar’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Mayadağ’dan kalkan kazlar, Mayadağ’dan kalkan kazlar,
Al topuklu beyaz kızlar, al topuklu beyaz kızlar,
Yarimin yüreği sızlar, yarimin yüreği sızlar,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam.
Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası,
Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası.

Mayadağ’ın yıldızıyım, Mayadağ’ın yıldızıyım,
Ben annemin bir kızıyım, ben annemin bir kızıyım,
Efendimin sağ gözüyüm, efendimin sağ gözüyüm,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam.

Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası,
Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası.

Vardar akar lüle lüle, Vardar akar lüle lüle,
Sesi de benzer bülbüle, sesi de benzer bülbüle,
Bülbül konmuş beyaz güle, bülbül konmuş beyaz güle,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam.

Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası,
Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası.

Vardar akar hızlı hızlı, Vardar akar hızlı hızlı,
Kenarları karlı buzlu, kenarları karlı buzlu,
Sen misin Vardar güzeli, sen misin Vardar güzeli,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam,
Eylenemem aldanamam, ben bu yerlerde duramam.

Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası,
Vardar Ovası, Vardar Ovası, kazanamadım sıla parası.

Sonra Özgür Makedonya’dan Yunanistan Makedonyası’na geçseydik. Yürüyerek gitseydik Yunanistan’ın içindeki Batı Makedonya topraklarına bu kez de. Yürüyerek varsaydık Florina şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Florina’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Florina’nın dağları,
Keskindir rüzgârları,
Sanki benden çıkıyor,
Atamın günâhları.

Çayır çimen otları,
Askeriye topları,
Florina’dan geliyor,
Yarimin mektupları.

Sonra Batı Makedonya’dan Batı Trakya’ya geçseydik. Yürüyerek gitseydik Yunanistan’ın içindeki Batı Trakya topraklarına bu kez de. Yürüyerek varsaydık Selanik şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Selanik’in güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Çalın davulları çaydan aşağı,
Mezarımı kazın bre dostlar, belden aşağı,
Suyunu da dökün boydan aşağı.

Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver,
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver.

Selanik Selanik viran olası,
Taşını toprağını Selanik, seller alası,
Sen de benim gibi yarsız kalası.

Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver,
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver.

Selanik içinde selam okunur,
Selamın sedası bre dostlar, cana dokunur,
Gelin olanlara kına yakılır.

Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver,
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez İskeçe şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi İskeçe’nin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

İskeçe’nin odunu,
Yakan bilir tadını,
İskeçe’den kız alan,
Hanım koysun adını,

İskeçe’den kız alan,
Hanım koysun adını.

İki dere arası,
Buldum altın parası,
Davullarla düğün var,
İki bayram arası,
Davullarla düğün var,
İki bayram arası.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Dimetoka şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Dimetoka’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Manastırın ortasında var bir havuz, aman havuz, canım havuz,
Dimetoka kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız,
Dimetoka kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız.

Manastırın ortasında var bir çeşme, aman çeşme, canım çeşme,
Dimetoka kızları hepsi de seçme, biz çalar oynarız,
Dimetoka kızları hepsi de seçme, biz çalar oynarız.

Manastırın ortasında var bir dere, aman dere, canım dere,
Dimetoka kızları kolay geçmez ele, biz çalar oynarız,
Dimetoka kızları kolay geçmez ele, biz çalar oynarız.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Bulgaristan ülkesine. Yürüyerek gelseydik Bulgaristan’daki Rodop Dağları eteklerine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Rodop eteklerindeki köylerin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Rodop Dağları be Pakizem çiçek döşeli,
Pakizem bahçeleri mor menevşeli.

Aman Pakizem nazlı da Pakizem gel beri beri,
Ben seni sevdim Pakizem küçükten beri.

Rodop Dağları be Pakizem engindir engin,
Benim gibi delikanlı zengindir zengin.

Aman Pakizem nazlı da Pakizem gel beri beri,
Ben seni sevdim Pakizem küçükten beri.

Rodop Dağları be Pakizem sıra mı sandın,
İkimizin sevdasını kara mı sandın.

Aman Pakizem nazlı da Pakizem gel beri beri,
Ben seni sevdim Pakizem küçükten beri.

Sonra Rodop Dağları eteklerinden Arda Nehri kıyılarına geçseydik. Yürüyerek gitseydik Arda kıyılarına. Sevgiyle karşılasaydı bizi Arda boylarının güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Arda boylarında kırmızı erik,
Arda boylarında kırmızı erik,
Halime’nin ardında on yedi belik,
Halime’nin ardında on yedi belik.

Ah anneciğim, ah anneciğim, yaktın ya beni,
Ah anneciğim, ah anneciğim, yaktın ya beni,
Bu genç yaşta denizlere attın ya beni,
Bu genç yaşta denizlere attın ya beni.

Alıverin feracemi anneciğim diksin,
Alıverin feracemi anneciğim diksin,
O gıymatlı İsmail’e kendisi gitsin,
O gıymatlı İsmail’e kendisi gitsin.

Uy uyan Receb’im senin olayım,
Uy uyan Receb’im senin olayım,
Ardalar aldı ya nerde bulayım,
Ardalar aldı ya nerde bulayım.

Arda boylarına ben kendim gittim,
Arda boylarına ben kendim gittim,
Dalgalar vurdukça can teslim ettim,
Dalgalar vurdukça can teslim ettim.

Ah anneciğim, ah anneciğim, yaktın ya beni,
Ah anneciğim, ah anneciğim, yaktın ya beni,
Bu genç yaşta denizlere attın ya beni,
Bu genç yaşta denizlere attın ya beni.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Kırcaali şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Kırcaali’nin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Kırcaali’yle Arda arası,
Saat sekiz sırası, Yusuf’um, saat sekiz sırası,
Civan da Yusuf’umu Ardalar aldı,
Yoktur a çaresi,
Civan da Yusuf’umu Ardalar aldı,
Yoktur a çaresi.

Aman bre deryalar, kanlıca deryalar,
Biz nişanlıyız, deryalar, biz nişanlıyız,
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.

Çıkar abalı poturunu,
Dalgalar artacak, Yusuf’um, dalgalar artacak,
Ben sana demedim mi, canım be Yusuf’um,
Kayığımız batacak,
Ben sana demedim mi, canım be Yusuf’um,
Kayığımız batacak.

Aman bre deryalar, kanlıca deryalar,
Biz nişanlıyız, deryalar, biz nişanlıyız,
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.

Arda boylarından Kırcaali’ye,
Kimler gidecek, Yusuf’um, kimler gidecek,
Civan da Yusuf’umun garip annesine,
Kimler haber verecek,
Zavallı Feride’nin annesine,
Kimler haber verecek,
Garip Yusuf’un annesine, ah garip Yusuf’un annesine,
Kimler haber verecek,
Zavallı Feride’nin annesine, ah zavallı Feride’nin annesine,
Kimler haber verecek.

Aman bre deryalar, kanlıca deryalar,
Biz nişanlıyız, deryalar, biz nişanlıyız,
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.
İkimiz de bir boydayız, biz delikanlıyız.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Harmanlı şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Harmanlı’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Beşli martin Çaybaşı’nda patladı, aman,
Rüstem Çavuş kızanları da topladı, aman,
Koçyiğitler siperleri atladı, aman.

Yağlı kurşun ciğerimi de dağladı, aman,
Nazlı yarim kareleri de bağladı, aman.

Harmanlı’yı tipi boran bürüdü, aman,
Rüstem Çavuş yüz atıyla da yürüdü, aman,
Anaların kara bağrı eridi, aman.

Yağlı kurşun ciğerimi de dağladı, aman,
Nazlı yarim kareleri de bağladı, aman.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Burgaz şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Burgaz’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Ak katır dosttan gelir, Kerimem,
Yükü Burgaz’dan gelir,
Kızları sevda tutmuş, canlarım Kerimem,
Dermanı bizden gelir,
Kızları sevda tutmuş, canlarım Kerimem,
Dermanı bizden gelir.

Kollarında bilezik, Kerimem,
Kollarında bilezik,
Çok aradım bulamadım, canlarım Kerimem,
Yok senin gibi nazik,
Çok aradım bulamadım, canlarım Kerimem,
Yok senin gibi nazik.

Kollarında gök boncuk, Kerimem,
Kollarında gök boncuk,
Çok aradım bulamadım, canlarım Kerimem,
Senin gibi kıvırcık,
Çok aradım bulamadım, canlarım Kerimem,
Senin gibi kıvırcık.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Lofça şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Lofça’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Lofça’nın ardında kaya, aman aman,
Kayadan bakarlar aya.

Canım Lofçalı Lofçalı,
Doldur a fincanı fincanı,
A canım yandım Lofçalı,
Takalım altın kopçalı.

Lofça’nın altında pınar, aman aman,
Lofçalım pınardan döner.

Canım Lofçalı Lofçalı,
Doldur a fincanı fincanı.
A canım yandım Lofçalı,
Takalım altın kopçalı.

Lofça’nın altında kuyu, aman aman,
Lofçalı’nın kibar da huyu.

Canım Lofçalı Lofçalı,
Doldur a fincanı fincanı,
A canım yandım Lofçalı,
Takalım altın kopçalı.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Romanya ülkesine. Yürüyerek gelseydik Romanya’da Tuna Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü deltaya. Sevgiyle karşılasaydı bizi Karadeniz kıyısındaki, Tuna deltasındaki köylerin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Be gemici gemici, kullan dümeni,
Çıkar bir fırtın, Hafız aman, kırar sereni,
Ah nasıl aldın be Tuna, aman, bunca ergeni.

Yanarım genç yaşıma, Hafız aman, kaldım deryade,
Senin aşkın, kömür gözlüm aman, benden ziyade.

Balçık iskelesi, aman, kalktığım zaman,
Karadeniz fırtın almış, aman, halimiz yaman,
Ah Tuna kanlı Tuna, aman, vermiyor aman.

Yanarım genç yaşıma, Hafız aman, kaldım deryade,
Senin aşkın, kömür gözlüm aman, benden ziyade.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Macaristan ülkesine. Yürüyerek gelseydik Macaristan’ın başkenti Budapeşte şehrine... Sevgiyle karşılasaydı bizi Budapeşte’nin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Alişimin kaşları kare, aman aman,
Sen açtın sineme yare,
Bulamadım derdime çare, aman aman,
Gördünüz mü hiç ah civan,
Alişimi Tuna boyunda.

Evleri var hane hane, aman aman,
Benleri var tane tane,
Saramadım kane kane, aman aman,
Gördünüz mü hiç ah civan,
Alişimi Tuna boyunda.

Evleri var yolbaşında, aman aman,
Benleri var sol kaşında,
Saramadım genç yaşımda, aman aman,
Gördünüz mü hiç ah civan,
Alişimi Tuna boyunda.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Estergon şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Estergon’un güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Estergon Kalesi subaşı durak,
Kemirir gönlümü bir sinsi firak,
Gönül yar peşinde yar ondan ırak.

Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.

Estergon Kalesi subaşı kaya,
Kemirir gönlümü aşk denen bela,
Üftadeni hoşgör gel etme cefa.

Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.

Estergon Kalesi subaşı hisar,
Baykuşlar çağrışır bülbüller susar,
Kafir bayrağını burcuna asar.

Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.

Estergon Kalesi subaşı kale,
Göklere ser çekmiş burçları hele,
Biz böyle kaleyi vermezdik ele.

Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.

Estergon Kalesi papazla doldu,
Ay tutuldu güneş buluta girdi,
Neneler karadan yaslar bağladı.

Akma Tuna akma ben bir dertliyim,
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Slovenya ülkesine. Yürüyerek gelseydik Slovenya’daki Alp Dağları eteklerine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Alpler’in eteklerindeki köylerin güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Tuna’nın eser bad-ı saba yeli de Tuna’nın,
Kıyılara çalkar çalkar seli de Tuna’nın,
Açılır kırmızı kırmızı gülü de Tuna’nın,
Alaman Dağları’nı aşıp gelirsin.

Cineviz Dağları’n dağların deler geçersin,
Analar ağladıp kanlar içersin,
Açılır kırmızı kırmızı gülü de Tuna’nın,

Alaman Dağları’nı aşıp gelirsin.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Sırbistan ülkesine. Yürüyerek gelseydik Sırbistan’ın başkenti Belgrad şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Belgrad’ın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, yar yar aman aman, değil ki yayası,
Gönlüm oldu benim, dilber aman aman, sevda yuvası.

Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, dilber aman aman, değil ki yayası.

Başıboş gezerim, dilber aman aman, Macar elinde,
Bir dilberin oldum, yar yar aman aman, esiri işte,
Derdime yok mudur, dilber aman aman, çare bu işte.

Beligrat kal’ası, dilber aman aman, Zemlin ovası,
Atlısı geçemez, dilber aman aman, değil ki yayası.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Zemun şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Zemun’un güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Zemun Zemun allı Zemun,
Taşın toprak karlı Zemun,
Ben Zemun’a varacağım,
Ben Zemun’da kalacağım.

Zemun yolu uzun urgan,
Üstümüzde yoktur yorgan,
Ağla beni anneciğim,
Ben Zemun’da kaldım kurban.

Zemun yolu gezilir mi,
Tabur yola dizilir mi,
Ağla beni anneciğim,
Zemun’a dek gezilir mi.

Çıktım Zemun’un düzüne,
Eşmayzeri aldım dizime,
Dediler düşman geliyor,
Ölümü aldım gözüme.

Karavanlar çalıyor,
Binbaşılar darılıyor,
Darılmayın binbaşılar,
Can ciğerden ayrılıyor.

Mapushane kapısına,
Nail oldum yapısına,
Asker oğlum kurban gitti,
Kilit vurun kapısına.

Sonra ordan yürüyerek varsaydık bu kez Bosna ülkesine. Yürüyerek gelseydik Bosna – Hersek’in başkenti Saraybosna şehrine. Sevgiyle karşılasaydı bizi Saraybosna’nın güzel insanları... Tütün kokan babaları, ekmek kokan anneleri toplansaydı başımıza. Yüreğinde kara sevda delikanlıları, nakış nakış çeyiz dokuyan kızları toplansaydı başımıza. Minik avuçlarının içinde yitik ülkeler saklayan çocukları toplansaydı... Bize evlerini açsalardı, sofralarını açsalardı, gönüllerini açsalardı. Bizimle ekmeğini paylaşsalardı, suyunu paylaşsalardı, dertlerini paylaşsalardı, hayâllerini paylaşsalardı, özlemlerini paylaşsalardı. Biz de onlara açsaydık içimizi, onlarla paylaşsaydık dertlerimizi, onlara anlatsaydık yarım kalan öykülerimizi. Tanışsaydık, kaynaşsaydık, kucaklaşsaydık... Sonra türküler yaksaydık hep birlikte; türküler söyleseydik hep beraber:

Bosna’dan bize haber geldi,
Geldi de sol böğrümü deldi,
Bugün bize asker dendi.

Kalk gidelim Bosna üstüne hey,
Ah açılsın Bosna’nın gülleri hey.

Annem ağlar melil melil,
Ver babam öpeyim elin,
Size de emanet olsun bu telli gelin.

Kalk gidelim Bosna üstüne hey,
Ah açılsın Bosna’nın gülleri hey.

Sonra oturup dinlenseydik Tuna Nehri kıyısında. Oturup dertleşseydik bizim gibi dertli Tuna’yla. Kimse toplanmasaydı başımıza. Kimse görmeseydi bizi, kimse dinlemeseydi konuştuklarımızı. Sadece Tuna’ya açsaydık içimizi:

Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda,
Elinde bir besli kuzu hem kucağında.

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır,
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz,
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni.
Alayım da gizli yerde sarayım seni.

Telgrafın tellerinden haber var mıdır,
Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz.

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır,
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz,
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni,
Alayım da gizli yerde sarayım seni.

Makedonya sınırına sadece 3 km mesafede bulunan Qafë Thanë köyünde bir yolüstü lokantasının önüne minibüsü çektik ve dışarı çıktık. Lokantada hafif birşeyler atıştırdık, soğuk içecek içtik.

Arnavutluk’ta en çok hoşumuza giden içecek “elmalı süt” olmuştu. Bütün yemeklerde ve molalarda içecek olarak hep bunu tercih ediyorduk. Bu içeceği keşfeden de bizim gençler olmuştu; Emin, Fatih ve Hamza sayesinde biz de bu “harika içecek”ten bol bol içtik. Tek kelimeyle nefis bir içecek! Yolunuz Arnavutluk’a düşerse, içmeden dönmeyiniz.

Lokantanın içinde değil, dışarıda oturmuştuk, açıkhavada. Hava çok güzeldi bugün.

Buranın havası, iklimi ne garip! İki gün önce güneşli ve yaz sıcağı, dün yağmurlu, bugün ise yine güneşli.

Lokantanın terasında oturup etrafı seyrederken, her tarafta “bunker” görüyorduk. Efendim, “bunker” ne midir? Bunu bilmiyorsanız, Arnavutluk’u hiç tanımıyorsunuz demektir. Arnavutluk’u Arnavutluk yapan en önemli özelliktir, bu “bunker”ler...

“Bunker” denilen bu “yeraltı evleri”, Arnavutluk’un her tarafında! Bunlar Komünizm döneminde Enver Hoxha tarafından yaptırılmış.

“Bunker” (korugan), demir ve betondan yapılmış, üstü kubbe şeklinde, bir yönünde silâhlarınızı kullanmanız ve diğer yönünde içine girebilmeniz için iki açık bölümü bulunan sığınma amaçlı askerî yapılara verilen isim. Küçücük Arnavutluk topraklarında 700 bin kadar “bunker” bulunuyor. Yani ülkedeki evlerin sayısı kadar da “yeraltı evleri” var hani, anlayacağınız. Bugünkü nüfûsa oranlarsak, Arnavutluk’ta her 5 kişiye bir bunker düşüyor demektir. Zaten 5 kişilik bir aile için oldukça ideal; anne baba, iki çocuk ve bir de kaynana.

Enver Hoxha Arnavutluk’u Yugoslavya, SSCB ve Çin ile olan ilişkilerinden soyutlayıp tamamen yalıtılmış bir rejim haline getirdikten sonra ABD’nin her an Arnavutluk’a saldıracağı ve ülkenin karış karış korunması gerektiği tezini işlemeye başlar. Rivayete göre Enver Hoxha’ya bu bunker’lerin yapımını, görev süresi Temmuz 2007 tarihinde biten Cumhurbaşkanı Alfred Moisiu salık verir. Tek kişilikten başlayarak, büyük topların sığabileceği kapasiteye kadar uzanan sayısız bunker (korugan), Arnavutluk topraklarının hemen her yerini kaplamış halde.

Yapımına yaklaşık 5 milyar Dolar harcanan bu bunker’lerin imhâsı da kolay değil. Bu sebeple öylece duruyorlar. Anlatılan o ki, Enver Hoxha bu kadar beton ve demir ile ülkenin tüm yollarını yapabilirmiş. Şu anda halkın başına bela olan bu sığınakların her biri 1, 5 ton demir ve tonlarca beton taşıyor. Kırıp imha etme işini yapan şirketler bu iş için 700 Dolar para alıyorlar. Arazinize bir bina yapacaksanız, projenizi engelleyen bunker’i ortadan kaldırmak için bu parayı vermek zorundasınız. Ama nerde bulacaksınız 700 Dolar’ı, benim gibi araştırmacı yazar ve filozof aynı zamanda WEFA gönüllüsü ve Arbeitslosenhilfe II iseniz eğer?!

Çok sağlam betondan yapılmış bu bunker’ler; bol miktarda demir kullanılmış. Askerler olası bir savaş anında bu bunker’lerin içine girip hem kendilerini koruyacak, hem de vatanlarını savunacaklarmış. Anlatılanlara göre o dönemde bir bunker’in yapımı lüks bir dairenin fiyatına mal oluyormuş. Şimdilerde ise bunker’lerin üzerini otlar bağlamış çoğu yerde. Demirleri alınmış atıl vaziyette duruyorlar. Kimi bunkerler insanların evlerinin bahçesinde kalmış. Bazıları garaj niyetine kullanıyor, bazılarıysa bahçesinde dekorasyon olarak. Depo ya da café olarak kullananlar bile var. (Keşke bir tanesini kendimle Almanya’ya getirseydim. Güzel bir döner büfesi yapılırdı bundan.)

Komünizm bitmiş, Enver Hoxha dönemi kapanmış, ama onlardan geriye kalan bunker’ler kalmıştı işte geriye. Hani bir Arnavut atasözünde de denildiği gibi; “Mishi tretet kocka mbetet”... Yani, “Et erir kemikler kalır.”

Bunker’leri parçalayıp temizlemek ve içlerindeki çelikleri çıkarıp almak çok masraflı olduğu için, onlara şimdilik dokunmuyorlar ama cephaneleri alıp demirlerini eriterek kullanmak istiyorlar. 2008 yılında, belki hatırlarsınız, top mermilerinin barutlarını ayırıp demirlerini çıkarmak isterken büyük bir patlama olmuş ve 33 kişi ölmüştü.

Arnavutluk’un her yerinde dağ, taş neredeyse bunker. Bu ülkede sıra sıra bunker’ler görüyorsunuz. İnsanlar onlarca yıl aç susuz kalmışlar ama bu bunker’lerin yapımı devam etmiş. “Düşmana karşı en iyi savunma yolu bu” diye anlatılmış. Ama ne o zaman işe yaramış ne de günümüzde kullanılıyor. Arnavutluk’un paraları yok yere tüketilmiş.

Şimdi diyeceksiniz ki; bunca modern silâha karşı ne yapabilir ki bu ibtidaî sığınaklar? Hayır, öyle değil işte! Bu “yeraltı evleri” o kadar sağlam ki, top, tüfek, hatta nükleer bomba, hiçbir şey yıkamıyor. Yani bu sığınaklara saklananlar ecelleriyle ölmeyene kadar onlara birşey yapabilmek neredeyse imkânsız! Bunların yapımı ve denenmesi sırasında Enver Hoxha, bunları bizzat yapan mühendisleri içine sokuyor ve onların üzerine bomba atıyordu, öyle deniyordu.

Hadi mühendisi sizseniz, erkekseniz sağlam yapmayın! Çünkü bittikten sonra ilk kez bizzat siz denek olarak kullanılıyorsunuz. Enver Hoxha önce sizi içine koyup bombalıyor. Mühendisler de bunu bildikleri için öyle bir sağlam yapıyorlar ki, hakikaten nükleer bomba bile tesir etmiyor. Tamamen güvenli evler bunlar.

Söylendiğine göre, 1999’daki Kosova Savaşı sırasında Sırp ordusu Qukës tarafından (biraz önce içinden geçtiğimiz köy) Arnavutluk’a giriyor ve bunker’lerin içindeki UÇK askerlerini top atışına tutuyor. Sonuç mu? Dedik ya, Enver abi bunları sağlam yapmış diye. Bunker’ler işe yarıyor ve UÇK direnişçilerine hiçbir şey olmuyor.

12 Temmuz – 14 Ağustos 2006’da siyonist İsrail rejiminin Lübnan’a saldırısı, 33 gün süren “orantısız güç kullanımlı savaş” ve İsrail’in Hizbullah karşısında aldığı ağır yenilgi, fakat siyonist işgal rejiminin Lübnan’ın güneyinde çoğu kadın ve çocuk olmak üzere binlerce masum insanı bombalayıp katletmesi üzerine Arnavutluk’ta bu bunker’lerin tamamının sökülüp Lübnan’ın güneyine göndermek, halkı siyonist İsrail saldırganlığından bu bunker’ler vasıtasıyla korumak bile gündeme gelir. 2006’da bu konu mecliste ciddî ciddî konuşulur. Bunker’leri Müslümanlar’ın cephesine göndermek gerektiğini söyleyenler olur. Fakat bu daha sonra hayata geçirilmez.

Bunker’ler şu anda “Arnavutluk’un sembolü”. Turistlere yönelik olarak hediyelik eşya satan suvenir dükkânlarının değişmez malzemeleri durumunda bu bunker modelinde yapılmış hediyelikler. Suvenir dükkânında “bunker” şeklinde yapılmış anahtarlıklar, kül tablaları, çaydanlıklar, kumbaralar, oyuncaklar alabilir, bunları hediye niyetine çocuklarınıza götürebilir, benim yerime de gözlerinden öpebilirsiniz.

Bunker’ler, tıpkı UFO araçlarına benziyorlar. Arnavutluk’ta gezdiğiniz zaman, sanki her tarafta UFO varmış gibi geliyor insana. Sanki bir sürü UFO aracı yere inmiş. Öteden beri UFO’lara ilgisi olan bir insan olarak çok hoşuma gidiyor bu durum benim.

Sadece 3 km yol gittikten sonra Makedonya sınır kapısına ulaşmıştık.

Gümrük kapısına varınca minibüsü durdurduk ve hepimiz pasaportlarımızı alarak dışarı çıktık. Makedonya da Arnavutluk gibi TC vatandaşlarından vize istemeyen bir ülkeydi. Dolayısıyla vizesiz girecektik ancak pasaport kontrolünden geçmemiz ve pasaportlara “GİRİŞ” damgası vurdurmamız lazımdı.

Sadece kendimiz için değil, minibüs için de ekstradan “GİRİŞ” izni almamız gerekiyordu. Makedonya gümrük polisleri isterlerse bize izin verirler, ama minibüsü içeri sokmamıza müsaade etmeyebilirlerdi. Böyle olursa, minibüsü mecburen bu tarafta bırakıp, Makedonya topraklarından itibaren geri kalan yolculuğu taksiyle yapmak zorunda kalacaktık.

Bizler, şoförümüz Fatmir abi haricindeki 8 kişi, sırayla kontolden geçtik, pasaportlarımıza “GİRİŞ” damgası vurdurduk ve başladık bir ülkeden diğer ülkeye, Arnavutluk’tan Makedonya’ya yürüyerek gitmeye. Bir tek sadece Fatmir abi kaldı Arnavutluk tarafında; O hem minibüs için izin alacağından işlemleri bira zuzun sürecekti; minibüsü her yönden kontrol edip bilgilerini kaydedeceklerdi. (Cümle içinde geçen “bir tek sadece” ifadesi, bizzat benim keşfettiğim ve Türkçe’ye kazandırdığım bir ifade şeklidir.)

Harika bir olaydı bu... Yolculukta içimde ukde olarak kalan, bende burukluğa yol açan durum ortadan kalkmıştı... İşte arzuladığım şey gerçek olmuştu: Bir Balkan ülkesinden diğer bir Balkan ülkesine yürüyerek gidiyorduk.

Ne muhteşem bir olay bu Allâh’ım, şükürler olsun Sana! Arnavutluk’tan Makedonya’ya “yürüyerek” gidiyordum: “Lamtumirë Shqipërisë” (Hoşçakal Arnavutluk)... “Здраво Македонија / Zdravo Makedonija” (Merhaba Makedonya)...

Arnavutluk’tan Makedonya’ya hep birlikte yürürken, birden Sivaslı Murat’ın elinde pasaportunu sallayıp, “Bakın arkadaşlar, pasaportumda ne yazıyor?” demesi üzerine Murat’ın pasaportu elden ele dolaştı. Hepimiz şaşkın bakışlarla Murat’ın pasaportundaki o damgaya, damganın üzerindeki o 9 harflik ibareye bakıyorduk.

Murat’ın pasaportunda büyük büyük harflerle “KURDİSTAN” yazıyordu.

Murat bir iş gezisi için Kürdistan’ın başkenti Erbil (Hewlêr)’e gitmiş. Güney Kürdistan’a gidip gelirken doğal olarak pasaportuna da Kürdistan’a giriş – çıkış yaptığına dair damga vurulmuş. Şu feleğin işine bakın: Ben Kürdistan topraklarında doğduğum ve Kürt olduğum halde daha Kürdistan’ın başkenti Erbil’i görmemişken, Allâh’ın Sivaslısı gidip görüyor; iyi mi?

İşin çok ama çok tuhaf olan, insana “tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olur” dedirten bir durum vardı ortada ki, o hakikaten çok ilginç olan durum şuydu: Türkiye “Kürdistan” ismini kabul etmiyordu; Yunanistan da “Makedonya” ismini kabul etmiyordu. Biz ise, elimizde Türkiye’nin varlığını kabul etmediği “KÜRDİSTAN” damgası bulunan bir pasaportla, girişinde Yunanistan’ın kabul etmediği “MAKEDONYA” tabelası bulunan topraklara ayak basıyorduk.

Bu kadar ilginç bir olay olabilir mi hakikaten?!

Bütün dünya Kürdistan’a “Kürdistan” diyor; Türkiye hariç! Bütün dünya Makedonya’ya “Makedonya” diyor; Yunanistan hariç!

Türkiye’ye göre Kürdistan diye birşey yok! Yunanistan’a göre de Makedonya diye birşey yok! Oysa biz, üzerinde aslanlar gibi “KÜRDİSTAN” yazan bir pasaportla üzerinde aslanlar gibi “MAKEDONYA” yazan bir tabelanın dikili olduğu ülkeye giriş yapıyorduk.

Tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olur.

Biz elimizde KÜRDİSTAN pasaportuyla MAKEDONYA tabelasının dikili olduğu ülkeye ayak basarken, aslında hem Türk şovenizmine ve inkârcılığına, hem de Yunan şovenizmine ve inkârcılığına en güzel cevabı veriyorduk.

Türkiye ve Yunanistan, hâlâ Kürdistan ve Makedonya için “öyle bir yer yok” deyip dursunlar! Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî ne güzel söylemiş: “Bir şeyi sen bilmiyorsun, tanımıyorsun diye o şey yok demek değildir.”

Halbuki, daha ortada “Türkiye” diye birşey yokken “Kürdistan” vardı ve aynı şekilde, daha ortada “Yunanistan” diye birşey yokken de “Makedonya” vardı. Sonsuza kadar da var olacaklar, inşallâh.

Hatta hatta, daha ortada Türkiye ve Yunanistan yokken, Kardak kayalıkları bile vardı. Bu kayalıkların üzerinde keçiler otlanırdı. Keçiler bazen kavga ederler ama bu yüzden devletler biribirine girmezdi. Keçiler yüzünden savaş çıkmazdı. Keçilerin rengi siyâh, otların rengi yeşil, kayalıkların rengi gri, denizin rengi mavi, güneşin rengi de sarıydı. Etek sarı, sevdiğim etekten sarıydı. Kurban olam Beydağı’nın karıydı. Sordum sual ettim kimin yarıydı. Ben sormadan dolu gibi döküydü...

Bizler Makedonya (Yunan faşistleri de okuyabilsin diye Yunanca da yazayım: Μακεδονία) tarafına geçmiş, Fatmir abinin de gelmesini bekliyorduk. İşlerini bitiren Fatmir abi de az sonra minibüsüyle geldi. Böylece hepimiz Makedonya (Yun. Μακεδονία)’daydık artık.

Büyük bir sevinçle minibüsümüze bindik. Artık Makedonya’daydık. Yaşasın, Makedonya’daydık! Yaşasın Makedonya, Yaşasın Makedonya!...

“Денес над Македонија се раѓа,
Ново сонце на слободата!
Македонците се борат,
За своите правдини!
Македонците се борат,
За своите правдини!

Горите македонски шумно пеат,
Нови песни, нови весници!
Македонија слободна,
Слободно живее!
Македонија слободна,
Слободно живее!”

(Bugün Makedonya üzerine,
Yeni bir özgürlük güneşi doğdu,
Makedonlar mücadele ediyor,
Haklarını kazanmak için!
Makedonlar mücadele ediyor,
Haklarını kazanmak için!

Bugün Makedonya’nın ormanları,
Yeni şarkılar söylüyorlar!
Makedonya özgürlüğüne kavuştu,
Artık özgür yaşayacak!
Makedonya özgürlüğüne kavuştu,
Artık özgür yaşayacak!)

Hep özgür yaşayasın Makedonya... Ormanlarındaki şarkılar hiç susmasın.

İşte sana geldim Makedonya, senin topraklarına ayak bastım. Haydi aç kucağını bana. Bir anne kucağı gibi aç bana kucağını güzel Makedonya...

Ey ismine bile tahammül edilmeyen, ırkçılar ve inkârcılar tarafından adı bile inkâr edilen güzel Makedonya... Ey adıyla yaşamak isteyen, “Adını Arayan Coğrafya” Makedonya...

“Adını Arayan Coğrafya” kitabının yazarı olarak geliyorum sana. Bütün sıfatlarımdan feragat ettim; sadece ve sadece bu sıfatımla geliyorum sana güzel Makedonya...

Ormanlarındaki şarkılar hiç susmasın. Dilimde şarkılarla geliyorum sana ben de. Şarkılar söyleyerek geliyorum.

Rumeli türküleri yakarak geliyorum sana. Dilimde türkülerle geliyorum. Türküler söyleyerek geliyorum sana güzel Makedonya:

Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu,
Heyyyyy...
Gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Gönderdiğim çoraplar, ayağına oldu mu,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

Kızılcıklar çiçek açar, kalbim sevdaya naçar,
Heyyyyy...
Kızlar kocaya kaçar, küçüklere yol açar,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kızlar kocaya kaçar, küçüklere yol açar,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

Fistanı mor dallı, bu kızı kaçırmalı,
Heyyyyy...
Kız pek güzeldir ama, anası olmamalı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kız pek güzeldir ama, anası olmamalı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

Yaylı gelir Keşan’dan, dingil çıkmaz başlıktan,
Heyyyyy...
Bu köyün oğlanları, evlenemez açlıktan,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Bu köyün oğlanları, evlenemez açlıktan,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

Kızılcıklar kırmızı, alamadım şu kızı,
Heyyyyy...
Gerdanında beni var, sandım seher yıldızı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Gerdanında beni var, sandım seher yıldızı,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

Kızılcık dalı mısın, gönlümün malı mısın,
Heyyyyy...
Söyle bana nazlı yar, benden sevdalı mısın,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Söyle bana nazlı yar, benden sevdalı mısın,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.

İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyy...
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime.
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili eline, mendil verdim geline,
Kara kına yollamış, yar benim ellerime,
Kızılcıklar oldu mu,
Mendili eline,
Küçüklere yol açar,
Mendili eline,
Şu kızı kaçırmalı,
Mendili eline,
Yaylı gelir Keşan’dan,
Mendili eline,
Gerdanında beni var,
Mendili eline,
Kızılcık dalı mısın,
Mendili eline,
İki perik öreyim,
Mendili eline,
Mektepli mi bileyim,
Mendili eline,
İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyy...
İki perik öreyim, mektepli mi bileyim,
Heyyyyyyyyyyyyyyy...
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim,
Mektepliysen be yarim, yaz bir mektup göreyim,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı,
Mendili tokalı, tokalacak yakalı,
Şimdiki kızlar akıllı, istiyor fiyakalı.

 

sediyani@gmail.com

 

  

Yorumlar