Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –19

  /   5580   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Луѓе е покриена со облека и облекување, но збогуваше со знаење и култура.

(Kişi, giyimi ve kuşamı ile karşılanır, fakat bilgisi ve kültürü ile uğurlanır.)

Makedon atasözü

 

“Dünya şiir başkenti / Makedonya millî marşının doğduğu şehir” Struga ilçesinden, 10 km güneydoğusundaki, “İlliryalılar’ın küçük balıkçı köyü Lychnidos’un yerinde yükselen / Büyük İskender tarafından ‘şehir’ statüsü kazanan / Roma İmparatorluğu’nun Desseratia bölgesi idarî ve ticarî merkezi / Bulgarlar’ın tarihî ve ütopik başkenti / Kiril Alfabesi’nin doğduğu şehir / 20. yy başında Müslümanlar’ın Balkanlar’daki İslamî direniş kıvılcımını başlatan yer / Yugoslavya’nın kültür anıtı / UNECO’nun ‘Dünya Tabiât ve Kültür Mirası’ ilân ettiği / Makedonya’nın turizm merkezi / Balkanlar’ın incisi” Ohri (Ohrid) şehrine tarihî Via Egnatia üzerinden gidiliyor.

Yolun ilk 4 km’si M 4, son 6 km’si ise M 5 yolu. Struga – Ohri yolculuğu, sadece 15 dakika sürüyor.

Ohri’ye girince, yolun isimi de değişiyor haliyle. Çünkü artık şehir içindeyiz. Geldiğimiz M 5 yolunun ismi, “Ohrid / Ohri” tabelasının dikili olduğu noktadan itibaren “Bulevard Turistiçka”, yani “Turizm Bulvarı”.

“Balkanlar’ın incisi” Ohri şehrine girince, şehir merkezinde minibüsü uygun bir yere park ettik ve hep beraber, büyük bir heyecanla dışarı çıktık.

Ohri’deyiz, kardeşlerim.

Minibüsü “Farmer Market” ismi verilen bölgede park ediyoruz. Burası, şehrin pazar merkezi. Pazarın iki tarafı da yol; başında büyük “Bulevard Turistiçka” (Turizm Bulvarı), diğer tarafındaki küçük yol ise, ismi şehirle özdeşleşen ve artık çok yakından tanıdığınız “Kliment Ohridski” adını taşıyor. Pazarın kenarından geçen yolun ismi ise, “Abas Emin” (Abbas Emin).

Başlıyoruz yürümeye. İlk hedefimiz şehir içi, daha sonra Ohri Gölü; fakat geze geze gidiyoruz, baka baka, göre göre. Göre göre.

Her gören bakmaz, her bakan da görmez.

Bakmak ZERAFET’tir, görmek MAHARET.

Baktığını görebilmek BASİRET’tir, gördüğüne bakabilmek FERASET.

Bakmak istediğin şekilde görebilmek MÂRİFET’tir, görmek istediğin şekilde bakabilmek ise, SAN’ÂT.

Aslında o kadar heyecanlı ve sevinçliyiz ki; içimiz kıpır kıpır. Geldiğimiz günden beri, bu saatleri bekledik hepimiz de; iki sebepten ötürü:

Birincisi, bizler tam üç gündür Balkan topraklarındayız. Arnavutluk ve Makedonya gezimizde, bu dördüncü günümüz. Arnavutluk’ta en çok gezip görmek istediğimiz yer başkent Tiran, Makedonya’da ise Ohri şehri. Bu, Balkan gezimizdeki son günümüz ve biz daha ikisini de gezebilmiş değiliz.

Üç gündür Tiran’da ikamet ediyoruz ama, daha şehri doğru dürüst göremedik. Her sabah daha şafak sökmeden kalk, uzaklara git ve geceyarısı geri dön. Gündüz vakti sadece minibüsün içinden gördük Tiran’ı, geceleri ise sadece otelimizin olduğu caddeyi. Ne yapalım? Gezmeye değil, çalışmaya gelmişiz.

Bu son günümüz ve akşam çökmek üzere. Ohri’ye henüz ayak basıyoruz. Tiran’ı ise yarın sabah gezeceğiz. Sabah kalkıp öğlene kadar ne gördükse! Öğle vakti Cuma namazını kılacağız camide ve ardından uçaklarımıza binip memleketlerimize geri döneceğiz.

İkincisi, birincisinden daha kötü: Arnavutluk’ta ne bizim içtiğimiz kahve var, ne de bizim içtiğimiz siyâh çay! Hadi kahve o kadar mühim değil de, ya çay?! Balkanlar’a geldiğimizden beri daha bir bardak çay içmemişiz! Gözümüzde tütüyor. Biribirimizle sohbetlerimizde, konuşmalarımızda, kurduğumuz her iki cümleden birinin içinde “çay” sözcüğü geçiyor. O derece yani! Çayı ilk defa burada içeceğiz, bu son akşamımızda.

Ohri’yi gezmeye başlıyoruz; pazar yerinden başlayarak... Aç karın, yüksek nalın çıktık pazara; Mevlâm uğratmasın iftiraya nazara...

Bir yandan yürüyor, bir yandan da sohbet ediyoruz. Gördüğümüz ilginç yapıları da, biribirimize gösteriyoruz. Tam 10 kişiyiz; altı kişi Türkiye’den, iki kişi Arnavutluk’tan, bir kişi Almanya’dan, bir kişi de buralı, Makedonyalı. 10 kişiyiz; bir şehir içi gezintisi için oldukça kalabalık. Komünizm döneminde olsa, Yugoslavya döneminde, belki de bu kadar adam birarada gezemezdik şehrin içinde. Hele hele, 10 kişiden 9’u yabancıysa, sadece biri buralıysa. Mümkün değildi, o zamanlar. Devlet gönderirdi üzerimize JNA’sını, test ederdi hepimizin DNA’sını.

Biraz sonra karşımıza Debar ve Kiçevo Piskoposluk Merkezi (Mak. Дебарско – Кичеаса Епархиа [Debarsko – Kiçeka Eparhia]) çıkıyor. Hemen yanında Kutsal Bakire Meryem Kilisesi (Mak. Саета Богородица [Saeta Bogorodica]) bulunuyor. (Ben sizlerin geçen bölümden itibaren Kiril Alfabesi’yle yazılanları artık rahatlıkla okuyabildiğinizi biliyorum, tabiî ki. Bilmez miyim? Sizin bilmediğiniz şey mi var? Fakat ilk kez bu yazıyla birlikte bizi takip edenler için yine de okunuşlarını veriyorum.)

Makedonya hakikaten ilginç bir ülke; Ohri hakezâ. Farklı dîn, dil ve etnik kökenden insanların içiçe, yanyana, birlikte yaşadığı bir yer. Böyle yerler, ziyaretçisine “tek tip” yerlerden daha fazlasını sunar her zaman için. “Kültür ziyafeti” için, çok daha cömerttir böyle yerler.

Ohri şehir merkezinde yürürken karşımıza gâh bir kilise, gâh bir cami, gâh bir kültür merkezi, gâh bir müze, gâh bir spor kompleksi çıkıyor. Tabelalar, isimler ise “çift dilli”. Fakat tasalanmayın; bizler de Ohri gibi cömert davranacağız, hepsini sizlere de sunacağız.

Ohri yalnızca içindeki rûh ve derinlik bakımından değil, dış görünüşündeki güzellik ile de, harikulade bir yerleşim birimi. Muhteşem bir şehir. Olağanüstü güzel. Tıpkı bizim Van’a benziyor. Gölüyle, sokak ve bulvarlarıyla, şehir içindeki kıpır kıpır yaşamıyla, çocuklarıyla.

Ohri Gölü ile Van Gölü, Ohri ile Van, Struga ile Tatvan, “ikiz kombinasyonlar” sanki.

Devam ediyoruz yürümeye... Biraz sonra karşımıza antik Helen – Roma Tiyatrosu çıkıyor. 5. veya 6. yy’dan kalma bir tiyatro bu. Güzel. Daha sonra karşımıza çıkan şey, çok daha güzel. Osmanlılar’dan kalma bir saat kulesi. İsmi, “Sahat – Kula”; bildiğiniz “Saat Kulesi” yani. 1725 tarihinde inşâ edilmiş. Biz 10 arkadaş, hep birlikte kulenin saatine bakıp kendi saatlerimizi ayarlıyoruz. Kollarımızdaki modern saatler şaşırmış; fakat o, hâlâ “doğru zamanı” gösteriyor. Biraz sonra karşımıza çıkan Sinaneddin Yusuf Çelebi Türbesi, Saat Kulesi’nden 150 yıl daha eski. Türbe, 1591 tarihinde yapılmış ve “Ohrizâde” ailesine ait. “Ohrizâde”, burada doğup büyüyen insanlar için kullanılan bir sıfat; “Ohrizede” ise, buraya gelip gören ama doyamadan ayrılan bizim gibi insanlar için kullanılıyor.

Canımın İstanbul köşesi gibi yani... İstanbul gibi.

Dünyadaki bütün milletlerin, bütün memleketlerin “atasözleri” vardır ve hepsi de güzeldir. Fakat “dünyanın en güzel atasözü” İran’dan çıkmıştır, İranlılar’a aittir: “Kesê ki İstanbul ra yêk bar dide-başed; ya der İstanbul mimired, ya der râh-ê İstanbul mimired, ya bâ hesret-ê İstanbul mimired.”

Farsça’dan tercümesi şöyle, bu atasözün: “İstanbul’u ömründe bir kere görmüş olan; ya İstanbul’da ölür, ya İstanbul’a gelirken ölür, ya da İstanbul hasretiyle ölür.”

Yazının içinde “emperyalist kuşatma” ve “kemalist diktatörlük” terimleri geçmediği için ilginizi çekmediğini biliyorum; hatta kendi aranızda “bu yazıların İslamî çalışmalarımızda bize ne faydası olacak?” diye homurdandığınızın da farkındayım; fakat ben yine de anlatmaya devam edeceğim... Ola ki, sizler de, devâsâ Saat Kulesi’ne taş atıp ordaki saati kendi küçük saatlerinize uydurmaya çalışmak yerine, kendi küçük saatlerinizi devâsâ Saat Kulesi’ne göre ayarlamayı öğrenirsiniz bir gün. Belki.

Şehir merkezindeyiz... Ohri şehir merkezinde, yaşam cıvıl cıvıl. Müslümanlar, Hristiyanlar... Müslüman olmayanlar, Hristiyan olmayanlar... Makedonlar, Arnavutlar, Ulahlar, Bulgarlar, Türkler, Çingeneler... Olmayanlar... Camiler, tekkeler, kiliseler, kültür merkezleri, müzeler, sanat atölyeleri, kütüphaneler, lokantalar, café’ler, çay bahçeleri, spor kompleksleri... Kompleksler!..

Şehir merkezinde caddeler biribirinden kanallarla ve köprülerle ayrılmış; caddelerin altından kanal suyu akıyor. Hepsi de Ohri Gölü’nün “bebeleri”, bu sular. Bu yönüyle, daha ilk görüşümde, bana Hollanda’nın başkenti Amsterdam’ı anımsattı, Ohri.

Ohri şehir merkezi, Amsterdam’ın Balkanlar’daki küçük bir minyatürü sanki.

“Central Register of Republic Macedonia” (Mak. Централен Регистар на Република Македонија [Centralen Registar na Republika Makedoniya]; Türk. Makedonya Cumhuriyeti Kayıt Merkezi)... Hemen yanıbaşında “Пошта” (Poşta), yani postane binası. İçeri girmiyoruz ama; bekleyenimiz olmadığı için, gönderecek mektubumuz da yok... Kayıt merkezi ile postane binası, yanyana. Hemen önlerinden geçen büsbüyük yol, “Makedon Eğitim Bulvarı” (Mak. Булевар Македонски Просветители [Bulevar Makedonski Prosvetiteli])...

Yolun diğer tarafında “Hamam Alışveriş Merkezi” (Mak. Трговски Центар Амам [Trgovski Centar Amam]) var. Burası da, Osmanlı... Ohri o kadar ilginç bir şehir ki, sadece bu şehirde gezmekle, tarihten tarihe, devirden devire, kültürden kültüre, mirastan mirasa seyâhât edersiniz. Bir köşesi Roma, diğer köşesi Osmanlı, başka bir köşesi Helenizm, öteki köşesi Bulgar, beriki başka birşey... Osmanlı’dan kalma bir hamam, bir de kervansarayın bulunduğu yer, şu anda alışveriş merkezi. Hamamın ismi, “Voska Hamamı”. Voska, bulunduğu semtin ismi.

Ohri’nin semtlerinin isimleri şöyle: Centar (Merkez), Voska, Varoş, İstoçna Ohrid (Doğu Ohri), Dalyan, Leskaica, Mesokastro, Koşişta, Jelezniçka, Pristanişte, Bilyanini İzvori. Bunlardan (batıdan doğuya doğru) Dalyan, Voska, Varoş, Mesokastro, Pristanişte ve Bilyanini İzvori göl kıyısında; diğerleri arkada kalıyor.

Sokak ortasında olduğumuza bakmaksızın, yüksek sesle,

- Arkadaşlar, bakın burda ne var?, diyerek parmağımla işaret ettiğim binanın üzerinde “AMAC PRESS – Ohridski Novini” yazıyor.

Gazeteciyiz ya, o kadarcık heyecan olacak, natürlich... Burası, şehrin “medya merkezi”. “Ohridski Novini”, günlük bir gazete ve buradan yayın yapıyor. Tirajı, 4000.

Türkiye’deki siz sevgili Ich liebe Dich aziz din kardeşlerim için yaptığım araştırmaya göre, Ohri şehrinde bir günlük gazetenin yanısıra, bir televizyon, bir de radyo var. Bizim bulunduğumuz Güneybatı İli’nin en büyük televizyon kanalı olan “TVM”, 1992 yılından beridir bu şehirden yayın yapıyor. Yayın yaptığı alan, toplam 120 bin nüfûsluk bir bölgeye tekabül ediyor. Ondan çok daha önceleri, tâ Yugoslavya döneminden beri, 1957 yılından bu yana bu şehirden yayın yapan “Radio Ohrid” (Ohri Radyosu) ise, daha bir “şehirle özdeşleşmiş”, haliyle. “Radio Ohrid”, Ohri, Struga, Debarca ve Resen şehirleri ile Arnavutluk’un sınır bölgelerine (Qafë Thanë), bir de bizim Halil İmami ağabeyimizin arabasına yayın yapıyor.

Gezmeye devam ediyoruz. Bakalım şehirde daha neler var neler?... “Ohridska Banka”... Hey yavrum Deutschland, para mı var laa???.. Olsa, dükkân senin! Çalıştığımız zamanlar bile meteliğe kurşun atıyorduk; şimdi iyice işsiz kaldık, meteliğe molotof kokteyli, RPG roketatar, C – 4 bombası ve Katyuşa füzeleri atıyoruz.

Şehrin bankası bile var, iyi mi: “Ohridska Banka” (Ohri Bankası). Ama paramız olmadığı için, içeri girmiyoruz tabiî ki. Sadece bakıyoruz. Sadece bakarsan, burda herşey beleş!

Toplam 4 tane banka şubesi var Ohri’de: “Ohridska Banka” (Ohri Bankası), “Stopanska Banka” (Ticaret Odası Bankası), “Tutunska Banka” (Tütün Bankası) ve “Commercial Bank”.

M. Ö. 800 (veya M. Ö. 700) yıllarında İlliryalılar tarafından “Lychnidos” adıyla küçük bir balıkçılık köyü olarak kurulup ilk dönemlerinde bölgenin balıkçılık merkezi olan, 19. yy’da kürk ticaretinin dünya çapındaki merkezi olan ancak şehirdeki Bulgar nüfûsun 1878 Berlin Kongresi ile birlikte burayı terkedip Bulgaristan’a göç etmesinden sonra bu özelliğini yitiren Ohri şehrinde, Yugoslavya’nın parçalanması (1991) sonrası ticarî hayat yeniden kıpırdamaya, şehrin ekonomisi de yeniden canlanmaya başlamış. Yeni yeni fabrikalar, iş kolları açılmış; eskiden beri var olanlar da daha bir aksiyoner hale gelmiş.

Bunların başında, Güneybatı İli’nin en büyük firması ve ticarî işletmesi olan “Ohridski Tekstilni” adlı tekstil fabrikası geliyor. “Canımın İstanbul köşesi” kadar olmasa da, Ohri’de de tekstil oldukça önemli ve işlevsel bir sektör. Ürettiği kumaş, oldukça kaliteli. “Ohridski Tekstilni” deyip geçmeyin, yırtık kumaşla seminerlere gitmeyin, Ohri nüfûsunun büyük çoğunluğu, halkın nerdeyse dörtte üçü geçimini ve rızkını buradan kazanıyor. Çocukları ve yaşlı amca ve teyzeleri saymazsak, şehirdeki her üç kişiden ikisi bu fabrikada çalışıyor.

Sadece bu kumaş fabrikası mı? Değil... Bütün Makedonya çapında şubeleri bulunan ve ülkenin her tarafında faal olan “Jito Leb” adlı ekmek fırınının merkezi de burası; Ohri. Fırının ismi olan “Jito Leb”, Makedonca’da “Buğday Ekmeği” demek. “Jito Leb” deyip geçmeyin, ekmek yerken günâhtır yere dökmeyin, yıllık 18 bin 300 ton ekmek üretiyor bu fırın.

Balıkçılık, zaten kurulduğu tarihten beri buranın ana mesleği. Binlerce yıldır yapılıyor. Bunu “meslek” olarak ve hatta “yaşam tarzı” olarak hâlâ sürdürenler var burada. Balıkçılık deyip geçmeyin, siyasî partilerin attığı oltalara yem olmayın, öyle zevkli bir uğraştır ki bu, yapan bilir ancak.

Size çoook ama çok ilginç bir şey söyleyeyim mi? Ohri’nin iki tane köyü var, Trpeyca ve Peştani, bu iki köy, hâlâ hâlâ tüm geçimini, tüm yaşamını balıkçılıkla sağlıyor. Yani Ohri’nin bu iki köyü, Ohri’nin şimdiki “Ohri” zamanında değil, ilk kurulduğu “Lychnidos” zamanında yaşıyor, hâlâ. Bu iki köyün hiçbir ferdi, çalışmak için şehre gitmiyor. Her iki köyün de tüm ahalisinin yegâne uğraşı, balıkçılık.

Bölge ekonomisinin en önemli kollarının başında, elbette ki turizm sektörü geliyor. Fakat turizm kısmını şimdi anlatmayacağım. Biraz sonra Ohri Gölü’ne gideceğiz. Göl sularına değen ayışığının romantik atmosferi altında oturup turizmi konuşacağız. Camiâmızın en romantik semineri olacak bu. Ben, mehtap ve Türkiyeli siz sevgili Ich liebe Dich aziz din kardeşlerim.

Ohri şehrinde yürümeye devam ediyoruz... Dedik ki, Ohri o kadar ilginç bir şehir ki, sadece bu şehirde gezmekle, tarihten tarihe, devirden devire, kültürden kültüre, mirastan mirasa seyâhât edersiniz. Bir köşesi Roma, diğer köşesi Osmanlı, başka bir köşesi Helenizm, öteki köşesi Bulgar, beriki başka birşey...

Fakat bundan çok daha önemli ve güzel bir şey daha var. Ve bu, “geçmiş” ile değil, “şimdi” ve “gelecek” ile ilgili olduğu için, çok daha anlamlı. Beni, saydığım bütün bu özelliklerin tamamından daha fazla ilgilendiren bir konu bu, ayrıca: Makedonya iki resmî dili olan bir ülke olduğu için, Ohri sokaklarında yürürken, gördüğümüz tüm tabelalar, tüm trafik işaretleri, resmî kurumların üzerindeki tüm yazılar “iki dilli”.

Bazıları tarafından “Makedonya” ismine bile tahammül edilmeyen bu güzel ülke, kendi içinde her türlü özgürlük ve serbestiyet ortamını sağlamış durumdadır. Kan ve gözyaşı üzerine kurulu, etnik ve dinî farklılıklardan dolayı savaşların çıkıp da insanların biribirlerini en acımasız ve gaddar bir biçimde katlettiği Balkanlar gibi bir coğrafyanın tam ortasında yer aldığı halde, Makedonya, kendi içinde gerçek anlamda barış ve kardeşliği sağlamış durumda. Etrafı barbarlarla ve yamyamlarla çevrili bir coğrafyada, tıpkı İsviçre gibi medenî bir ülke kurmuş Makedonlar. Hem de, sadece 20 yaşında, gencecik bir devlet olduğu halde.

Makedonya sadece Makedonca’yı değil, Arnavutça’yı da “ülkenin resmî dili” yapmış. Ülkenin iki adet resmî dili var. Makedonya’daki bütün trafik işaretleri, cadde ve sokak isimleri “iki dilli”. (Her yıl Türkiye’den onlarca Müslüman gelip Makedonya’yı gezer, görür. İş bu “Yeni Bir Dünya Mümkün” Osmanlı kardeşlerimiz arasında “çok önemli ve pohpohlu araştırmacı – yazar” olanlar da, izlenimlerini kaleme alıp gazete, dergi ve sitelerde yayınlatırlar. Makedonya’yı anlatırken, bol bol camilerin minarelerinden, çayların güzelliğinden ve Türkiye’yi ne kadar sevdiklerinden (!) bahsederler. Fakat iş bu İslamcı yazarlardan bir tanesi de çıkıp Makedonya’da iki tane resmî dilin olduğunu, tüm şehir ve cadde isimlerinin “çift dilli” olduğunu, Makedonlar’ın, Arnavutlar’ın, Türkler’in, Ulahlar’ın, isteyen herkesin ilkokuldan üniversiteye kadar “kendi anadiliyle” eğitim aldığını söylemez. Bu konuda tek cümle yazmazlar. Bol bol camilerin minarelerinden bahsederler. Popülizm iyi puan kazandırıyor ne de olsa!)

Özgür ve bağımsız Makedonya, dünya haritasındaki her türlü saygınlığı, dünya halkları tarafından da her türlü takdiri hak eden bir ülkedir. “Makedonya” ismine bile tahammül edilmeyen bu güzel ülke, kendi içinde her türlü özgürlük ve serbestiyet ortamını sağlamış durumdadır. Kan ve gözyaşı üzerine kurulu, etnik ve dinî farklılıklardan dolayı savaşların çıkıp da insanların biribirlerini en acımasız ve gaddar bir biçimde katlettiği Balkanlar gibi bir coğrafyanın tam ortasında yer aldığı halde, Makedonya, kendi içinde gerçek anlamda barış ve kardeşliği sağlamış durumdadır. Etrafı barbarlarla ve yamyamlarla çevrili bir coğrafyada, tıpkı İsviçre gibi medenî bir ülke kurmak, sizce de her türlü takdiri hak etmiyor mu? Hem de, sadece 20 yaşında, gencecik bir devlet olduğu halde.

Türkiye’deki dînci medyanın ve dînci yazarların Makedonya hakkında yazdıkları saçmalıkları bir tarafa bırakalım şimdi. Makedonya’daki minareler de, İsviçre’deki minareler de onların olsun!... Daha önce bu sayfalarda siz sevgili okuyucularıma aktardığım “İsviçre gerçeği”nden sonra, şimdi de, işte size Makedonya gerçeği:

Makedonya’da Hristiyanlar ve Müslümanlar yaşıyor. Fakat etraflarındaki ülkelerde olduğu gibi biribiriyle kavga ederek, biribirlerini dînlerini değiştirmeye çalışarak, camilerini ve kiliselerini yıkmaya çalışarak değil; barış içinde yaşıyorlar. Bunları yapmaya çalışan gruplar / kesimler var burada; fakat bu Makedonya devletini bağlamıyor.

Makedonya’nın en büyük topluluğu Makedonlar, ikincisi Arnavutlar. Bu iki etnik topluluğu Türkler, Ulahlar vb. topluluklar takip ediyor. Makedonya Cumhuriyeti devleti sadece Makedonca’yı değil, Arnavutça’yı da “ülkenin resmî dili” yapmış. Ülkenin iki tane resmî dili var. Bütün yerleşim isimleri, sokak ve cadde isimleri, bütün resmî tabelalar, resmî dairelerdeki bütün tabelalar “çift dilli”.

Ülkenin iki büyük dili ve etnik topluluğunun konumu aynı. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yok.

Ülkenin diğer küçük etnik topluluklarının durumuna gelince: İsteyen herkes, isterse ülkedeki sayıları sadece birkaç bin olsun, isteyen herkes, ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar, “kendi anadiliyle” eğitim görüyor. İsteyen herkes!

Meselâ, Ohri ilinin Struga ilçesinden örnek verelim size: Struga ilçesindeki Niko Lestor Lisesi MAKEDONCA, FON Lisesi ARNAVUTÇA, Yahya Kemal Lisesi ise TÜRKÇE eğitim veriyor.

Ülkede hiç kimsenin dili yasaklanmamış, hiçbir yerleşim biriminin ismi de zorla değiştirilmemiş. Hiçbir Arnavut’a da zorla “Hayır sen Makedon’sun” denilmiyor.

Fakat Türkiye’den buraya gelen “Yeni Bir Dünya Mümkün” kardeşlerimiz bunların hiçbirini görmüyor. Makedonya sokaklarında yürürken, bütün tabelaların “çift dilli” olduğunu görmüyorlar bile. Bakmıyorlar ya da bakıyorlar ama görmezden geliyorlar. Sadece camilerin minarelerine bakıyorlar ve dönüşte Türkiye’dekilere Makedonya’yı anlatırken sadece minarelerin güzelliğinden bahsediyorlar. (Makedonya’daki eğitim sistemini, buradaki tüm dillerin nasıl özgürce yaşayıp yaşatıldığını, gezi yazımız bittikten sonra, “Makedonya Modeli” adlı bir makale kaleme alıp sizlerle paylaşacağız, inşaallâh. Tıpkı Ocak 2006’daki Pakistan gezisinden ve Pakistan gezi yazısından sonra “Pakistan Modeli”, Haziran 2008’deki İsviçre gezisinden ve İsviçre gezi yazısından sonra da “İsviçre Modeli” adlı makaleleri kaleme aldığımız gibi.)

Biz şimdilik Ohri şehrindeki gezimize devam edelim...

Mülk, nimet, bunların hepsinin tek sahibi Allâh’tır. Rızkı veren de O’dur.

Yeryüzü coğrafyası, bir sofradır zaten. “Maide”. İlim ve hikmet, bu sofranın yemekleridir; san’ât ve spor ise, salatalaları. Ohri’nin yemeklerini (ilim ve hikmet), yeterince yediğimizi düşünüyorum. Biraz da “yeşillik”: Futbol...

Yukarıda ismini andığımız Bilyanini İzvori semtinde, şehrin futbol stadı var. Stadyumun adı, “SRC Bilyanini İzvori”. Semtin adını taşıyor. Fazla büyük değil, 18 bin seyirci kapasiteli bir stadyum. Küçük olmasına küçük ama, Ohri’nin iki tane futbol takımı var ve her ikisi de maçlarını bu stadda oynuyor.

1921 yılında kurulmuş olan FK Ohrid (ya da tam adıyla, Fudbalski Klub Ohrid 2004) takımının renkleri, mavi – beyaz. Kulübün başkanı Meci Nedelkoski.

Hani futbol takımlarının lakapları olur ya, meselâ Beşiktaş “Kartal”, Galatasaray “Aslan”, Fenerbahçe “Kanarya”, Trabzonspor “Hamsi”, Sarıyer “Martı”, Gaziantepspor “Şahin”, Sivasspor “Yiğido”, Bursaspor “Timsah”, Orduspor “Mor Menekşe”, Vestel Manisaspor “Tarzan”, Eskişehirspor “Kırmızı Şimşekler” gibi; bilirsiniz bunları... Şimdi size bir soru: FK Ohrid takımının lakabı ne, biliyor musunuz? Ohri şehrinin takımı olduğu için sorunun cevabı kolay tabiî ki; evet bildiniz: “Balıkçı”..

Şehrin diğer takımı ise, 1976 yılında FK Borec adıyla kurulan ancak 2009’da ismini değiştiren FK Ohrid Loke (ya da tam adıyla, Fudbalski Klub Ohrid Loke). Bunun renkleri de aynı; mavi – beyaz. Sanırım Ohri Gölü’nden dolayı “mavi”den vazgeçememiş her iki kulüp de. Tabiî bu sadece benim tahminim (BALKAN TEZLERİM – TESPİT No: 4). Kulübün başkanı Klime Loteski – Lotte. Bu takımın lakabı ise, “Kâşifler”.

Ohri şehrinin her iki takımı da, şu anda Makedonya 2. Ligi’nde mücadele ediyor.

Futbol, şehirdeki tek spor dalı değil tabiî ki. Gerisi beni ilgilendirmiyor ama, belki ilgilenen çıkar diye onları da söyleyeyim: Dövüş sporları, boks, tennis, kayak, yelken ve su sporları.

Devam ediyoruz...

Ohri’nin şu şehir merkezi, şu çarşısı ne kadar güzel yaa! Allâh’ım Allâh’ım Allâh’ım, sanki Karakoçan, tıpkı bizim Kalecik Mahallesi, sanki Xaltiya Cemile ile Xaltiya Şemşul’un evlerının orasiii...

Şehrin tam merkezinde Kliment Ohridski’nin ve Kiril – Metodius kardeşlerin heykelleri (geçen bölümde fotoğraflarını gördüğünüz heykeller) var. Heykeller, Letnica Restaurant’ın hemen önünde. Hatırâ fotoğrafları çekiyoruz sırasıyla. Tanışıyoruz bu zât-ı şahaneleriyle. Kliment Ohridski bize şehrin tarihi hakkında biraz bilgi veriyor, Kiril – Metodius kardeşler ise bize Kiril Alfabesi’ni öğretiyor. Тещеккўр едијоруз онлара ве хатыр истијоруз кендилеринден.

Allâh-û Ekber... Ohri Gölü’ndeyiz... Önümüz, masmavi... Masmavi.

Ohri Gölü’ndeyiz... Selamlıyoruz gölün masmavi sularını. Alıyor selamımızı Ohri Gölü; ayışığı düşmüş sularının ışıl ışıl parlamasından ve üzerimize coşkuyla dalgalarını göndermesinden anlıyoruz bunu.

Makedonlar ve Bulgarlar “Охридско Езеро” (Ohridsko Ezero) diyorlar adına, Arnavutlar “Liqeni i Ohrit”... Sırplar “Охридско Језеро” (Ohridsko Yezero) diye çağırıyorlar, Yunanlar “Λίμνη Οχρίδα” (Limni Ohrida)...

Makedonya’nın en büyük gölü, Ohri Gölü. Tüm Balkanlar’ın ise, en büyük 2. gölü durumunda. Bu coğrafyada, bir tek Arnavutluk – Montenegro arasındaki İşkodra Gölü daha büyük O’ndan. Ohri Gölü de, Makedonya – Arnavutluk arasında.

Bu bölgede, alt alta ve yan yana dizilmiş, sıra sıra üç tane göl var. Bunlar kuzeybatıdan güneydoğuya doğru Ohri Gölü, Prespa Gölü ve Küçük Prespa Gölü. Bizler en kuzeydeki (aynı zamanda en batıdaki) Ohri Gölü’ndeyiz. Fakat diğerleri de uzakta değil, hemen yakınlarında. Elbasan, Qafë Thanë ve Struga’da oyalanmayıp buraya daha erken saatlerde gelebilseydik, üçünü de aynı gün içinde görmek mümkün.

Bu üç gölün hiçbiri de tek ülkeye ait değil. Hepsi de paylaşılmış; hepsinin içinden de “millî sınır” denen zıkkımın kökü geçiyor. Toprağa dikenliteller örmekle yetinmeyen ve adına “devletler” denen zıkkımın kökü, toprakla kalmayıp suya da “sınır” çizmiş.

Üç tane mavi boncuk gibi yanyana dizili bu üç güzel gölden, en kuzeydeki ve en büyüğü Ohri Gölü Makedonya ile Arnavutluk arasında, en güneydeki ve en küçüğü Küçük Prespa Gölü Yunanistan ile Arnavutluk arasında paylaşılırken, ortadaki ve ortancası Prespa Gölü ise üç ülke arasında bölüşülmüş; Yunanistan, Makedonya ve Arnavutluk.

Bizim ziyaret ettiğimiz Ohri Gölü, Makedonya ile Arnavutluk arasında bir göl. Gölün doğu, kuzey ve güney kıyıları Makedonya, sadece batı kıyıları ise Arnavutluk. Göl kıyısında üç şehir var; Pogradec (Arnavutluk), Ohri ve Struga (Makedonya). Diğer yerleşimler, köy.

Göl kıyısında toplam 131 bin insan yaşıyor. Bunların 88 bini Makedonya, 43 bini de Arnavutluk tarafındadır. Ohri Gölü’nün toplam 87, 53 km olan kıyı uzunluğunun 56, 02 km’si Makedonya, 31, 51 km’si ise Arnavutluk toprağıdır. Gölde bir tane bile ada yoktur.

Göl ortalama 2, 600 km²’lik bir alanı sular ve sularının yaklaşık olarak yarısını doğu kıyılarındaki yeraltı kaynaklarından alır. Suların % 25’i yağış ve içine boşalan akarsular ile temin edilir. Suların % 20’sinden fazlası 10 km uzaklıkta ve gölün kendi seviyesinden 150 m daha yüksekte bulunan Prespa Gölü’nden gelir.

349 km ² büyüklüğündeki Ohri Gölü, Makedonya’nın en büyük gölüdür. Balkanlar coğrafyasının ise en büyük 2. gölüdür. Tüm Avrupa kıt’âsındaki göller arasında ise büyüklük bakımından 36. sıradadır.

Balkanlar’ın en büyük 7 gölü şunlardır:

1. İşkodra Gölü → 368 km² → Arnavutluk, Montenegro

2. Ohri Gölü → 349 km² → Makedonya, Arnavutluk

3. Razim Gölü → 315 km² → Romanya

4. Prespa Gölü → 273 km² → Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan

5. Sinoe Gölü → 171 km² → Romanya

6. Kerkíni Gölü → 110 km² → Yunanistan

7. Koróneia Gölü → 100 km² → Yunanistan

349 km² büyüklüğündeki Ohri Gölü’nün uzunluğu 30, 4 km, genişliği ise 14, 8 km’dir. Göl, deniz seviyesinin 695 m yükseğinde bulunuyor. Gölün en derin yeri 289 m’dir. Ohri Gölü, hem “dünyanın hem en eski göllerinden, hem de en derin göllerinden biri”, hem de “Balkanlar’ın hem en eski gölü, hem de en derin gölü”dür. “Göllerin yaşı nehirlerin maaşı sorulmaz” ama biz sorduk: 2, 6 milyon yaşında, Limni Ohrida.

Dağlık bir bölgedeki gölün etrafı da dağlarla çevrili olur, haliyle. Koooskoca heybetiyle Ohri Gölü’nün başında dikilip ona tepeden bakan Galiçica (Mak. Галичица) Dağı ise, Van Gölü’ne tepeden bakan Erek Dağı sanki. Dağın eteklerindeki “Galiçiça Millî Parkı” ise, doyumsuz bir doğa ziyafeti sunar ziyaretçilerine.

1979 yılında Ohri Gölü, kısa adı UNESCO olan Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (İng. United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) tarafından “Dünya Tabiât ve Kültür Mirası” listesine dahil edildi. Bu gelişmeden sonra Ohri şehri, Yugoslavya içinde bir “turizm merkezi” haline geldi. Ohri’nin “turizm merkezi” özelliği, daha sonraki yıllar içinde yurtdışına kadar taştı. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra bağımsızlığını kazanan şimdiki Makedonya Cumhuriyeti’nde, halihazırda Ohri şehri, “Makedonya’nın en önemli”, “Balkanlar’ın çok önemli” ve “Avrupa’nın önemli” turizm merkezlerinden biri olup, göle bilhassa, başta denize kıyısı olmayan, yani “suya hasret” komşu ülkelerden insanlar ile Rus, Alman, Hollandalı ve Belçikalı turistler çok gelmektedir.

Ohri Gölü suları, içinde yaşayan canlı türleriyle de ilgiyi ve incelenmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Gölün ekosisteminde bu yöreye özgü ve dünya çapında öneme sahip 200’den fazla tür vardır.

Özellikle “Ohri alabalığı”, dünya çapında meşhur bir balık türüdür. Latince bilimsel adı “Salmo letnica” olan ama tüm dünyada “Ohri alabalığı” ismiyle bilinen bu balığa Arnavutlar “Korani”, Makedonlar ve Bulgarlar “Ohridska pastrmka”, Türkler ve Kürtler ise “Üfff, balığa bak balığa” diyorlar.

Tatlı su balığı olan Ohri alabalığının uzunluğu 76 cm, ağırlığı 6 kg 490 g, IQ’su ise ortalama bir Amerikalı’nınki kadar.

Ohri Gölü’nde çeşit çeşit balıklar var; sularında değişik balık türleri bulunuyor. Ancak bunlar arasında 7 tür var ki, bunlar dünyada sadece ve sadece Ohri Gölü’nde bulunuyor; bu 7 çeşit balık, yeryüzünde sadece bu gölde yaşıyor.

İmdi... Gelelim en ilginç mes’leye... Ohri şehri, Ohri Gölü, Ohri balığı; anlat anlat bitmez ki.

Şimdi dikkatinizi başka bir şeye çekeceğim: “Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri” başlığıyla okuduğunuz gezi dizisinin, bu 19. bölümü. Altı ay kadardır bu dizi sürüyor ve sizler de takip ediyorsunuz. Bir şey hiç dikkatinizi çekti mi, bilmem? Dizinin en başından, birinci bölümünden bu yana, yani aylardır yazıda Ohri şehrinden her bahsedişimde “Balkanlar’ın incisi” ifadesini kullanıyorum.

Elbette bu ifade, dünyadaki pekçok güzel şehir için kullanılıyor. Bununla, o şehrin ne kadar güzel ve övgüye değer olduğu vurgulanmak isteniyor. Yani genel olarak bu ifade oldukça yaygın ve herkes kendi memleketi veya çok sevdiği bir şehir için bu ifadeyi öyle gelişigüzel kullanıyor.

Ancak ben bu ifadeyi Ohri için öyle gelişigüzel kullanmamıştım; dizinin başından beri Ohri için her “Balkanlar’ın incisi” ifadesini kullandığımda, bunu bilinçli bir şekilde söylemiştim.

Ohri’de üretilen “inci”, dünya çapında meşhurdur. Adına da “Ohri incisi” denir.

Ancak bu inci, bildiğiniz incilere benzemez. Ohri’nin incileri, dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz. Bildiğiniz inciler gibi değildir bu inci.

Ohri’nin incisi, sıkı durun, balığın pullarından yapılır. Evet, yanlış okumadınız! Yalnızca Ohri Gölü’nde yetişen “Plasika” adlı bir balığın pullarından yapılıyor. Çok ilginç hakikaten, değil mi?

Plasika isimli balığın pulları ayıklanıyor, işleniyor. Sonunda ortaya şık küpeler, kolyeler ve yüzükler çıkıyor. Bu balık ise, Plasika, dünyada sadece Ohri Gölü’nde yaşıyor. Böyle üretiliyor Ohri incisi, balığın pullarından.

Şehirdeki inci işçiliği, iki ünlü aileden sorulur: Talevi ve Filevi aileleri. Her iki ailenin de Ohri şehir merkezinde inci dükkânları bulunuyor.

Bu incinin dünyada eşi benzeri yok. Ohri incisi, eşsiz, benzersiz. Harikulade!..

Size bir kardeş tavsiyesi: Bir gün yolunuz Ohri’ye düşerse, annenize, eşinize, kızınıza veya kızkardeşinize mutlaka inci alınız. Bir kadının bu dünyada alabileceği en güzel hediyeler arasındadır, Ohri incisi.

Şimdi, böylesine eşsiz, benzersiz, dünyada dengi ve benzeri olmayan bir incinin mutlaka çok pahalı olduğunu düşünüyorsunuzdur. Fakat hayır, değil! Kesinlikle pahalı değil. Dünyada eşsiz bir inci olmasına rağmen, yine de fiyatı oldukça uygun. Meselâ kolyelerin fiyatı, 20 ilâ 30 Avro (Euro) arası. Hiç de pahalı değil Ohri incisi. Hem dünyada eşi benzeri yok, hem de fiyatı oldukça uygun.

İşte dizi yazısının başından beri, Ohri’den her bahsedişimde “Balkanlar’ın incisi” nitelemesinde bulunmamın sebebi buydu, kardeşlerim.

Ne kadar ilginç bir tesadüf?... Makedonya, benim şu ana kadar dünya üzerinde gördüğüm 21. ülke olmuştu; Ohri Gölü de aynı şekilde benim şu ana kadar dünya üzerinde gördüğüm 21. göl oldu.

Şimdiye dek şu güzel gölleri görmek nasib oldu bana: Hazar Gölü (Türkiye), Van Gölü (Türkiye), Arin Gölü (Türkiye), Sapanca Gölü (Türkiye), Konstanz Gölü (Almanya – Avusturya – İsviçre), Ammer Gölü (Almanya), Eğirdir Gölü (Türkiye), Beyşehir Gölü (Türkiye), Rawal Gölü (Pakistan), Alp Gölü (Almanya), Forggen Gölü (Almanya), Bann Orman Gölü (Almanya), Starnberg Gölü (Almanya), Chiem Gölü (Almanya), Eib Gölü (Almanya), Skalka Gölü (Çek Cumhuriyeti), Odrava Gölü (Çek Cumhuriyeti), Zürih Gölü (İsviçre), Burdur Gölü (Türkiye), İznik Gölü (Türkiye) ve Ohri Gölü (Makedonya – Arnavutluk).

Göl kıyısı harika. Tek kelimeyle muhteşem.

Saatlerce dolaşıyoruz Ohri Gölü kıyısında. Suyuna dokunuyoruz, suyuyla konuşuyoruz. Hatırâ fotoğrafları çekiyoruz.

Ohri Gölü kıyısında gezinti yapmak da, diğer göllerdekine pek benzemiyor. Göl kıyısındaki yürüyüş alanı genelde tahtadan; oldukça dar ve sıra sıra küçük tahta köprüler üzerinden geçiyorsunuz. Romantik olması için ne gerekiyorsa yapılmış. Ohri Gölü kıyısında akşam yürüyüşü yaparken, kendimizi modern çağın Ohri’sinde değil, binlerce yıl önceki Lychnidos’taymışız gibi hissediyoruz. Fevkalade etkileyici.

Tahta geçitler dar olduğu için, şehir içinde olduğu gibi 10 kişi yanyana yürüyemiyoruz tabiî ki. Grup üçe bölünmüş durumda. Yürüyüşte Halid abi, Kâmil abi, Halil abi ve Fatmir abi en önde; dördü bir arada yürüyor (grubun eşbaşkanları). Orta sırada gençlerimiz bir grup oluşturmuş; Xheladin, Emin, Fatih ve Hamza (grubun gençlik teşkilâtı). Birimiz Sivaslı birimiz Elâzığlı olduğumuz için, Murat’la ben en arkada. Sahaya 4 – 4 – 2 düzeniyle çıkmışız yani. FK Ohrid..

Murat’la en arkadan grubu takip edip kendi aramızda sohbet ederken, en öndeki gruptan Urfalı Kâmil abi arkasını dönüyor ve görüyor bizi. Yüreği dayanamıyor tabiî; yanımıza geliyor:

- Buralar ne kadar güzel değil mi?

- Güzel de lâf mı Kâmil abi? Bir hafta sadece bu şehirde kalmak gerekiyor aslında...

O da katılıyor bize. Arkayı üçlüyoruz. Sohbet ede ede yürüyoruz. O anlatıyor, biz dinliyoruz; biz anlatıyoruz, O dinliyor.

Herşey o kadar güzel ki, yaşamak lazım o anları. Güzel şeyler yaşamak güzeldir ama onları güzel dostlarla birlikte yaşamak, emin olun, çok daha başka birşey.

Kâmil abi, Murat ve ben; sohbet ede ede yürüyoruz Makedonya’nın Ohri şehrinde, “Balkanlar’ın nazar boncuğu” Ohri Gölü kıyısında...

Hayat ne kadar ilginç, değil mi dostlar? Düşünsenize; Anadolu’nun en doğu bölgesinden üç arkadaş, birlikte Rumeli topraklarını geziyoruz. Birimiz Urfalı, birimiz Sivaslı, birimiz Elâzığlı; biraraya gelmiş, beraber Balkanlar’da geziyoruz.

Aaaaaaah ah, sevgili Barış Manço bu günleri görecekti ki:

Urfa Diyarbakır gezdim, hele hele yâr yâr,
Otuz iki sancak saydım, hele hele yâr yâr,
Neslihan derler güzelim, adını duydum breh breh,
Gül yüzünü görmeye geldim...

Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Neslihan’a varalım gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Neslihan’a varalım gayri...

Rumeli’nde pek çok gezdim, hele hele yâr yâr,
Tuna boyunda dolandım, hele hele yâr yâr,
Aslıhan derler güzelim, adını duydum breh breh,
Gül yüzünü görmeye geldim...

Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Aslıhan’a varalım gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Aslıhan’a varalım gayri...

Aslıhan’dan Neslihan’dan, hele hele yâr yâr,
Fayda gelmez bey kızından, hele hele yâr yâr,
Barış böyle belledi, bir çaldı binbir söyledi,
Siz de böyle söyleyin haydi...

Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Kendimize varalım gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Kendimize varalım gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Sen bana dön ben sana gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Sen bana dön ben sana gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Evimize dönelim gayri...
Kalk gidelim Küheylan, uçalım gayri oyyy,
Evimize dönelim gayri...

Göl kenarındaki gezintimizi bitirdikten sonra, tekrar şehir merkezine iniyoruz. 4 günlük bütün Balkan gezimizin en önemli dakikaları için: Çay içmeye...

Şehir merkezinde, “Café Regatta” isminde bir café’ye götürüyor bizi, Halil abi. İçeri giriyoruz ve 10 kişi büyükçe bir masaya kuruluyoruz.

O kadar özlemişiz ki çay içmeyi... Balkanlar’a geldiğimizden beri ilk içişimiz olacak bu.

Café’yi Faredin Lusho (= Fahreddin Luşo) adında bir Arnavut çalıştırıyor; fakat işçileri Türk. Patron dükkânda değil, işçiler ilgileniyor bizimle. Çay istiyoruz. Hepimiz çay içiyoruz tabiî ki. Bir değil, iki değil, üç değil, art arda. Kaç bardak çay içtiğimizi hatırlamıyorum (150’den sonra sayamadım). Masanın üzerinde bardak bardak çaylar ve bardakların arasında benim not defterim. Bir yandan notlarımı alıyorum, bir yandan da çay bardağını ağzıma götürüp “Vvvvvvvvvtttt!”; tâ Yunanistan Makedonyası’ndan duyuluyor sesi.

“Struga Şiir Akşamlar”nı bilmem ama, “Ohri Çay Akşamları” bir başka güzel. Tadına doyum olmuyor.

1668 yılında Ohri şehrine gelen ünlü seyyâh Evliya Çelebi’ye burada bol bol hoşaf (hoşav) ikrâm ederler. O, “Seyahatname” adlı güzide eserinin 5. cildinde, Ohri ile ilgili şu satırları kaleme almaktadır: “Sofrada kırk çeşit hoşaf ikram etdüler / Hoşaf içmekten şehîd olayazdım”...

Gerçi bize Ohri’de kimse hoşaf ikrâm etmedi ama bize de bol bol çay ikrâm ettiler. Galiba biz de kendi “Seyahatname”mizde Ohri şehrini anlatırken şu satırları kaleme almalıyız: “Sofrada kırk çeşit çay ikram etdüler / Çay içmekten şehîd olayazdım”...

Ohri Gölü’nü dolduracak kadar çay içtikten sonra kalkıyoruz. Yürümeye devam...

Dışarı çıktığımızda, farklı bir Ohri ile karşılaşıyoruz bu kez. Çünkü etraf, karanlık artık. Gece olmuş.

Voska semtine gidiyoruz. Namaz kılacağız...

Halil İmami abi, bizi “Cami Hajdar Paša” (Haydar Paşa Camiî) adlı camiye götürüyor. Voska semtindeki bu cami, “Goce Delçev Caddesi” adlı cadde üzerinde. Eskiden caddenin ismi de “Voska Caddesi” imiş; değiştirmişler sonradan.

Önce caminin dışarıdan fotoğraflarını çekiyoruz, yolun karşı tarafından bakarak. Sonra sırasıyla abdestlerimizi alıyoruz ve içeriye, mescîde giriyoruz. Cemaat oluşturuyoruz. Mehmet Kâmil Gelgör abimiz o yanık Urfalı sesiyle kamet getiriyor; imâmımız ise Halid Necdet Arslaner ağabey. Akşam ve yatsı namazlarını birlikte, hep beraber edâ ediyoruz.

Bugün ne kadar da ilginç bir gün!?.. Her vaktin namazını ayrı bir şehirde, hatta ayrı ülkede kıldık bugün. Sabah namazını Tiran’da, öğle ve ikindi namazlarını Struga’da, akşam ve yatsı namazlarını da Ohri’de.

Namazlarımızı kıldıktan sonra tekrar dışarı çıkıyoruz. Haydar Paşa Camiî’nin içi de dışı da tertemiz. Makedonya’daki camilerin aslında hepsi de tertemiz; Arnavutluk’takiler de aynı şekilde. Demek ki Balkan Müslümanları bizim gibi “qefçıl” değiller; bunlar temizliğe riâyet ediyorlar. (BALKAN TEZLERİM – TESPİT No: 5)

Haydar Paşa Camiî, 1456 yılında yapılmış. Minareli bir cami. Ohri şehrinde inşâ edilen ilk camidir. Şehrin en eski camisidir. Ayrıca, Voska semtinin de Osmanlı dönemindeki ismi Haydar Paşa idi.

Hem semte hem de camiye ismini veren Haydar Paşa, bu bölgenin ağasıymış.

Ohri şehrindeki ilk cami olan “Haydar Paşa Camiî” (Cami Hajdar Paša)’nin yapılış tarihi 1456; ikinci cami olan “Hacı Turgut Camiî” (Cami Haxhi Durgut)’nin yapılış tarihi ise 1466. Bu da Leskaica semtinde bulunuyor.

İmdi... Size çooooook ama çok ilginç bir soru soracağım.

Hatırlarsanız, bugünkü yolculuğumuza başlamadan önce, bir “sabah jimnastiği” yapmıştık sizinle; başkent Tiran’da. “Seferî” sözcüğünün kökeni, bu sözcüğün nereden geldiği ile ilgili bir “sabah jimnastiği” idi bu. Şimdi de bir “akşam jimnastiği” yapacağız siz kardeşlerimle.

Soru şu: Ohri’deki ilk caminin yapılış tarihi ile ikinci caminin yapılış tarihi arasında neden 10 yıl gibi uzun bir zaman var?

Bu sizce de çok ilginç ve dikkat çekici değil mi sahiden?

600 yıllık bir tarihi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yaptığı savaşları veya barışları, fetihleri veya antlaşmaları, Türkiye’deki bir ilkokul çocuğuna bilse sorsanız, hepsini sayar. Fakat, Osmanlı’nın “çevre düzenlemesi, şehircilik anlayışı, belediyecilik anlayışı, yapı ve imâr anlayışı” gibi yönlerini bilen kaç kişi vardır acaba?

Soruyu tekrar sorayım: Ohri’deki ilk caminin yapılış tarihi ile ikinci caminin yapılış tarihi arasında neden 10 yıl gibi uzun bir zaman var?

Osmanlılar’da şöyle bir uygulama vardı:

Bir şehirde, bir caminin cemaati camiyi tam doldurmadan, o şehirde yeni bir cami yapılmazdı. Yasaktı. Kanunen yasaktı. Ne zamanki caminin cemaati camiye sığmaz oldu, o zaman yeni bir cami yapılırdı o şehirde.

Osmanlı’nın egemen olduğu tüm yerleşim birimlerinde uygulanırdı bu anlayış.

Ne şehircilikten anlayan, ne de “camiî / cemaat” kavramlarının anlam ve fonksiyonlarını bilen Türkiye’deki günümüz muhafazakâr / dînci çevreleri, şimdi buna bakıp da “yoksa Osmanlılar cami düşmanı mıydı?” diye şüpheye düşeceklerdir belki. Ama değil.

Bilâkis, çok şahane ve nefis bir uygulamaydı bu... Bütün şehir halkının namaz için aynı yerde biraraya gelebilmesi, “Allâh’ın evinde” kaynaşıp istişareleşmesi, cemaatin parça parça biribirinden ayrılmaması, “camiî / cemaat” olgularının aslına uygun bir şekilde idame olunması için vardı bu uygulama.

Evliyâ Çelebi’nin 17. yy’a ait “Seyahatname”sinden öğrendiğimize göre, 1668 tarihinde Ohri şehrinde 17 cami ve iki medrese var. İbrahim Sediyani’nin 21. yy’a ait “Seyahatname”sinden öğrendiğimize göre ise, 2010 tarihinde Ohri şehrinde 10 cami ve bir tekke var.

Bunlardan ikisini anlattık; Haydar Paşa Camiî ve Hacı Turgut Camiî... Diğerlerini de anlatayım; yazı bu gece de bitmeyecek nasıl olsa. Cemaat kardeşlerinizin iki satırlık yazısı kadar değeri yok ama olsun, bu gece de uykusuz kalalım:

Ali Paşa Merkez Camiî, Ohri şehrindeki en büyük camidir şu anda. İsminden de anlaşılacağı üzere, şehir merkezindedir. Bu cami, 1573 tarihinde Süleyman Paşa tarafından yapılmış, 1823 tarihinde ise Maraşlı Ali Paşa tarafından restore edilmiştir. Caminin ismine dikkat ederseniz, yapan kişinin değil, restore eden kişinin adını taşıdığını farkedersiniz. Maraşlı Ali Paşa, kurban eti dağıtmak için Maraş’tan buraya gelen bir İHH gönüllüsü değil, Belgrad Veziri’ydi. Cami 20. yy başında bir kez daha restore edildi. Minareliydi ama minaresi savaşta bombardımana hedef olarak yıkıldı. Oldukça heybetli olan bu cami, bir ana kubbe ve revak şeklinde üç kubbeyle çevrilidir. Caminin ana gövdesinin yanısıra bahçesinde çeşme ve abdest almak için şadırvan vardır.

15. veya 16. yy’da yapılan ve aynı şekilde Voska semtinde, Goce Delçev Caddesi ile Haxhi Mustafa (Hacı Mustafa) Caddesi’nin kesiştiği noktada bulunan Kuloğlu Camiî, minareli bir camidir. Caminin mescîdinde aynı anda 80 kişi namaz kılabilmektedir.

Yine 15. veya 16. yy’da yapılan ve Koşişta semtinde, Struga’ya giden yol üzerinde bulunan Haxhi Hamza (Hacı Hamza) Camiî, aynı şekilde minareli bir camidir. Bu cami, daha çok Müslüman Çingeneler tarafından kullanılan bir camidir.

Zeynel Abidin Paşa Camiî ve Tekkesi, 1564 yılında inşâ edildi. İlk başta sadece camiydi. Halvetîlik tarikatının sufî şeyhlerinden olan İranlı derviş Muhammed Hacı Hayatî, 1590 tarihinde camiye bir de tekke ekledi. Kendisi için çok sonraları, 1720 yılında bir türbe inşâ edilmiştir.

Haaa... Bir deee, bir zamanlar Haxhi Kasim (Hacı Kasım) Camiî vardı şehirde... Ohri’nin en büyük camisi idi. Ploştad Sveti Kliment Meydanı’nda, şehir surlarının tam da Su Kapısı’nın olduğu yerdeydi. Minaresiz bir camiydi. 1950’li yıllarda Yugoslavya devletinin (Sırplar’ın) saldırısına uğradı ve yıkıldı. Arsasının üzerinde şu anda parklar, café’ler ve Kliment Ohridski’nin 5 m’lik kocaman heykeli bulunmaktadır.

Voska semtinde, Goce Delçev Caddesi üzerinde bulunan Haydar Paşa Camiî’nde namazlarımızı kıldıktan sonra, gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz...

Şimdi de şehrin tepesine çıkacağız; kaleye... “Balkanlar’ın incisi” Ohri’ye bir de üstten bakacağız...

Oraya çıkarken, Eski Şehir’den geçiyoruz; Eskişehir’den... Ohri’nin en eski semti, en eski yerleşimi..

Eski Şehir, çok daha başka bir semt... Her mahallesi, her sokağı değil, her taşı, her çakılı, her karış toprağı tarih ve kültür kokan bir semt...

Tıpkı bir Anadolu kasabasını andırıyor burası... Tepelik bir yerde kurulu semtte Safranbolu tipi evler, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, 11. yy’dan kalma kiliseler, 17. yy’dan kalma camiler... Tarih ve kültür meraklıları için, bir açıkhava müzesi burası... Olağanüstü.

Semtteki kiliselerden özellikle ikisi, çok ilginç bir geçmişe sahip oldukları için, bahsetmeden geçmek olmaz: Sveti Bogorodica Bolniça ve Sveti Nikola Bolniçki, bu iki kilise, geçmişte hastane olarak kullanılıyordu.

“Bunun neresi ilginç?” deyişinizi duyar gibiyim! Fakat durun, daha sözümü bitirmedim ki... Sebebini biliyor musunuz? Bu iki kilise neden eskiden hastaneydi, asıl can alıcı soru da, şehir merkezinden uzakta, şehre yüksekten bakan bu uzak tepede hastanenin işi neydi? Hem de iki tane...

Eskiden, Ohri’ye gelen denizciler, şehre girmeden önce bu tepedeki iki hastanede tam 40 gün boyunca karantina altına alınıyorlardı. Uzaktan gelen yabancı denizciler, öyle elini kolunu sallaya salllaya şehre giremezdi. Sokmuyorlardı şehre. Bu hastanelerde 40 gün karantina altına alındıktan sonra ancak girebiliyorlardı şehre.

Aynı uygulama insanî yardım gönüllülerine yapılmadığı için, biz elimizi kolumuzu sallayarak geziyoruz tabiî ki.

Eski Şehir semtinde, King Samuel Sokağı’ndayız şimdi... Bu sokağı görmeden Ohri’yi görmüş olunmaz; anlatmadan da Ohri’yi anlatmış olunmaz...

King Samuel Sokağı’nda bol bol hatırâ fotoğrafı çekiyoruz.. Bir de siyâh, sevimli bir köpek eşlik ediyor bize bu sokakta. Fakat ayrılmıyor da ondan sonra bizden. Biz Ohri’den ayrılana kadar o da bizden ayrılmıyor. Her yere bizimle geliyor. Olduk 11 kişi yani, anlayacağınız. “Qıtmîr”imiz de var artık! “Onları Sevmekle Başlar Herşey” (www.ceylanpinari.com)

Fotoğraf çekerken, hemen arkamızda üç katlı ahşap bir bina: Ohri Şehir Müzesi. Binanın mülkiyeti Robevi ve Urania ailelerine ait. Eskiden Robevi Ailesi Toplum Merkezi imiş; şimdi ise Ohri Şehir Müzesi. Makedonca ismi “Naroden Muzej” (Ulusal Müze) bu binanın. Fakat halk dilinde, “Ohri Şehir Müzesi”.

Robevi ailesi, tüm Makedonya çapında oldukça ünlü ve varlıklı bir aile. Aralarında ne tür önemli şahsiyetlerin çıktığını görmek için, gezimizin 16. bölümüne, “Ohri’den çıkan önemli şahsiyetler” kısmına bakabilirsiniz.

Bu bina, Ohri şehrindeki en eski binadır. Yıllar içinde sürekli restore edilmiş, şekli değişime uğramıştır. Şu anki hali, 19. yy Makedonya mimarîsinin en güzel örneklerinden biridir. İçinde etnografik ve arkeolojik eserler var. Bölgenin Ortaçağ’da kullanılan paraları ve antik eserler sergileniyor. Binanın içinde tam 9 bin parça antik eser var.

Şu anda bulunduğumuz ve size anlattığım King Samuel Sokağı’nın çok ilginç bir özelliği daha var. Duyunca sizin de şaşıracağınız bir özellik: Bu sokak, televizyon ekranlarında oynayan ve hepinizin çok yakından tanıdığı “Elvedâ Rumeli” dizisinin çekildiği sokaktır.

Adam Film yapımı olan ve ATV ekrânlarında severek ve ilgiyle takip ettiğiniz “Elvedâ Rumeli” dizisi, işte bu sokakta çekildi. Dizi, 20 Eylül 2007 – 19 Ekim 2009 tarihleri arasında, tam iki yıl boyunca televizyon ekrânlarında yayınlandı. Toplam 83 bölüm sürdü. Fakat itiraf edeyim, tek bölümünü bile seyretmedim. Ancak sağdan soldan çok duydum methini.

Biz 10 arkadaş, pardon 11 arkadaş, tepeye doğru yürümeye devam ediyoruz. Biraz sonra da, çıkıyoruz oraya...

Ohri avuçlarımızın içinde. Şehre üstten bakıyoruz; her tarafını aynı anda görebiliyoruz. Ne güzel!..

Tepede iki tane kilise var. Gösterişsiz, ama heybetli ikisi de. Johann Bogoslav Kilisesi ve Sveti Naum Kilisesi... Neden bilmem ama, bu kiliseler biraz garip geliyor insana. Kiliseden çok, “Harry Potter” türü gizemli bir şato sanki...

Bunlardan Sveti Naum Kilisesi, zaten artık kilise bile sayılmaz; otel olarak kullanılıyor bugün. Geceliği 37 Avro (Euro). Otelde kalanlar arasında, Türkiye’den işadamı Rahmi Koç gibi isimler de var.

Aşağıya inmek için yürümeye başlıyoruz tekrar. Hepimiz keyif alıyoruz yürüyüşten ama en büyük keyfi, köpeğimiz Qıtmîr alıyor. Qıtmîr grubun bir en önünde, bir en arkasında, bir ortasında. Gün onun günü. Sanırım aynı anda bu kadar çok arkadaşı daha önce hiç olmamıştı.

Geri dönmek için yürüyoruz bu kez. Şehir içine, minibüsümüzün yanına varıyoruz. Arabanın kapılarını açıp sırayla binmeye başlayınca özellikle dikkat ediyorum; içi gidiyor Qıtmîr’in. Anlıyor gideceğimizi, ayrılacağımızı. Onu kendi yalnızlığına terkedip bırakacağımızı. Üzülüyor.

Edebiyât değil, mecâz değil; gerçekten üzülüyor. Hüzünle seyrediyor arabaya binişimizi. İçim gidiyor resmen ona baktığımda. “Dost” o çünkü; dostumuz. Gerçek bir dost... Muhatabının yüzüne gülüp kardeşlikten bahseden ama içinden dilinden, ırkından bile rahatsız olan iki ayaklı ve iki yüzlü insanoğlu gibi değil o. Gerçek dost. (BALKAN TEZLERİM – TESPİT No: 6)

Minibüsümüz hareket ediyor. Birkaç dakika içinde yeniden Struga’ya dönüyoruz. Direk JNA Caddesi üzerindeki Halvetî – Hayatî Hasan Baba Tekkesi’ne sürüyoruz arabayı.

Halil İmami ağabeyi tekkeye bırakıyoruz ve kendisinden hatır istiyoruz. Bizi tekkeye çay içmeye dâvet ediyor; semaver çayı hem de. Fakat vakit çok geç. Daha bu gece Tiran’a kadar yolumuz var; yarın da memleketlerimize...

Struga’dan ayrılıyor ve sabah yola verip gündüz gözüyle geldiğimiz aynı yolu, bu kez gece karanlığında geri dönüyoruz. Evimiz çok uzakta; tâ Tiran’da...

Geceyarısı anca varıyoruz Arnavutluk’un başkenti Tiran’a...

Bardhok Biba Caddesi üzerinde bulunan otelimizin, Hotel Arbër’in önünde park ediyoruz minibüsü. Hiç oyalanmıyoruz; hemen odalarımıza, yatmaya.

Odam kapkaranlık. Işığı kapatıp yatağa girmişim ama, gözlerim hâlâ açık. O kadar güzel bir günü geride bıraktım ki, hemen gelmiyor uyku.

Karanlığa bakıp düşünüyorum. Hiç farkında bile değilim; dudaklarım kendi kendine kıpırdıyor:

“Ben seni çok sevdim be Ohri... Çok sevdim seni.. Çoook, çok...”

Ohri yatırmıyor beni. Meğerse, dönerken, orda bırakıp gelmemişim buralara. Gelirken, Ohri’yi de içimde saklayıp getirmişim.

Biraz sonra kapanıyor gözkapaklarım. İkisi de.

Fazlasıyla hakkettiler bunu. Bu gece uyku, anne sütü gibi helâldir gözlerime. Bugün çok şey gördüler, çok şeye baktılar.

Her gören bakmaz, her bakan da görmez.

Bakmak ZERAFET’tir, görmek MAHARET.

Baktığını görebilmek BASİRET’tir, gördüğüne bakabilmek FERASET.

Bakmak istediğin şekilde görebilmek MÂRİFET’tir, görmek istediğin şekilde bakabilmek ise, SAN’ÂT.

BALKAN TEZLERİM – TESPİT No: 7.

 

sediyani@gmail.com

 

  

Yorumlar