Mbroje atdhenë si shqipja folenë.
(Kartalın yuvasını koruduğu gibi vatanını koru.)
Arnavut atasözü
Bu sabah odamdaki telefon her günkü gibi saat 04:00’te değil, iki saat kadar geç, 06:00 sularında çaldı. Artık ne iş ne gezme, yapacak hiçbir şeyimiz kalmadığı ve bugün de memleketlerimize geri döneceğimiz için, resepsiyondan biraz geç aramışlardı uyandırmak için.
Hemen uyandım ve suyla bir güzel abdestimi aldıktan sonra, seccade niyetine kullandığım beyaz örtüyü yere serip Balkanlar’daki son sabah namazımı kıldım.
Namazdan sonra Balkanlar’daki son kahvaltımı yapmak üzere asansörle aşağıya, otelin kahvaltı odasına indim.
19 KASIM: ARNAVUTLUK – SLOVENYA – ALMANYA
Arnavutluk’taki bu 4. ve son sabahımız, ilk üç sabahtan farklı başlamıştı: İlk üç günün sabahında saat 04:00’te uyanmıştık, bu son günün sabahında saat 06:00’da. İlk üç günün sabahında önce kahvaltılarımızı yapıp ondan sonra sabah namazını kılmıştık, bu son günün sabahında önce namaz sonra kahvaltı.
Ancak bu son günün sabahında da aynı olan, hiç değişmeyen bir şey vardı: Her zamanki gibi kahvaltı odasına en son inen kişi ben olmuştum. Aşağı indiğimde, bütün arkadaşlarımı masada kahvaltılarını yaparken buldum.
Bir de, “Ooo, beyefendi uyandılar mı?” diye laf çakmazlar mı? Yaw arkadaş, ben mi çok yavaşım yoksa onlar mı çok hızlı, anlayamadım gitti. Hayır yani, telefon çalar çalmaz uyanıyorum; hemen kalkıp aşağı iniyorum; bakıyorum onlar kahvaltıyı yarılamış bile. Bu nasıl iş, çözemedim vallâh. Bu adamlar sabaha kadar yatmadan mı bekliyorlar, namazı sadece bir rekât mı kılıyorlar, yoksa kahvaltı esnasında sohbet ederlerken “Ula İbrahim’i unuttuk” deyip ondan sonra mı beni arayıp uyandırıyorlar? Gerçi tamam, kabul, gece üstümü değiştirirken kazağımı, gömleğimi, pantolonumu, çoraplarımı, her birini bir tarafa fırlattığım için sabah onların yerlerini bulmam biraz vakit alıyor ama olsun, yine de bu kadar çok zaman farkı olmaması lazım.
Kahvaltılarımızı yaptıktan sonra otelin locasına çıktık ve orda da biraz oturup bir fincan sıcak süt (buranın kahvesini içemiyoruz; zehir gibi bişey) içtikten sonra yavaş yavaş ayaklanıyoruz. Yürüyerek vakfa gideceğiz.
“Rruga e Bardhok Biba” (Bardhok Biba Caddesi) üzerinde bulunan Hotel Arbër ile “Rruga e Barrikadave” (Barikatlar Caddesi) üzerinde bulunan ve kısa adı ALSAR olan “Alternativa e së Ardhmes” (Geleceğin Alternatifi) adlı vakıf arasındaki mesafe fazla değildi; yürüyerek 10 dakikada gidiliyordu. İki yol arasında üçüncü bir yol bile yok; arada sadece bir pasaj var; alışveriş pasajı. O pasajın bir tarafından girip öbür tarafından çıkmanız gerekiyor yalnızca; bu yoldan o yola gitmeniz için.
Pasajın içindeki dükkânlar da ilginç: “Shtepia e Libit” adlı bir hediyelik eşya dükkânı. “Libit”, bildiğiniz “Libya”. Dükkânın ismi olan “Shtepia e Libit”, Arnavutça’da “Libya Evi” demek. Oryantal eşyalar satıyor. Onun yanında küçük bir lokanta. Lokantanın yanında “Gelato di Teuta” adlı dondurma dükkânı. “Gelato”, İtalyanca’da “dondurma” demek. Avrupa’da bu işi en iyi yapanlar zaten İtalyanlar; daha doğrusu, pek kimse bunu bilmez ama aslında İtalyanlar değil, Venedikliler ve Sicilyalılar. Pasajın içindeki en önemli dükkân, “Galeria Tirana”; burda markalı kıyafetler, çanta ve ayakkabılar satılıyor ve oldukça büyük. (MERAKLI OKUYUCULARIMIZ İÇİN ÇOK İLGİNÇ BİR BİLGİ NOTU: Arapça kökenli olan “eşya” sözcüğünün, “şey” sözcüğünün çoğulu olduğunu biliyor muydunuz? Kökeni “şin – Ş” ve “yê – Y” harfleridir. Yani “eşya”, aslında “şeyler” demek. Biz “eşyalar” dediğimizde aslında yanlış bir kullanımda bulunuyoruz; çünkü “eşya” zaten çoğul bir sözcüktür, “şey” sözcüğünün çoğuludur.)
Birkaç dakika içinde vakıftayız. Vakfa girer girmez hepimiz fotoğraf mâkinalarımızın çipslerini çıkarıyoruz ve bir bilgisayarın başında toplanıyoruz. Bilgisayarda bir dosya açıyoruz. Herkes kendi çektiği fotoğrafları bu dosyaya kaydedecek. Böylece çekilen bütün fotoğraflar bir dosyada toplanacak. Sonra sırayla herkes, tüm fotoğrafları kendi stikine kaydedip alacak. Bu şekilde herkes, sadece kendi çektiklerine değil, dört gün boyunca çekilen tüm fotoğraflara sahip olmuş olacak. İşlem biraz uzun sürüyor ama oldukça keyifli. Zirâ bir yandan da fotoğraflarımıza bakıyoruz bilgisayar ekrânından. (Söylemeye gerek yok tabiî; en yakışıklı ben çıkmışım)
Bu işlem de bittikten sonra ALSAR Başkanı Mehdi Gurra’nın odasına geçiyoruz. Bugün ayrılık günü olduğu için, bir “vedâ seansı” yapılacak. Önce, Mehdi Gurra bir “Ulusa Sesleniş” konuşması yapıyor.
Duygusal anlar yaşanıyor. Kolay değil tabiî. Her ne kadar sadece dört gün birlikte olduksa da, Arnavutluk’taki kardeşlerimizle o kadar kaynaşmış ve içimiz ısınmış ki, ayrılık çok zor geliyor insana. Bu insanları ve bu toprakları hep özleyeceğiz.
Biribirlerini daha önce hiç tanımayan ve aralarında akrabalık veya yakınlık da bulunmayan, hatta etnik – kavmî bir bağ bile olmayan bir avuç insanı böyle öz kardeş gibi biribirine bağlayan ve ısındıran güçten Allâh bizleri hiçbir zaman mahrum etmesin. Bunu dünyada başarabilen tek güç vardır ve o gücün de sadece bir adı vardır: İslam.
Çünkü İSLAM, bilge insan Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “Güzel ve asil olan herşeyin diğer adı, dünyadaki TÜM HALKLAR İÇİN daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, insanlar için ONURLU VE ÖZGÜR BİR HAYATIN, kısacası, UĞRUNDA YAŞAMAYA DEĞER OLAN HERŞEYİN DİĞER ADIDIR.”
ALSAR Vakfı Başkanı Mehdi Gurra’nın vedâ ve teşekkür konuşması içten, duygusal ve bir o kadar da etkileyici. Hepimiz hislenerek dinliyoruz.
Konuşma bittikten sonra sıra plaket takdimine geliyor. Merkezi Arnavutluk’un başkenti Tiran’da bulunan ALSAR Vakfı tarafından, merkezi İstanbul’da bulunan İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsanî Yardım Vakfı ile merkezi Almanya’nın Köln (Kolonya) şehrinde bulunan Weltweiter Einsatz für Arme (Fâkirler İçin Dünya Çapında Girişim – WEFA)’ye plaket takdim edilecek.
Önce İHH’nın plaketi veriliyor. Mehdi Gurra, İHH adına plaketi Halid Necdet Arslaner ve Mehmet Kâmil Gelgör’e takdim ediyor. Halid abi ve Kâmil abi, plaketi alınca bir daha Mehdi’ye sarılıp kucaklaşıyorlar. Yine duygusal sahneler.
Daha sonra toplu olarak yapılıyor bu sıcak seramoni: ALSAR’dan Mehdi Gurra, Saimir Rusheku, Genc Aga, Fatmir Isufi ve Xheladin Hajrullah, İHH’dan ise Halid Necdet Arslaner, Mehmet Kâmil Gelgör, Murat Kantarcı, Muhammed Emin Sarac, Fatih Sinan ve Muhammed Hamza Arslan; sırayla hepsine teşekkür edilip, tebrikler sunuluyor.
WEFA’nın plaketi de bana veriliyor. Mehdi Gurra WEFA’nın plaketini bana takdim ederken, qay heyvan değilim ya, ben de duygusal anlar yaşıyorum haliyle. Plaket takdiminden sonra ALSAR görevlileri benimle de sarılıp kucaklaşıyorlar ve Arnavutluk’a yaptığım üstün hizmetlerden dolayı tebrik ediyorlar.
Hz. Adem ve Hz. Havva’dan dolayı akraba olduğum Mehdi Gurra’nın (Bkz. Gezinin 2. bölümü) elinden plaketi alınca şöyle bir bakıp inceledim. Plaketin ön tarafına, arka tarafına, sağına soluna bakıyorum; yok, yok! Hiçbir yerde ismim yazılmamış! Sadece WEFA’nın ismi var. Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl; hemen itiraz ediyorum:
- Mehdi abê! Plaketin üzerinde benim ismim niye yok?
- Yaw İbrahim abê, ne diyon, ne ismi? WEFA yazıyor ya...
- Onu biz de görduh heraal... Ama benim ismim yok!
- Ya abicim, İHH’nın plaketinde de isim yazmıyor.
- Abi İHH’nın plaketinden bana ne? Ben kendi plaketimde ismimi isterim...
- Allâhumme selli ala seyyîdina... Yaw İbrahim, dün sen Makedonya’daydın diye burda kafam o kadar rahattı ki...
- ?!...
- Biz plaketlerin üzerine sadece kuruluşların ismini yazdık. Sor bi niye?
- Niye?
- Çünkü biz sizin isimlerinizi, senin, Halid abinin, Kâmil abinin, hepinizin ismini kalbimize yazmışız.
- Hah tamam, şimdi oldu o zaman!... Şunu başından söylesene be şeker kardeşim, “Gözlerun Karayemiş” abicim, “Melyatun Deresi’nde yakalandum çiseye / Nazar boncuği olsam giyduğun elbiseye / Kar yağar azar azar, burnumda tüter Pazar / Ne söylesak boşina, nazar olmişik nazar”...
Plaket takdiminden sonra sıra hediyelerin takdimine geliyor. Mehdi Gurra bize, üzerinde Tiran’ın resmi bulunan ve “Tirana” yazan tahta bir tabak hediye ediyor; evimizin duvarına asmamız için. Hepimiz için bir tane almış. (Çok gezdirdi de sanki Tiran’da; tabakla kandırmaya çalışıyor bizi)
Fakat en son takdim ettiği hediye, tek kelimeyle muhteşem! Hepimiz için bir tüm yaş pasta yaptırıp paketlemiş. Hemi de kirazlı haaa; nazlı, işveli ve albenili, kırmızı ve “al” benili... Bu süperdi işte! Vallâh ye ye bitmez; bir haftada anca bitiririm bu pastayı. Gerçi bunu uçakla götürmek biraz sıkıntılı olacak, bagaja atamam, Almanya’ya kadar mecbur yanımda ve hem de el üstünde dikkatli bir şekilde taşımam gerekecek ama olsun, böyle bir pasta için bu zahmete değer.
Süpersin Mehdi abê; sen bir fenomensin! Pastadan dolayı bu günü “bayram” ilân ediyoruz. Bundan sonra her 19 Kasım gününü “Mehdi Gurra’yı Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlayacağız.
Üzerinde “Tirana” yazan tahta tabağımızı ve üzerinde “Al Beni” yazan albenili yaş pastamızı aldıktan sonra, yanımıza Xheladin’i alıp dışarı çıkıyoruz tekrar. Daha Tiran’ı doğru dürüst görmemiştik; şöyle bir – iki saat gezeceğiz şehri. Ne de olsa fotoğrafını evimize asacağız; kendisini görmeden mi dönelim yani? Nêrde kaldı seyyâhlığımız, nêrde kaldı araştırmacı yazarlığımız? FK Ohrid, Dinamo Tiran karşısında 4 – 0 önde şu anda; hiç olmazsa bir “şeref golü” olsun garibim Tiran’ın.
Hem Tiran dediğin ne ki? Yarım saatte her tarafını gezersin. Diyarbakır’ın Piran’ı, hatta Gümüşhane’nin Şiran’ı bile daha büyük!
Tiran’ın nüfûsunun kâğıt üzerinde 1 milyon diye geçmesi oldukça şaşırtıcı doğrusu. Sanki 150 – 200 bin kişilik bir şehir. Nerde bu kadar insan? Geri kalan 800 bin kişi yeraltındaki “bunker”lerde kalıyor da ben mi göremiyorum; anlamadım gitti vallâh... Nüfûs, 1 milyon! Tüm Arnavutluk’un üçte biri bu şehirde yaşıyor, sözde (Arnavutluk’un toplam nüfûsu 3 milyon 195 bin). Tıpkı İstanbul veya Atina gibi yani (Türkiye nüfûsunun beşte biri İstanbul’da yaşar. Yunanistan nüfûsunun üçte biri Atina’da yaşar.).
Her neyse, başlıyoruz Skënderbeu (İskender Bey) heykelinin etrafında birkaç tur atmaya. Tiran’ı da Ohri gibi anlatmazsam, bana da “Brëhimbeu” demesinler!...
Arnavutluk’un başkenti Tiran, benim şu ana kadar dünya üzerinde gördüğüm 15. başkent oldu. Şimdiye dek şu başkentleri görmek nasib oldu bana: Ankara (Türkiye), Ljubljana (Slovenya), Zagreb (Hırvatistan), Belgrad (Sırbistan), Sofya (Bulgaristan), Berlin (Almanya), Lüksemburg (Lüksemburg), Amsterdam (Hollanda), Vaduz (Liechtenstein), Brüksel (Belçika), İslamâbâd (Pakistan), Kahire (Mısır), Paris (Fransa), Tel Aviv (İsrail) ve Tiran (Arnavutluk).
Deniz seviyesinin 110 m yükseğinde kurulmuş bir yerleşim birimi olan Tiran, 41, 8 km²’lik bir alanı kapsayan bir şehir olup, trafik plaka remzi TR’dir. Aynı adlı ilin, Tiran İli (Arn. Qarku i Tiranës)’nin merkezidir. Kent, Kruja Sıradağları’na ait 1611 m yüksekliğindeki Dajti Dağı (Arn. Mali i Dajtit)’nın güney eteklerinde kurulmuştur ki, bu dağ, bayram namazından sonra, yemyeşil ve göz alıcı güzellikteki eteklerinde gümüşî gümüşî akan Erzeni Nehri (Arn. Lumi i Erzenit) kıyısında kurbanlarımızı kestiğimiz dağdır. (Bkz. Gezinin 5. bölümü)
Tiran’ın nüfûsu, şehir merkezi için 624 bin 642, çevre köyleriyle birlikte 895 bin 42 olarak geçiyor. Km² başına 14 bin 944 kişi düşer. Tüm Arnavutluk’un üçte biri bu şehirde yaşıyor (Arnavutluk’un toplam nüfûsu 3 milyon 195 bin). Ülkenin hem başkenti, hem de siyasî, iktisadî, kültürel ve akademik merkezidir. Arnavutluk’un kalbi burada atar.
Arnavutluk’un başkenti Tiran, ülkenin en büyük şehridir. Balkan coğrafyasının ise en büyük 8. şehridir. Tüm Avrupa kıt’âsında ise büyüklük bakımından 58. sıradadır.
Balkanlar’ın en büyük 10 şehri şunlardır:
1. İstanbul → nüfûs 13 milyon 255 bin 685 → Türkiye (İstanbul’un sadece Avrupa, yani Rumeli yakası Balkanlar’a aittir. Bu da 8 milyon 571 bin 374 kişilik bir nüfûsa tekabül eder ki, bununla bile İstanbul “Balkanlar’ın en büyük şehri” olma özelliğini yine korumaktadır.)
2. Atina → nüfûs 3 milyon 361 bin 806 → Yunanistan
3. Bucureşti (Bükreş) → nüfûs 2 milyon 151 bin 880 → Romanya
4. Beograd (Belgrad) → nüfûs 1 milyon 621 bin 396 → Sırbistan
5. Sofiya (Sofya) → nüfûs 1 milyon 237 bin 891 → Bulgaristan
6. Zagreb → nüfûs 1 milyon 106 bin → Hırvatistan
7. Thessaloníki (Selanik) → nüfûs 947 bin 931 → Yunanistan
8. Tirana (Tiran) → nüfûs 895 bin 42 → Arnavutluk
9. Prishtinë (Priştina) → nüfûs 550 bin → Kosova
10. Skopye (Üsküp) → nüfûs 506 bin 926 → Makedonya
(NOT: Listedeki tüm şehirler orijinal isimleriyle verilmiştir. Parantez içinde yazdıklarım ise, o şehirlerin Türkçe isimleridir... Yukarıdaki listede de rahatlıkla müşahade edeceğiniz üzere, İstanbul, eğer şehrin tamamını baz alırsak “Balkanlar’da 10 milyon barajını aşan tek şehir”, yok eğer sadece Rumeli yakasını baz alırsak “Balkanlar’da 5 milyon barajını aşan tek şehir” durumundadır. Balkanlar’ın en büyük şehri olan İstanbul, aynı zamanda tüm Avrupa kıt’âsının da en büyük şehridir. Yani Avrupa’nın en büyük metropolü, Avrupa’nın bittiği noktadadır. Aynı İstanbul, tüm Asya kıt’âsının en büyük 7. şehri, tüm dünyanın ise en büyük 11. şehridir. Yine yukarıdaki listeyi dikkatle incelersek: Balkanlar’da 3 milyon barajını aşan sadece 2 şehir, 1 milyon barajını aşan sadece 6 şehir, 500 bin barajını aşan ise sadece 10 şehir vardır; zira Balkanlar’ın en büyük 11. şehri olan Bulgaristan’ın Filibe şehrinin nüfûsu sadece 381 bin 110’dur... Bir de unutmadan, İstanbul’un nüfûsunu hesaplarken sizi de saydım haa, ona göre. Sağda solda “Bizi saymadı” deyip bana iftira atmayın! Ayrıca bu kıyağımı da unutmayın!)
Arnavutluk’un başkenti Tiran, Arnavutça’da “Njësia Bashkiake” olarak adlandırılan 11 semte ayrılmıştır. Bu semtler şunlardır: Ali Demi (nüfûs 70 bin), Mujosi (nüfûs 85 bin), Xhamlliku (nüfûs 32 bin), Babrrujë (nüfûs 56 bin), Tirana e re (nüfûs 54 bin), Kombinati (nüfûs 46 bin), Bam (nüfûs 46 bin), Allias (nüfûs 35 bin), Stacioni (nüfûs 41 bin), Qendra (nüfûs 24 bin) ve Lapraka (nüfûs 54 bin).
Nüfûs Dairesi (Arn. Gjendje Civile) tarafından açıklanan en son rakamlara göre, Tiran’ın 895 bin 42 olan toplam nüfûsunun % 50, 2’si bayan, % 49, 8’i ise erkektir. Bu da neredeyse tam tamına “yarı yarıya” anlamına gelmektedir.
Makedonya ve Arnavutluk komşu olmalarına rağmen, şu anki sosyo – siyasal durumları ve karşı karşıya oldukları sorunlar biribirinden tamamen farklıdır. Elbette her bölgenin, her coğrafyanın kendine özgü sorunları olduğu gibi, her etnik veya dînî grubun da kendine ait sorunları olabilir. Ortadoğu’nun kendine ait meseleleri vardır, Kafkasya’nın kendine ait meseleleri vardır, Balkanlar’ın kendine ait meseleleri vardır. Balkan coğrafyasındaki tüm ülke ve halkların ortak meseleleri olduğu gibi, her ülkenin kendine özgü meseleleri de olabilir. Bir ülkedeki tüm halkın karşı karşıya kaldığı ortak meseleler olduğu gibi, o ülkedeki her etnik grubun da sadece kendisine özgü ayrı meseleri de olabilir. Bu, etnik – dînî kimlikten kaynaklanan bir durumdur ve normal karşılanmalıdır. Ülkedeki tüm nüfûsun hem ortak meseleleri vardır, hem de her kesimin kendine özgü meseleleri vardır. Bu gayet tabiî ve normal bir durumdur. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Müslüm Gürses’in “Meselem” şarkısını dinleyebilirsiniz)
Arnavut halkı, Toska ve Gega olmak üzere iki kola ayrılır; Arnavutça da Toska ve Gega lehçesi olmak üzere iki lehçeye. Bir Arnavut atasözünde bu durum, “Tosk e Gegë – Pemë nga një degë” (Toska ve Gega – İkisi bir ağacın dalları) şeklinde ifade edilir. Başkent Tiran, henüz küçük bir şehir olduğu zamanlarda güney Gega lehçesinin konuşulduğu bir yerleşim birimiydi. Fakat geliştikçe ve çevre bölgelerden göç aldıkça “metropol” kimliğine uygun olarak farklı lehçe ve hatta farklı dillerin de konuşulduğu bir kente büründü. Tiran’da şu anda ağırlıklı olarak Gega Arnavutçası, bunun yanında Toska Arnavutçası da konuşulur. Bununla birlikte Arnavut olmayan azınlıklar da vardır şehirde. Arnavut olmayan Tiranlılar arasında en kalabalık grubu Çingeneler oluşturur. Onları sırasıyla Yunanlar ve Ulahlar takip eder.
Arnavutluk ve Tiran’ın etnik – kavmî demografisini çıkarmak bu kadar kolay olmasına rağmen, dînî – mezhebî demografisini çıkarmak oldukça güç ve hatta imkânsız bir iştir. Bunun sebebi, ülkenin Enver Hoxha (Enver Hoca) ve Komünizm döneminde maruz kaldığı “dînsizleştirme” politikası ve şehir nüfûsunun önemli bir kısmının ateist olmasıdır. (Enver Hoxha döneminde “Lufta Kundër Zakoneve Parapanike” [Çağdışı Uygulamalara Karşı Savaş] adlı kültür (!) programı çerçevesinde yürütülen dînsizleştirme politikası ve özellikle İslam düşmanlığı hakkında bkz. Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri – 4)
Müslüman bir ülke olan Arnavutluk’un başkenti, Müslümanlar tarafından kurulan Tiran şehri, yüzyıllar boyunca bir “İslam şehri” olarak dünya haritasında varlık gösterdi. Ki, - inşallâh - hâlâ da öyledir ve öyle kalacaktır ancak, Tiran başta olmak üzere tüm Arnavutluk, Komüzmin’in yıkıldığı 1991 yılından bu yana yoğun bir “Hristiyanlaştırma” çabalarına maruz kalmıştır ve halihazırda sistematik bir misyoner akınına uğramış durumdadır. Öyle ki, Arnavutluk’un şu anda karşı karşıya olduğu bu tehlikeyi bir yüzyıl öncesine kadar Afrika’da Beyaz Adam tarafından sistematik bir şekilde uygulamaya konan misyonerlik faaliyetleriyle kıyaslamak mümkündür. (Arnavutluk’taki misyonerlik faaliyetleri ve buradaki tüm misyoner kuruluşlarının nasıl çalıştıkları hakkında bkz. Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri – 12)
Nitekim Tiran, şu anda bir Müslüman şehir görüntüsünden oldukça uzak; sanki bir Hristiyan şehri. Eczanelerin logaları bile HAÇ, inanabiliyor musunuz? Müslüman bir ülkenin Kızılay’ı değil, Kızılhaç’ı var; düşünün yani! Sokaklarında tesettürlü bir bayan görmek nerdeyse imkânsız.
Tiran’da “Müslümanlar” hâlâ çoğunluktadır. Ayrıca Tiran, “Dünya Bektaşîlik Merkezi”dir.
Tiran her ne kadar Arnavutluk’un başkenti ve en büyük şehri ise de, tarihi o kadar da eski değildir. Osmanlılar zamanında, Arnavut bir paşa olan Sulejman Bargjini (Süleyman Bargyini) Paşa tarafından 1614 tarihinde küçük bir köy olarak kurulmuştur. Şehir, üç sene sonra, 2014 yılında 400 yaşına girecektir. (1974 doğumlu “can dostum güzel insan, sponsorum” Mehdi Gurra abê de aynı yıl bu rakamın onda birine, 40 yaşına girecektir. Arnavutluk’un 1912 tarihinde kazandığı bağımsızlık ise, gelecek yıl, 2012’de 100 yaşına girecektir. 2013’te başkenti Gümülcine olan Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’nin yıkılışının 100. yıldönümü Yunanistan’da Yunan bayraklarıyla coşku içinde kutlanırken, aynı yıl içinde Selanik kökenli İttihat – Terakki’nin İstanbul’da “Bâb-ı Ali Baskını” denen askerî darbeyi gerçekleştirip yönetime el koymasının 100. yıldönümü de Türkiye’de Türk bayraklarıyla coşku içinde kutlanacaktır. 2015’te ise Kayserispor veya Gaziantepspor şampiyon olacak, 2016’da Elâzığspor ve Malatyaspor Süper Lig’e çıkacaktır. Aynı yıl içinde Türkiye’de genel seçimler yapılacak, seçim öncesinde Devlet Başkanı Tayyip Erdoğan memleketi il il dolaşıp “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü sevecek”, bu sevgisini ise takım elbisenin altına bordo – mavi gömlek ve kravat giyerken kafasına da sarı – lâcivert şapka takıp boynuna sarı – kırmızı atkı asarak ve AK Parti’ye yönelik tüm eleştirilere “siyâh – beyaz gözlükle” bakarak gösterecektir. Seçimde AK Parti en yüksek oyu Tekirdağ’dan, CHP en yüksek oyu Dersim’den, MHP en yüksek oyu Van’dan, BDP de en yüksek oyu İzmir’den alacak, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin mitingi Hakkari’de BDP’li kalabalık tarafından coşkuyla karşılanacaktır. 2017’de Sovyet Kızıl Devrimi 100 yaşına girecek, Türk Solu ile Kürt Solu elele tutuşup Atatürk heykeli orda olduğu için Taksim Meydanı’nda resmî geçit yapacaktır. Bu geçit esnasında çevredeki dükkânların camları taşlanıp kırılacak, çevre binaların balkonundan yan bakan veya mânâlı mânâlı bakan olursa binalara molotof kokteyli atılacak, ordan geçen araçlar ateşe verilip halk türküleri eşliğinde ateşin üstünden atlanacak, bu arada “Laiklik konusunda TSK ile aynı hassasiyetlere sahibiz” mesajı verilecektir. Bu gösteride Türk Solu sadece emekli generallerin ve Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının konuştuğu Türkçe pankartlar taşırken, Kürt Solu da her iki harften birinin üstünde şapka işareti bulunan, değil okuması, bakması bile insanın göz zevkini bozan, estetik yoksunu bir alfabeyle yazılmış Kürtçe pankartlar taşıyacaktır. 2018 Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 100. yıldönümü olduğu için “Barış Yılı” ilân edilecek, bunu ilân eden ABD barışı korumak için birkaç ülkeyi daha işgal edecek, NATO sivillerin üzerine bomba yağdırıp yüzlerce insanı katledecek, bu katliâmı Beyaz Saray’dan önce Çankaya sevinçle karşılayacak, bu arada Pennsylvania’dan barış içerikli cici mesajlar gelecektir. 2019’da birileri yine Samsun’dan güneş gibi doğarken devlet Sivas ve Erzurum’da temsilî, Ordu ve Giresun’da hamsili kongreler yapacaktır. Aynı yıl Hatay’ın kurtuluşunun 80. yıldönümü kutlanacak, bu kutlamalarda üç semavî dîni temsilen imâmlar, papazlar ve keşişler protokolün en ön sırasında oturtulacak, bu arada Pennsylvania’dan “dînlerarası diyalog” mesajları gelecek, mesajdan oldukça etkilenen Bülent Arınç gözyaşlarını tutamayıp hüngür hüngür ağlayacak, Pennsylvania’nın etkisiyle hidayete eren Deniz Baykal ise bundan sonra periyodik olarak Cuma günleri Cuma namazına, Cumartesi günleri sinagoga, Pazar günleri de kiliseye gidecek, devlet Arınç’ın gözyaşlarını “anaların gözyaşını dindirmek”, Baykal’ın hidayetini de “toplumsal barış ve huzuru sağlamak” amacıyla koz olarak kullanacaktır. Yılın anlam ve öneminden dolayı Turizm ve Kültür Bakanlığı “inanç turizmi” projesini hayata geçirecek, ülkemize bir sürü turist gelecek, âzîz milletimizin sıcakkanlılığına ve misafirperverliğine hayran kalan bu turistler önce Hatay’daki tarihî mabedleri gezip burda âzîz milletimizin mutluluğu için dûâ edecek, dûâları hemencik de kabul olan turistler ibadethaneden dışarı çıktıklarında tecavüze uğrayacaklardır. 2020’de Türkiye AB’ye girecek, 2021’de de AB Türkiye’ye girecektir. 2021’de Türkiye’de yine genel seçimler yapılacak, bu seçimler gergin, elektrikli ve elektronik bir havada seyredecektir. Seçim sonucunda kıyı şeritlerinin haritası kırmızı’dan mor’a dönüşecek, Atatürkçü olmayanların apartman asansörlerine binmesi yasaklanacak, Güneydoğu “Demokratik Özerklik” ilân ederken sahil şeritleri de “Kemo’kratik Özerklik” ilân edecek, Türkiye’nin en beceriksiz forvet oyuncularına sahip Trabzonspor şampiyonluğu yine kılpayı kaçırdığı için AK Parti bu seçimde Karadeniz’de sıfır çekecektir. Bu arada Dağkapı Tahrir’den beter olacak, fakat “demokratik açılım süreci” durmak yok yola devam ettirilecek, hükûmet Küçük İbo, Küçük Onur, Atlas Bebek ve Havuç gibi değerli sanatçılarla oturup Kürt Sorunu’nu çözmeye çalışacaktır. Değerli sanatçılardan aldığı akılla hemen kolları sıvayan Devlet Başkanı Erdoğan, yanına A Millî Takım’dan 2, Ümit Millî Takım’dan 1, Beşiktaş PAF takımından 3, Fenerbahçe ve Galatasaray bambini takımından da 4’er futbolcu alarak Diyarbakır gezisine çıkacak, burada halka “Biz etle tırnak gibiyiz; bin yıldır kız alıp vermişiz, onbinlerce Türk – Kürt evliliği yapmışız. Bunları ayırmaya kimin gücü yeter ki?” diyecek, bu konuşma Türk – Kürt evliliği olan ailelere büyük mutluluk ve huzur getirecek, karı – koca kavgalı veya küs ise barışıp aynı yastığa baş koyacak, kaynanalar ise kıskançlıktan çatlayacaktır. Erdoğan’ın bu etkileyici konuşmasından sonra ülkede doğan erkek çocuklarına “Fırat”, kız çocuklarına da “Sakarya” ismi verilecek, fakat AB Kriterleri’ne aykırı olduğu için bunlar beşik kertmesi yapılmayacaktır. Bu arada âzîz milletimizin eniştesi Tansu Çiller tekrar siyasete dönecek, fakat artık yaşlandığı ve dillere destan güzelliği kalmadığı için merkez medyada “İşte modern Türkiye’nin yüzü” manşetleri atılmayacak, Türkiye artık eski Türkiye olmadığı için gazetelerdeki “Türkiye Türklerindir” logosu Esat Kıratlıoğlu’nun dökülmüş saçları gibi duracaktır. Bu arada İslamî camiâlar birleşip nihayet herkes için “sıradan bir iş” ama bizim için “inanılması güç bir başarı” olan günlük gazete çıkaracak, fakat “başyazar” kendi cemaatinin “abisi” olmadığı için gazeteyi çıkaran hiçbir camiâ bunu “kendi gazetesi” olarak görmeyecek, bir süre sonra da “gazete yüzünden, 30 senedir aylık olarak çıkardığımız kendin pişir kendin ye dergimizi ihmâl ettiğimiz için abonelerimizden çok şikâyet alıyoruz” gerekçesini ileri sürerek gazeteden ayrılacak, böylece sahipsiz kalan gazete sadece birkaç ay çıktıktan sonra yayınına son verecektir. 2022’de neler olacağını ise bir sonraki gezi yazısında konuşacağız sizlerle; kahve falında “çılgın projeler” görünüyor çünkü. 2023 içinse AK Parti hükûmeti ve Ergenekon cephesi dışında hiç kimsenin bir hazırlığı bulunmamaktadır. Eğer o tarihe kadar AK Parti iktidarda kalırsa, işte o zaman küçük kıyâmet kopacaktır. Büyük kıyâmetin ne zaman kopacağını ise Allâh’tan başka kimse bilmemektedir.)
1614 tarihinde bu küçük köyü kuran Süleyman Paşa (Sulejman Bargjini), köye, şu anda İran İslam Cumhuriyeti’nin başkenti olan Tahran (Tehran)’ın isminden esinlenerek “Tiran” adını verdi. İran’ın başkenti, “Tahran” şeklinde telaffuz edildiğinde Arapça’da “Temizler” (Tahir: Temiz), fakat “Tehran” şeklinde telaffuz edildiğinde Eski Farsça (Persçe)’da “Sıcak Yer” anlamına gelmektedir. Köyü kuran Süleyman Paşa, direk “Tahran” veya “Tehran” demek yerine, “Tiran” şekliyle bıraktı ismini. (MERAKLI OKUYUCULARIMIZ İÇİN KÜÇÜK BİR BİLGİ NOTU: Şu anda bile İran’da, İsfahan ilinin bir ilçesinin adı, Tiran’dır.)
Bundan 397 yıl önce küçük bir köy olarak kurulan Tiran’ın, ismini alış öyküsü elbette ilginçtir, ancak ben ondan çok daha ilginç bir bilgiyi paylaşmak istiyorum siz sevgili kardeşlerimle: Şu anda Arnavutluk’un başkenti olan Tiran’ı küçük bir köy olarak kuran ve bir Osmanlı paşası olan Sulejman Bargjini, yani Süleyman Paşa nerelidir, hangi köylüdür, biliyor musunuz?
Süleyman Paşa’nın hangi köyde doğduğunu, hangi köylü olduğunu söyleyeceğim size; fakat öğrenince gerçekten çok şaşıracaksınız: Süleyman Paşa, Tiran’ın Petrele ilçesine bağlı Mulet köyündendir, bu köyün çocuğudur. Mulet’i hatırlıyorsunuz değil mi? Hani şu bayramın ilk günü köylülere kurban eti dağıttığımız, yaşlı teyzelerin beni “Yakalarsam muçk muçk” yaptıkları köy. İşte bu köylüdür, Süleyman Paşa. “Bizim köylü” yani, anlayacağınız.
Yeniçeri Ocağı’nda yetişen Arnavut bir Osmanlı paşası olan Süleyman Paşa, sadece Tiran köyünü kurmakla kalmamış, bu bölgeye pekçok cami, çarşı ve hamam da kazandırmış bir kişilikti. Türbesi (Arn. Tyrbja e Sulejman Pashës; Türk. Süleyman Paşa Türbesi) bugün başkent Tiran’dadır. Şehirde Süleyman Paşa’nın ayrıca bir heykeli de vardır ve bu heykel, “Sheshi Sulejman Pasha” (Süleyman Paşa Meydanı) isimli meydandadır.
İmdi... Zannetmeyin ki hissetmiyorum; aklınıza şöyle bir soru işareti muhakkak takılmıştır, hissediyorum bunu: Bir Osmanlı paşası olan, doğduğu köyün sadece 10 km kadar ötesinde yeni bir köy kuran Süleyman Paşa, neden “Masa-yı Esma Sohbetleri” söyleşi dizisinde “Siz sıfırdan bir köy kursaydınız ona ne isim verirdiniz?” sorusunu yönelttiğim konuklarımın yaptığı gibi kurduğu köye “Aşıtî, Sohbet, Xan, Garipler, Heval, Yolcu, Gûndê Mrovatî, Hêvi” gibi bir isim vermiyor da, kurduğu köye tââ binlerce km ötedeki bir şehrin ismini veriyor? Kaldı ki Tahran, bir Osmanlı şehri de değil! Peki neden o zaman? Süleyman Paşa kurduğu köye niye Tahran’ın ismini veriyor?
EL- CEVÂB: Süleyman Paşa, büyük bir askerî dehaya sahip, Osmanlı – İran Savaşları’na “komutan” düzeyinde katılmış ve Safewî ordusuna karşı büyük başarılar kazanmıştı. Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, İran Safewî ordusuna karşı bu başarıları kazanırken, muzaffer ordunun komutanı Süleyman Paşa, Safewî Devleti’nin hüküm sürdüğü İran coğrafyasına hayran kalmış, İran ülkesinin, bu toprakların güzelliğine adetâ âşık olmuştu.
Süleyman Paşa yalnızca doğuda İran Safewî İmparatorluğu’na karşı değil, batıda Haçlılar’a karşı yapılan savaşlarda da “komutan” düzeyinde yer almış, Osmanlı ordusunun Haçlı güçlerine karşı yaptıkları savaşlarda komutanlık yapmış, orduyu yönetmişti. Süleyman Paşa’nın üstün bir askerî zekâsı vardı ve fakat bundan çok daha önemlisi ise, O, müthiş cesaretli bir komutandı. O’nun komutanlığı döneminde Haçlılar Balkanlar’da Osmanlı topraklarına saldırmaya kolay kolay cesaret edemezlerdi. Süleyman Paşa, birkaç yüz askerden oluşan orduyla büyük Haçlı güçlerinin karşısına dikilebilecek cesarete sahipti. O’nun varlığı bile İslam düşmanlarının kalplerine korku salıyordu. (Benim gibiydi yani)
1614 yılında kurulan Tiran, 17. yy boyunca küçük bir köy olarak kaldı. Etliye sütlüye karışmayan ama eti sütü bol bir köy olduğu için köylüler mutluydu. Kimse kimsenin tavuğuna kış demiyor, kimse kimsenin bahçesinden elma çalmıyordu. O dönemde henüz ALSAR Vakfı kurulmadığı için ve İHH diye birşey olmadığı için “Yeni Bir Dünya Mümkün” değildi; köylüler geçimlerini sağlamak ve rızıklarını temin etmek için mecburen toprağı ekip biçmeli, tarım ve hayvancılık yapmak zorundaydı.
1703 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 4 bin kişi. Yarısı erkek yarısı dişi.
Daha sonra biraz daha büyüyünce, Tiran, 18. yy’da İşkodra (Arn. Shkodër) vilayetinin Dıraç (Arn. Durrës) sancağına bağlı bir ilçe oldu. Bir de söylemeyi unuttuk galiba; Tiran henüz köy iken, askerî alanda ordu komutanı olan Süleyman Paşa, idarî alanda “İşkodra Valisi” idi.
Tiran’ın nüfûsu 1820 tarihinde 12 bin, 1900 tarihinde 15 bin kişi. Seksen yılda aradaki fark, sadece 3 bin kişi.
20. yy’a Osmanlı idaresi altındaki bir ilçe olarak giriyor, Tiran. Balkan Savaşları sonucunda bu topraklar Osmanlı’nın elinden çıkıyor; 1912’de Arnavutluk bağımsızlığını kazanıyor ve böylece, Osmanlı döneminde kurulan Tiran da, Osmanlı’dan ayrılıyor. (Arnavutluk’la ilgili bütün bu tarihsel ve siyasal süreci daha önce sizlerle paylaştığımız için, bu bölümde sadece Tiran özelinde kalarak anlatmaya çalışıyoruz.)
Tiran’ın tâ 1920 tarihine kadar hiçbir önemi yok aslında; oralarda bir yerde, kendi haline bir yerleşim birimi. Tâ ki, 28 – 31 Ocak 1920 günlerinde, Arnavutluk’un güneybatısındaki Fier ilinin Lushnja ilçesinde “Lushnja Kongresi” (Arn. Kongresi i Lushnjës) yapılana kadar. Bu kongrede Tiran, “Arnavutluk’un Başkenti” ilân ediliyor.
10 bin nüfûslu küçük bir ilçe olan Tiran, 1920’deki “Lushna Kongresi” ile birlikte bir anda ülkenin en önemli yerleşim birimi oluyor. Tiran bunu takip eden süreçte, 1924 – 28 arasında Arnavutluk Cumhuriyeti’ne, 1928 – 39 arasında da Arnavutluk Krallığı’na başkentlik yapıyor ki, Arnavutluk Cumhuriyeti (1924 – 28) döneminde “Arnavutluk Cumhurbaşkanı”, Arnavutluk Krallığı (1928 – 39) döneminde de “I. Zog” adıyla “Arnavutluk Kralı” olarak ülkeyi yöneten Ahmet Zogu (veya tam adıyla Ahmet Muhtar Zogolli)’yu sanırım sevgili okuyucularımız bu dizinin daha önceki bölümlerinden çok iyi hatırlayacaklardır. Modern Arnavutluk tarihinin bu en önemli şahsiyeti hakkında doyurucu bir sohbet yapmıştık sizlerle. (Ahmet Zogu hakkında bkz. Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri – 10)
Peki, Ahmet Zogu hakkında o sohbeti niçin yaptığımızı da hatırlıyorsunuz, değil mi? Evet bravo; çünkü Ahmet Zogu Mat ilçesindendir, Burrel’lidir ve “Biz omuzlarına güneş yüklemiş kahramanlar” bayramın ikinci günü kurbanlarımızı orada dağıtmıştık, Ahmet Zogu’nun memleketinde. (Ne kadar ilginç, değil mi dostlar? Bayramın ilk günü WEFA’nın kurbanlarını Osmanlı’nın İşkodra Valisi Süleyman Paşa’nın memleketinde, bayramın ikinci günü de İHH’nın kurbanlarını Arnavutluk Kralı Ahmet Zogu’nun memleketinde dağıttık. Bu önümüzdeki Kurban Bayramı’nda ise Angela Merkel’in memleketi Doğu Almanya’da dağıtacağız.)
Ahmet Zogu, hakikaten çok ama çok ilginç bir portredir. Ahmet Zogu’nun babası, Osmanlı dönemindeki Arnavutluk eyaletindeki Mat Valisi Cemal Paşa Zogolli, annesi ise, yine Osmanlı döneminin önemli şahsiyetlerinden Salah Toptani Bey’in kızı Sadiye Hanım’dır. Mat Valisi Cemal Paşa ile Sadiye Hanım’ın oğlu olan Ahmet Zogu, Osmanlı döneminde, 8 Ekim 1895’te Burgajet Kalesi’nde doğmuştur. Burrel (Mat) bölgesinin valisi olan bir babanın oğlu olarak, Osmanlı yıkıldıktan sonra önce “Arnavutluk Cumhurbaşkanı” sonra “Arnavutluk Kralı” olmuş, kaderin cilvesine bakın ki, Komünizm geldikten sonra ise, kendi memleketinde, Burrel Hapishanesi’nde yatmış, burada yatan en önemli kişi olarak tarih sayfalarına bir diğer özelliğiyle ismini yazdırmıştır.
İki dünya savaşı arasında faşist Avrupa devletlerine karşı, ondan sonraki süreçte de içerideki komünistlere karşı tahtını ve ülkesini korumaya çalışan Arnavutluk Kralı Ahmet Zogu, hakkında çok şeyler yazılıp çizilmiş ama “yeterince anlaşılamamış” bir portredir. Soylu ve yönetici bir aileden gelmiş olmanın verdiği “gurur” ve biraz da aşırı derecede “yönetme hevesi”, O’nun bazı hatalar yapmasına sebebiyet vermiştir; ama yine de teslim etmek gerekir ki, kesinlikle “yanlış” bir insan değildi O. İstanbul’da, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken, Arnavutluk’taki babası Cemal Paşa’nın 1911 yılında vefât etmesi üzerine yapılan çağrıya uyarak ülkesine dönen, bir yıl sonra gelen bağımsızlıkla birlikte ülkeyi yönetmeye talip olan (dikkatli okuyalım yazıyı; henüz 16 yaşındadır), ilk iş olarak, ailenin o tarihe kadar kullandığı ve sonunda Türkçe “-oğlu” eki bulunan “Zogolli” soyadını atıp kısaltan, Arnavutça’da “kuş” anlamına gelen “Zogu” soyadını kullanan Ahmet Zogu, ülkesine döndüğü 1911’den vefât ettiği 1961’e kadar ülkesi için çalışan bir liderdi. O kendini tamamen vatana millete hizmet etmeye adamıştı. (Benim gibiydi yani)
1923 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 10 bin 845 kişi. Aynı tarihte Anadolu’da “O. K. Musti, Türkiye tamamdır – Bizim çocuklar becerdi işi”.
1924 – 28 arası Arnavutluk Cumhuriyeti. Cumhurbaşkanı Ahmet Zogu, başkent Tiran... 1928 – 39 arası Arnavutluk Krallığı. Kral Ahmet Zogu, başkent Tiran...
Ülkenin başkenti Tiran’dır ancak hâli viran’dır. Faşizm işgali, bombardımanlar, katliâmlar altında geçiyor, iki cihan harbi arası.
Tiran’ın nüfûsu 1930’da 25 bin, 1937’de ise 35 bin kişi. Hâlâ Ahmet Zogu idare ediyor bütün işi.
1939’da altı yıl sürecek olan II. Dünya Savaşı başlıyor ve Arnavutluk, Mussolini’nin İtalya’sı tarafından işgal ediyor. Faşist Almanya için Polonya neyse, faşist İtalya için de Arnavutluk o ne de olsa. Ne zaman fırsat doğsa, hemen gir al!... (Hâlâ da öyle; şimdi de tankları tüfekleriyle değil, kiliseleri ve İncil’leriyle girmiş Roma buraya)
İkinci Cihan Harbi’nin ikinci yılında, yeni bir isimle, Enver Hoxha ismiyle tanışıyor Arnavutluk. Enver Hoxha, Kasım 1941’de başkent Tiran’da “Arnavutluk Komünist Partisi”ni kuruyor. Başını İtalya’nın çektiği Faşizm işgaline karşı kurulan ve – hakkını teslim etmek gerekiyor - bu konuda oldukça başarılı bir örgütlenme ve takdire şayan bir direniş örneği de sergileyen Arnavutluk Komünist Partisi ve Enver Hoxha, verdikleri mücadelede başarıya ulaşınca, eşek değiller ya, ülkenin yönetimine talip oluyorlar, bittabiî.
Enver Hoxha ve Arnavutluk Komünist Partisi, ülkeyi düşman işgalinden kurtaran güç olarak büyük popülarite kazanıyorlar. Arnavutluk, 17 Kasım 1944 günü özgürlüğüne kavuşuyor. 12 gün sonra, 29 Kasım’da Enver Hoxha, Arnavutluk’un bağımsılığını ilân ediyor. Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti kuruluyor. (MERAKLI OKUYUCULARIMIZ İLGİNÇ BİR BİLGİ NOTU: 1941 yılında Enver Hoxha’nın kurduğu Arnavutluk Komünist Partisi’nin şimdiki parti başkanı kimdir, biliyor musunuz? Şu anki Tiran Belediye Başkanı Edi Rama... Fakat Komünizm yıkıldıktan sonra Arnavutluk Komünist Partisi, ismini 1991’de Arnavutluk Sosyalist Partisi olarak değiştiriyor ve aynı kadroyla yoluna devam ediyor. Tiran Belediye Başkanı Edi Rama, Ekim 2005’den beri partinin genel başkanlığını yapıyor.)
Kurtarıcıların ülkeyi düşmandan kurtarması fazla sürmüyor, sadece iki yıl sürüyor ancak ülkenin kurtarıcılardan kurtulması çok daha müşkül bir iş, 60 yılda ancak kurtulabiliyor ülke kurtarıcılardan. Komünizm döneminde; Faşizm işgalini mumla, Ahmet Zogu’nun krallığını jeneratörle, Osmanlı sultanlığını el feneriyle, Bizans imparatorluğunu ise gece lambasıyla arıyor Arnavutluk.
İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 59 bin 900 kişi. 900’ü partizan, 9 bini okuyup yazan, 50 bini de sazan.
Komünizm insanlara yaramıyor ama şehre yarıyor. Bu dönemde Tiran, tarihinde yaşamadığı ölçüde önem kazanıyor. Zaten Komünizm “herşeyin tek merkezden yönetildiği” bir sistem olduğundan, bu durum olduğu gibi idarî yapıya da yansıyor. Hem ülkenin başkenti, hem de ülkenin tek partisi olan Komünist Parti’nin merkezi olan Tiran, hızla gelişiyor, her geçen yıl büyüyor, kocaman bir şehir oluyor.
Sadece 10 yıl içinde nüfûsunu ikiye katlıyor, bizim Tiran. 1945’te 59 bin 900 olan nüfûs, 1955’te 108 bin 200 kişi. Biliyorum; siz de benim gibi anlamadınız bu işi.
Nüfûs tek başına “gelişmişlik” göstergesi değil, tabiî ki. Öyle olsa, Fatih – Çarçamba’yı en gelişmiş yer kabul etmemiz gerekir. Fakat Tiran sadece nüfûs bakımından değil, “vb. bakımlardan da” gelişme gösteriyor. Komünizm döneminde Tiran’da proleter kesimlerin oturduğu binalar, apartmanlar inşâ ediliyor, proleter kesimlerin çalıştığı sosyalist fabrikalar (en çok da gıda fabrikaları ve makinâ fabrikaları) kuruluyor. O dönemde henüz ALSAR Vakfı kurulmadığı için ve İHH diye birşey olmadığı için “Yeni Bir Dünya Mümkün” değil; halk geçimini sağlamak ve rızkını temin etmek için mecburen gidip bu fabrikalarda çalışıyor.
1957’de Tiran Üniversitesi (Arn. Universiteti i Tiranës) kuruluyor.
Kültür (!) programı çerçevesinde camilerin ve kiliselerin kapısına kilit vuruluyor; sonra da camilerin ve kiliselerin “En Kilitli Kapısından İçeri” girilip şehirdeki bu ibadethaneler bale ve tiyatro salonlarına, köydekiler de ahıra çevriliyor. Komünist devlet tam bir baskı rejimi uyguluyor; halk bezmiş ama hiçbir kurtuluş şansı yok; halk CHP ve MHP’ye bile razı ama korkudan bunu seslendiremiyor.
Dedik ya; hızla büyüyor Tiran. Daha önce 10 yılda nüfûsunu iki katına çıkaran Tiran, sonraki 15 yılda nüfûsunu tekrar ikiye katlıyor. 1945’te 59 bin 900, 1955’te 108 bin 200 olan nüfûs, 1970’te 180 bin kişi. O sıralarda Türkiye Solu “askerî darbelerle” götürüyor işi.
Farkındayım ben de; henüz 200 bini yakalamamış ama o da uzun sürmüyor: 1985 yılında Tiran’ın nüfûsu 200 bin kişi.
80’lerin sonunda dünyanın iki kutuplu ekseni kayıyor; Komünizm ve komünist rejimler birer birer çöküyor. Türkiye’deki muhafazakâr çevreler bu duruma çok seviniyor ama bir yandan da, özellikle Nurcular, “işsiz kalacakları” ve “ekmek paralarını kaybedecekleri” endişesi taşıyor.
1989 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 277 bin 567 kişi. O dönemler Turgut Özal Türkiye’deki, Mihail Gorbaçow da dünyadaki en popüler kişi. Erdoğan henüz “mücahit”, Ertuğrul Günay henüz “militan”, Şıvan Perwer ise “yasaklı”. Ben lise öğrencisiyim ve üstüm başım pasaklı.
Komünizm’ün maruz kaldığı domino etkisine en çok dayanan ülke, Arnavutluk oluyor. Dayanabildiği kadar dayanmaya çalışıyor Arnavutluk. Beyoğlu Hasköy Lisesi’nin tuvaletinin duvarlarına kocaman harflerle “ARNAVUTLUK DAYANACAK” sloganı yazılıyor ve biz o ibarenin altında gizli gizli sigara içiyoruz. (Arnavutluk’a uçtuğum gün, uçakta hiç aklımdan çıkmayan şey, 21 sene önceden kalma bu enstantane idi... Bu vesileyle, siz sevgili gönüldaşlarımıza çok ama çok ilginç gelecektir ama, Beyoğlu Hasköy Lisesi mezunudur, bu fâkir kardeşiniz. Beyoğlu Hasköy Lisesi’nin yirmi yıl önceki mânâ ve ehemmiyetini bilenler, buna neden “çok ama çok ilginç” dediğimi anlayacaklardır. İstanbul’da öğrencilere kılık kıyafet dayatılamayan tek liseydi. Okul değil, yasadışı sol ve komünist örgütlerin eğitim kampıydı. Değil Müslüman, Allâh’ın varlığına bile inanan birini bulmak zordu. Öğrenciler okula bıçakla, hatta silâhla gelirlerdi. Şimdi ne durumdadır, bilmiyorum... Neyse, Hasköy’den Haksöz’e dönelim tekrar.)
1991 tarihinde Arnavutluk da teslim bayrağını çekiyor. Dayanamıyor artık... (Arnavutluk’ta Komünizm’in yıkıldığını herkes biliyor bilmesine de, pek kimsenin bilmediği bir şey var; onu da biz Arnavutluk’tayken Arnavut kardeşlerimizden öğrendik; paylaşalım: Komünizm’in Arnavutluk’ta sona erişi, diğer komünist ülkelerde sona erişi gibi değildir. Diğer ülkelerde komünist rejimler, halk hareketleri ve protestolar, ayaklanmalar veya uygulamaya konan reformlar sonucu yıkıldı ama Arnavutluk’ta birkaç küçük istisnâ dışında bunların hiçbiri olmadı. Arnavutluk’ta komünist yönetim kadrosu, Komünizm’e kendi kendisi son verdi. Komünist rejime karşı hiçbir itiraz ve muhalefet olmadığı halde, komünistler kendisi rafa kaldırdı Komünizm’i. Çünkü ülkenin ekonomisi, sosyobilitesi tamamen bitme noktasına gelmişti. Dünyadan tamamen soyutlanmış, kendi içine kapanmış olan bu ülke, ya tamamen intihar edecek, ya da kabuğunu değiştirip yeniden bir yaşam ünitesine bağlanacaktı. Ki, diğer komünist ülkelerde rejim değişiklikleri gerçekleştikten sonra eski komünist kadrolar ya asıldı, ya kurşuna dizildi, ya hapse atıldı, ya da bir kısmı hâlâ aranıyorlar. Fakat Arnavutluk’ta bırakın bütün bunları, Komünizm döneminde ülkeyi yöneten komünist kadro, şu anda olduğu gibi hâlâ iktidardadır ve dün olduğu gibi bugün de ülkeyi yönetmeye devam etmektedir. Konünizm döneminde ülkenin başında bulunan isimlerin hepsi şu anda aynı kadroyla ve aynı koltuklarda halen dahi görevdedir. Bütün isimleri burada tek tek sayacak değiliz, ancak birini yukarıda örnek vermiştik. Tiran Belediye Başkanı, Komünist Parti Genel Başkanı Edi Rama’dır. Diğer koltuklarda da bu durum bu şekildedir. Kaldı ki, bunlar, halen komünisttirler ve dünkü fikirlerini, zihniyetlerini de olduğu gibi koruyorlar. Sadece küçük bir değişiklik var bu komünist kadronun zihniyetinde: Komünizm döneminde bunlar İslam, Hristiyanlık, Musewîlik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, hiçbir ayrım yapmadan tüm dînlere düşmandılar. Şimdi ise sadece İslam’a.)
Komünizm’in yıkıldığı 1991’den sonra “dîn özgürlüğü” yeniden geli Arnavutluk’a. İbadethaneler restore edilmeye, açılmaya başlandı. Fakat bu kez de daha küresel ve daha sistematik bir tehlikeyle karşı karşıya kaldı ülke: Misyonerlik...
Arnavutluk Balkanlar’ın merkezinde olan bir ülke. % 75’i Müslüman, % 25’i Hristiyan. Bu % 75’in % 80’i Sünnî, % 20’si de Bektaşî olarak bilinmektedir. Arnavutluk aynı zamanda “Dünya Bektaşîlik Merkezi” durumunda. % 25’lik Hristiyan nüfûsun da % 15’i Ortodoks, % 10’u Katolikler’den oluşmaktadır. Komünizm’in çöküşünden sonra ve bugün de devam eden çalışmalarda Müslümanlar’ın % 75’lik oranını indirme gayreti var. Bu konuda en çok yatırım yapanlar, Batı’dan gelen misyoner teşkilâtlar. Bir örnek verecek olursak, sadece başkent Tiran’da, bir milyon nüfûslu olan bu şehirde, 114 tane kayıtlı kilise bulunmaktadır. Ülkede bilinen kiliselerin sayısı ise 1115. Tamamı yeni yapılan kiliseler. Çünkü Komunizm zamanında Tiran’da bir tek cami kalmıştı müze olarak, bir de kilise kalmıştı. Bu kiliselerin tamamı 1990’dan sonra inşâ edildi. Buna karşılık Tiran’daki cami sayısı ise sadece 8. Bütün Arnavutluk genelinde ise sadece 500 tane cami var.
Arnavutluk’ta bulunduğumuz süre içinde oradaki Müslüman kardeşlerimizin bize verdiği bilgilere göre, başkent Tiran’da, 1932 yılında nüfûsu 30 bin iken şehirde tam 28 cami bulunuyordu. Şu anda ise, 2011 yılı itibariyle nüfûsu 1 milyon iken şehirde sadece 8 cami bulunuyor. Evet, aradan geçen 79 yıl içinde oluşan bu büyük çelişki, insanı hayretlere düşürecek derecede. 30 bin nüfûslu Tiran’da 28 cami varken (1932), 1 milyon nüfûslu Tiran’da sadece 8 cami (2011). Ve dahası, şu anda, 1 milyonluk Tiran’da sadece 8 camiye karşılık tam 114 tane kilise.
1967’ye kadar Arnavutluk’ta 1666 cami varken, Komünizm’in yıkıldığı 1991 tarihinden bu yana geçen 20 yıllık bir süre boyunca Arnavut Müslümanlar tüm ülke çapında ancak ve ancak 500 tane camiyi yeniden inşâ etmeyi başarabildiler. Bugün Arnavutluk, 500 civarında camiye ve 350 kadar imama sahiptir. Bu, her 10 bin kişiye bir imam ve her 7 bin kişiye bir cami düştüğü anlamına gelmektedir.
2001 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 610 bin kişi. Onların toprağı var, Beyaz Adam’ın İncil’i... 2008 tarihinde Tiran’ın nüfûsu, 726 bin 540 kişi. Beyaz Adam’ın toprağı var, onların İncil’i...
Kasım 2010’da ben ordayken nüfûsunu saydığımda, Tiran’da 895 bin 42 kişi yaşıyordu. Benden sonra kaç kişi öldü, kaç bebek doğdu; Mehdi abi ile Musab abi hiç arayıp sormadıkları için bilmiyorum.
Arnavutluk’un başkenti Tiran, Adriyatik Denizi’ne 30 km, Montenegro (Karadağ) sınırına 85 km, Kosova sınırına 164 km, Makedonya sınırına 116 km, Yunanistan sınırına 197 km, o bir zamanlar “Allâh-û Ekber” sedâlarının toprağa hayat verircesine göğe yükseldiği, o bir zamanlar insanların mescîdlere sığmadığı, o bir zamanlar cemaatin sokaklara ve meydanlara taştığı “İslam’ın şehri” Tiran’a ise çooook ama çok uzakta bulunuyor.
Yorumlar