BALKANLARDA AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI
Komünizmin düşüşünden bu güne
Olsi Jazexhi & Halil İbrahimi
Tercüme Eden Gürkan Biçen
Aralık 2006 – Tirana & Prishtine
Takdim
Soğuk savaş periyodu Balkanlarda derin politik fraksiyonlar yarattı. Büyük bir Müslüman nüfusun yaşadığı Arnavutluk ve Eski Yugoslavya’da, I.Dünya Savaşı’nın başlamasından bu yana bu bölgenin Müslümanları büyük güçlerin onlarla oynayan politikaları sebebiyle birçok zorluk ve var oluşsal tehditle karşılaştılar. Şimdilerde, Amerika dünyanın baskın gücüdür ve onların dış politikaları Müslümanlar ve İslam’la çok fazla ilgilidir. Bu çalışma komünizmin düşüşünden bu güne kadar Arnavutluk, Kosova ve Bosna ile ilgili Amerikan politikalarını genel hatlarıyla / örnekleriyle özetlemeyi amaçlamaktadır.
Bu çalışmanın daha detaylı olarak analiz ettiği ülke Güneydoğu Avrupa’nın istatiksel olarak en büyük Müslüman devleti Arnavutluk’tur. Komünizm dönemi boyunca o, yarım adanın en fazla izole edilen ve komünizmin en radikal şeklinin uygulandığı yerlerden biriydi. Komünist Blok’un Balkanlardaki parçası Romanya ve Bulgaristan da böyleydiler. Yunanistan Arnavutluk’un güneyinde yer almasına rağmen Batı’ya doğru yönlendirilen tek ülkeydi. Ancak Yugoslavya Arnavutluk’un kuzeyinde yer aldığı halde Komünist Blok'a aitti. Yine de Sovyet Komünizminden çok uzakta, komünizmin liberal bir formu uygulanıyordu. Bu sebeple Amerikalılar Soğuk Savaş boyunca Tito’nun Yugoslavya’sına sağlam bir Sovyet karşıtı ve komünist bloktaki en iyi dostları olarak baktılar. Bu iki taraflı oyunda Yugoslavya Batılı görüşleri/önerileri kabul etmişken, aynı zamanda NATO’ya ve batı demokrasilerine olan mesafesini korudu. Yugoslavya’nın bu ikili hali sebebiyle Amerikalılar komünist ideolojisine rağmen Yugoslavya ile dostça ilişkiler geliştirdiler. Amerikalıların Yugoslavya’daki amacı komünist blok içinde bir Sovyet karşıtı rejimi desteklemekti.[1]
Tito’yu Amerikan Doları ile sarhoş olarak temsil eden
bir karikatür İşkodra sokaklarının duvarlarını süslüyordu.
Fotoğraf 1961 yılında Gökşin Sipahioğlu tarafından çekilmiş.
(Skylife dergisi Ekim 2006 sayısı)
Ama, soğuk savaşın bitişi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri’nin Balkanlarla ile ilgi dış politikalarının yeniden yapıldığı yeni bir dönem başladı. Evvela, Eski Yugoslavya’daki Amerikan Dış Politikası çoğunlukla pasifti. Bu, Amerikan diplomasisinin Balkanların bu bölgesine ilişkin açık bir vizyonunun olmaması gibi, birlikte gelişen olaylar nedeniyle var olan belirsizlik sebebiyle böyleydi. 1990’lardan sonra Amerikalılar Yugoslavya’daki meselelere karışmaya başladığında orada taraf tutmalarını savundular ki, Amerikalılar kendi milli çıkarlarını koruyorlardı. Yine de, komünist Balkanların Müslüman çoğunluğa sahip üç ülkesinde İslami bir devlet oluşumu imkanına karşı koyma arzusu Amerikalıların Balkanlardaki müdahalesinin başlıca sebeplerinden biridir. Bu Müslüman mevcudiyetler veya ülkeler Arnavutluk, Bosna ve Kosova idi.[2] Bunu sağlamak için Amerikalılar, Bosna, Kosova ve Arnavutluk için Orta Doğulu herhangi bir yardımı durdurmayı sert bir biçimde denediler. Amerikalıların Müslümanları izole eden ve zayıf düşüren politikaları, Amerikanın Bosna Savaşı’ndaki gecikmiş müdahalesinde görülüyordu ki, bunlar, onların politik hesapları ve özellikle İran’ınki olmak üzere bölgedeki tüm İslami nüfuzu yok etme endişelerinin gerekleriyle yapılıyordu. Arnavutluk ve Kosova’da bile Amerikalılar seküler güçleri kuvvetlendirmek ve daha yeni başlamış, İslami geçmişe sahip politik hareketleri baltalamak için sıkı bir şekilde çalıştılar.
Ama diğer taraftan, Amerikalılar Balkanların Müslüman ülkelerindeki yatırımlarını ve müdahalelerini onların dünya politikalarındaki bir kart olarak kullanmayı denediler. Amerika ile İslam arasındaki çatışmanın soğuk savaş uyuşmazlığının önüne geçtiği ve bazı durumlarda tamamen İslam’a karşı açık bir savaşa dönüştüğü günümüzde onlar tarafsızlıklarını göstermek adına Balkan Müslümanlarına yatırımlarını kullanmaya çalışıyorlar. Balkanlardaki çatışmalarda da Amerikalılar çok geç müdahale ettiler ve onlar sıklıkla, çatışmalarda dini hiçbir şey olmadığını göstermek için büyük çaba harcadılar. Zaman içinde Amerikalılar müdahale ettiklerinde onlar zaferlerini tarafsız Amerika tarafından Hıristiyan saldırganlara karşı Müslümanlara verilen bir yardım olarak göstermeye çalıştılar
Buna rağmen, Amerika’nın Balkan Müslümanlarına yönelik çifte standardı Bosna ve Kosova’daki Yugoslav çatışmasının gelişimi sürecinde açıkça görülüyordu. Eski Yugoslavya cumhuriyetleri olarak Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya bağımsızlıklarını kazanırken hiçbir güçlükle karşılaşmazken, Bosna büyük çoğunluğu Müslüman olan binlerce kurbanın acısını çekiyor, onun uluslararası ve insani kötü durumu duyuluyordu. Öyle ki Bosna olayı bir devletin kendi kendini idare hakkının, çevresindeki devletler (Sırbistan ve Hırvatistan) tarafından suiistimal edildiği, Bosna Müslümanlarına karşı soykırım planlarının başlatıldığının anlaşıldığı ve Clinton yönetiminin buna gerekli dikkati vermedikleri çok açık bir örnektir. Amerikalılar harekete geçtiğinde halkın tüm grupları, özellikle Müslümanlar öldürülüyordu
Aynı şey Kosovalı Arnavutlar için de oldu (Onlar da Müslümandır) ve onların hakları Sırbistan tarafından suiistimal edildi. Bosna Savaşını sonlandıran Dayton Anlaşmasında ihmal edilen Kosova problemi ancak Arnavutlara karşı şiddetin sınırları aşması ve onların organizeli direnişi ile cevap vermesiyle Amerikanın dikkatini kazandı. Amerikalılar Kosova’ya çatışmalar başladıktan hemen sonra müdahale etmeye, 1999 yılı içinde çatışmalara bir son vermeye, kendileri için çalışan aktörler oluşturmaya, çatışmada yer alan her Müslüman hareketi sabote etmeye ve Birleşmiş Milletler yönetiminden sonra Kosova için yeni bir statü oluşturmaya Bosna’dan çok daha fazla dikkat gösterdiler
Müslüman Balkan Devletlerinde hakim Amerikan politikalarına ve onları her türlü İslami etkiden uzaklaştırmaya Arnavutluk’ta da özen gösteriliyordu. Amerikanın Arnavutluk’taki politik felsefesi Balkanların en büyük Müslüman devletini kontrol ve idare etmeyi içeriyordu. Onların Arnavutluk ile ilişkileri modern tarih içinde çeşitli değişimler gösterir. Nitekim, komünist dönem boyunca onlar ülkeyi uluslararası arenada ihmal ve izole ettiler. Demir Perde’nin yıkılmasıyla birlikte onlar Arnavutluk’u kontrol ve idare etmek için büyük ilgi gösterdiler. 11 Eylül sonrası olayların gelişimi ve 1997’nin büyük entrikaları Amerika’nın Arnavutluk’taki çıkarlarına ilgisini yükseltti. Arnavutluk Balkanlardaki tek bağımsız Müslüman devlet olduğundan ve onun genç nüfusu Batı’da bir tehdit olarak algılandığından, Arnavutluk’un devlet politikalarını teftiş etmek ve kontrol altında tutmak Amerikanın Güneydoğu Avrupa’daki jeo-stratejik menfaatleri için bir zorunluluktur.
Balkanlar Amerika’nın çıkarları için kritik bir bölge olduğundan dolayıdır ki, Başkan Clinton dönemi boyunca özel bir ilgi kazandı. Batıdaki müttefiklerinin yer aldığı, doğuda ekonomik istikrarsızlık içinde ve nükleer silahlarıyla Rusya’nın bulunduğu, güneyde; Orta Doğuda Amerikan emperyalizmi için çok önemli olan petrol ve İsrail’in bulunduğu bir bölge olarak Balkanlardaki Amerikan müdahalesi Amerika Birleşik Devletlerinin dış politika düzenleyicileri tarafından savunuldu. Balkanlardaki bir sıkıntı bahsedilen üç bölgeye sarsıntılar gönderebilir ve bu bölgeler Amerika’nın küresel hegemonyası için kaçınılmaz derecede önemlidir.
ARNAVUTLUK ÖRNEĞİ
Olsi Jazexhi
Amerikalılar ve Demokrasi
Amerika Birleşik Devletleri’nin Arnavutluk’a karşı politikalarının değişimi Arnavutluk’un uluslararası toplumdaki tutumuna göre değişiklik gösterir. Bu nedenle, komünizm döneminde, Enver Hoca zamanında, o, Amerika’yı ülkenin en büyük tehlikesi olarak düşündüğünden ülkede Amerikan dış müdahalesi hemen hemen hiç yoktu. Soğuk Savaş döneminde Amerikanın Arnavutluk’a karşı politikaları temelde, onu izole etmeyi ve Arnavutluk dışında itibardan düşürmeyi amaçlıyordu. Birçok tarihsel kayda göre, Churchill, Stalin ve Roosevelt’in Hitler’den sonra Avrupa’nın kaderine karar verdikleri Yalta Konferansı’ndan bu yana Amerikalılar Arnavutluk’a iyi niyet göstermediler. Onlar, Arnavutluk’u toptan ihmal eder göründüler veya onu basitçe, Yugoslavya’nın bir parçası farz ettiler. Komünizm Arnavutluk’ta yerleştiğinde Amerikalılar onu hoş karşılamadı. Yeni Arnavut hükümeti düşmanlık ve provokasyonlara maruz kaldı. Bu düşmanlık Enver Hoca’nın komünist rejimi tarafından da çoğaltılıyordu ki onlar endişeli ve güvensizdi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Arnavutluk Sovyetler Birliği’nin teklif ettiği desteğe aşırı şekilde güvendi. Sonra, Stalin öldüğünde Khrushchev yerine geçti ve Arnavutluk kendini Sovyetlerden uzaklaştırarak Çin ile müttefik oldu. Ancak, yetmişli yıllarda Arnavutluk Çin ile de ilişkilerini bozduğunda Amerikalıların izolasyonu ve düşmanlığı kesintisiz devam etti. Arnavutluk’un komünist rejimi kendini Sosyalist Blok’un tek Marksist devleti olarak düşünüyordu ve bu sebeple o, dünyadaki Anglo – Amerikan hegemonyayı dünya ve komünist devrim için en büyük tehlike olarak görüyordu.
Arnavutluk’un komünist lideri Enver Hoca’nın 1985’de ölümüyle birlikte halefi Ramiz Alia ülkenin Amerika’ya ve genelde Batı’ya karşı olan husumetini yatıştırmaya çalıştı. Alia Arnavutluk’u aşamalı olarak Batı’ya açmayı denedi. Doğu Avrupa’da olanların görülmesiyle Alia, Sovyetler Birliği’nde yeni Glasnot ve Perestroika politikaları başlatan Mikhail Gorbachev’i taklit etmeye çalıştı. Buna rağmen, Ramiz Alia’nın rejimini katı komünist çizgiden sosyalist çizgiye yöneltmesi Amerikalılar ve Batı tarafından hoş karşılanmıyordu. Nicoale Ceauşescu’nun Romanya’da 1989’da infaz edilmesi Arnavutluk’un komünist rejimine bir uyarı sinyali olarak hizmet etti. Bu, onlara Batı’ya teslim çizgisini takip etmezlerse Ceauşescu’nun yaşadığı aynı kaderle yüzleşebileceklerini gösteriyordu. Bu baskı sebebiyle Ramiz Alia, Birleşmiş Milletler Helsinki Anlaşmasını imzalamaya ve sonrada ülkede çoğulcu bir sistem yaratmaya mecbur kalıyordu.
Ramiz Alia (soldaki) Enver Hoca ile
Fotoğraf 1982 yılında çekilmiş.
1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin düşüşünden sonra Komünist Blok'a karşı yapılan uluslararası baskı Arnavutluk’taki rejimi onun politik sistemini tekçi yapıdan çoğulcu yapıya dönüştürmeye zorluyordu. Arnavutluk İşçi Partisi kendini Arnavutluk Sosyalist Parti’ye dönüştürdü ve 1991’de sosyalistlerin kazandığı ülkedeki ilk çok partili seçimleri organize etti. Buna rağmen Arnavutluk’un sosyalist yönetimi uzun sürmedi. Amerikalılar bütün Doğu Avrupa’yı değişmeye zorluyordu ve komünistlerin yeniden seçilmesini hoş karşılamadılar. Bu sebeple onlar halk ayaklanmaları yoluyla ülkeye açıkça müdahale ettiler. Ayaklanmalar komünizmin sonuna öncülük etti. 1992’de yapılan genel seçimleri yeni kurulan Arnavutluk Demokratik Partisi %62 oy alarak kazandı. Demokratik Parti’nin lideri Sali Berisha Arnavutluk’un komünizm sonrası ilk başkanı olarak ilan ediliyordu. Demokratların zaferiyle Arnavutluk’taki Amerikan etkisi zirveye çıkıyordu.
Demokrat Parti’yi kuran Sali Berisha, Gramoz Pashko, Aleksander Meksi, Azem Hajderi, Genc Ruli, Ridvan Peshkepia ve diğerleri demokrasinin ilk yılında Amerikanın ülkede çalıştığı başlıca kişiler oluyordu. Komünizm sonrası haksızlıklara karşı genel başarısızlıklar / zulümler ve kahramanlıklar kullanılarak Amerikancılık ve Batıcılık 1990’ların başlarında Arnavutluk’un ana sloganları oluyordu. “E duam Shqipërinë si e gjithë Evropa” (Avrupa gibi bir Arnavutluk istiyoruz) gibi sloganlar ülkenin önünde ilerleyen genel batıcı coşkuyu en iyi şekilde gösteriyordu.
İktidara gelişinden sonra Arnavutluk Demokratik Parti’si Cumhuriyet’in ilk demokratik hükümetini kurdu. Hükümet 9 Nisan 1992’de Başbakan Aleksander Meksi yönetiminde kuruldu. Liberal ekonomi ve devlet mülklerinin özelleştirilmesini kapsayan serbest pazar politikaları onun başlıca politikalarıydı. Amerikalılar yeni rejim üzerindeki tüm nüfuzlarını kullanarak yeni hükümeti komünizm dönemi boyunca yapılan tüm altyapı sistemlerini yok etmeye ittiler ve Arnavutluk tüm kalbiyle Amerika’ya yöneldi. Berisha’nın ilk bakanlar kurulu süresince Ekonomi Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak hizmet eden Gramoz Pashko Amerikalıların Arnavutluk’taki kuklalarının en fanatiklerinden biri olarak hatırlanıyordu. O, bu güne kadar ülkeye geçmişinden miras kalan devlet kooperatiflerini, fabrikaları, orduyu ve tüm altyapıyı yıkmayı tümden savunduğu için Arnavutluk’ta bir anekdot olarak hatırlandı. Onun, Arnavutluk bir “Şok Terapi”ye ihtiyaç duyuyor meşhur açıklamasından dolayı Amerikalılar onlara ülkeyi yeniden inşa etmek için “Açık Çek” vermeye söz vermişti. Fakat Pashko’nun tahminleri doğru çıkmadı. Ülke komünizmden demokrasiye dönüşüm döneminde en zorlu yıllarıyla yüzleşiyordu.
1990’ların başlarındaki Arnavutluk’ta Amerikan Dış Politika yapıcılarının en önemli çehresi Amerikanın Tiran’daki ilk elçisi William Ryerson oluyordu. O, 1991’de ülkedeki ilk Amerikan elçiliğini açtı ve Amerika’nın Arnavutluk’a yönelik bir çok politikasına yön verdi.Ryerson Sali Berisha’nın Demokratik Parti’sine verdiği diplomasi dışı destek ve emirler ile birlikte komünizme nefretiyle hatırlanıyordu. Ryerson’un elçiliği döneminde Arnavutluk’taki Amerikan müdahalesi en üst noktaya ulaştı. Ryerson seçim mitinglerinde Berisha’dan sonra kürsüye çıkmaktan utanmadı ve sıklıkla komünizm karşıtı demeçler verdi ve insanları komünist kurumlara/ileri gelenlere karşı kışkırttı. Onun elçiliği yönetiminde Amerikan hükümeti Demokratik Parti’ye iktidarını sağladı ve Arnavutluk’u askeri, ekonomik, ve politik açıdan tamamen destekledi ve ülke en iyi isteklere yöneldi. William Ryerson Amerika Birleşik Devletleri elçisi olarak 1991’den 1994’e kadar hizmet etti.[3] Bu dönem boyunca Arnavutluk Amerika’dan yaklaşık 236 milyon dolar ekonomik yardım aldı. Amerika, İtalya’dan sonra Arnavutluk’a ikinci en büyük çift yönlü ekonomik bağış yapan ülke oluyordu. Bu dönemde Amerikalılar Arnavutlar için en fazla sevilen insanlardı. Onların müdahalelerinden sonra ülke komünist boyunduruğu yılları boyunca kaybettiği özgürlükleri kazanmış ve sonunda Arnavutlar geçmişteki izolasyonları kesmiş ve batı dünyasının ekonomik üstünlüğünü görüp hissedebilmişlerdi.
Sali Berisha William E. Ryerson
Komünizm sonrası Amerikalılar
Bununla birlikte, Amerika’nın Arnavutluk ile aşk ilişkisi uzun sürmedi. Berisha Amerika’nın adamıyken bile, onun muhalefete ve Güney Arnavutluk’a yayılmayı amaçlayan Yunanistan’a karşı politikaları ve yine Berisha hükümetinin Türkiye ve İslam Dünyası ile yakın ilişkiler kurması Amerikalılar için kaygı doğuruyordu. Amerikalılar Berisha’nın hükümet döneminin ilk yıllarında onun rejimini açıkça destekliyor olsa bile, daha sonra, Bosna çatışmasının gelişmesiyle Berisha ve Demokratlar Arnavutluk’u yönetmek için yanlış kişiler olarak görülüyordu. Komünizmden kurtardıktan / temizledikten sonra Amerikalılar Müslüman Dünya’daki ve özelde Balkanlardaki İslam’ın yeniden doğuşunu ve Müslüman kimliği büyük bir ilgiyle izlemeye başladılar. Onlar yeni Müslüman ve milliyetçi unsurların Demokratik Parti etrafında toplanması sebebiyle endişeleniyorlardı. Bu unsurlar Kosova Arnavutlarının ve Bosna Hersek Müslümanlarının desteklenmesi için Yugoslavya’daki çatışmaya müdahil olmayı savunuyorlardı.
Arnavutluk, CIA’e üsler sağlıyor, gelecekte Arnavut nüfusun yaşadığı Kosova’da Yugoslav çatışmasının çıkabilmesi sebebiyle Amerikalılar için bölgede stratejik bir partner oluyor olsa da Washington’da büyük bir endişe ile izleniyordu. Bu sebeple Demokratik Parti’nin 1991’den 1996’ya kadar süren ilk yönetimi boyunca Amerikalılar Demokratik Parti hakkında iki tutuma sahiptiler.
1991’den 1994’e kadar Arnavutluk’un bir müttefik olarak görüldüğü Bush yönetimi onların ilk pozisyonu olarak izleniyordu ve komünist karşıtlarını destekleyip siyasal yapının iç yönetimine yatırım yapmaları sebebiyle ülkeye nüfuz ettiler. 1992’de Arnavutluk’ta Askeri İrtibat Timi konuşlandırdılar ve Arnavutluk ordusunu öldürücü olmayan malzemeler, teknik uzmanlar ve eğitim imkanlarıyla teçhiz etmeye başladılar. Aynı zamanda onlar Arnavutluk hükümetini Sovyet askeri malzemelerini yok etmeye ve Amerikalılara geçmişten kalan tüm güçlerini göstermeye zorluyorlardı. Daha sonra onlar ülkeyi Nato üyesi olmak isteyen ilk Doğu Avrupa ülkesi olmaya sevk ettiler ve Şubat 1994’de Nato-Barış için Ortaklık grubunun bir üyesi yaptılar. Arnavutluk, CIA’nin Bosna ve tüm Yugoslavya üzerindeki keşif uçuşları için uygun üsler sağlarken, aynı zamanda ülkenin kara, deniz ve havaalanı imkanlarını Nato’nun Eski Yugoslavya’daki operasyonları için hizmete veriyordu.
Ancak, Bosna Savaşı’nın bitmesi ve 1993’de Clinton’un Beyaz Saray’a seçilmesiyle Berisha’nın yaklaşan Kosova Sorunu hakkındaki tutumu ve Arap Dünyası’ndan gelen yatırımlar sebebiyle kuşkulanan Amerikalılar kendilerini Demokratlardan uzak tuttular ve nihayet ülke destabilize oldu. Clinton yönetimi Berisha’yı güçlendiren Bush yönetimine muhalifti ve bu konuda da öyle yaptı. Clinton yönetimi Amerika’daki güçlü Yunan lobisi sebebiyle ağır bir etki altında kalıyordu. 1995’te CIA’in başkan yardımcısı ve sonra da başkanı olan George Tenet’in yakın arkadaşı Nicolas Gage’nin liderliği altında Yunan lobisi Amerika ve Brüksel’de Arnavutluk hükümetine karşı onu “İslamcı”, diktatör ve Yunan ayrımcısı olarak suçlayan bir lobi faaliyeti yürüttü.
Arnavutluk’taki Amerikan politikalarının değişmesine Berisha’nın dostu ve hararetli bir kıdemli komünist karşıtı olan elçi Ryerson’un Joseph Lake (1994 – 1996) ile değiştirilmesi de eşlik ediyordu. Elçilik ve yönetimin değişmesiyle Amerikan politikaları Berisha ve onun hükümetiyle olan ilişkilerinde U dönüşü yaptı. Arnavutluk’a karşı düşmanlıklar işaretlerini Amerikalıların 1995’de Berisha hükümetini insan hakları ihlalleri ve Yunan azınlığa karşı ayrımcılık yapmakla suçlayamaya başlamasıyla gösterdi. 1995’in sonlarında Devlet Departmanı Arnavutluk’taki demokrasi hakkında ciddi endişeler açıklamaya başladı ve Demokratik Parti’nin yönetiminin meşruiyetini sorguladı.
Amerika’nın Arnavutluk hakkındaki politikalarının dönüşüyle paralel olarak 1995’in sonunda ve 1996’nın başlarında ülke büyük bir entrika dalgasıyla sarsılıyordu. Bu entrika gizli bir şekilde geliştiriliyordu. Arnavutlara, hayatlarını kurtarmak için çok yüksek oranda karlarla mevduat toplama teklifi başlatıldı. Caferi, Sudja ve Populli gibi bankerler Arnavutlara aylık %12 -19 oranında mevduat faizi teklif etmeye başladı. Tüm politikalarını çok uzun süre Amerikalıların tavsiyelerine dayandıran Arnavutluk hükümeti, entrikaların artışı ile bir acemilik ve şaşkınlık yaşıyordu. Berisha’ya ne yapıp ne yapmayacağı konusunda her konuda tavsiyelerde bulunan Amerikalılar entrikalar yayılınca sustular. Onlar ancak 1996 seçimlerinde Demokratik Parti oyların büyük çoğunluğunu kazanınca Berisha ile konuştular. Seçimlerin tamamen demokratik olarak yapılmadığını ilan ettiler ve bu seçimleri “Arnavutluk’un demokratik gelişiminde geriye dönük ciddi bir adım” olarak nitelendirdiler.
Bu esnada bankerler Arnavutluk’ta sihir etkisine sahipti. Onlar Arnavutluk sadece 3 milyon nüfusa sahip olduğu halde bir kaç ay içinde tüm ülkeden 2 milyon hesap sahibini cezp ettiler. 1996 yılı boyunca bankerler aylık faiz oranlarını arttırdılar. Kasım ayına gelindiğinde bankerler Arnavutların bütçesinin 1.200.000.000 dolarlık kısmını toplamayı başarmışlardı. Aşırı para çekmeleriyle bankerler Arnavutları evlerini, çiftliklerini ve her şeylerini onların yatırımları için satmaya zorladılar.
Bankerler çok güçlüydüler. Onlar Arnavut politikacılarla dost olmaya ve ülkenin politikalarında güçlü bir oyuncu olmaya başladılar. Buna rağmen bankerlerin oyunu uzun sürmedi. Ocak 1997’de Sude ve Gjallica’nın bankerleri parayı kaçırdılar ve çöktüler. Onların çöküşüyle halkın para kazanmanın bu kolay yoluna olan güveni yok oluyor ve Arnavutlar tasarruflarını diğer bankerlerden geri almaya başlıyordu. Banker Skandalının patlamasıyla yüzleşen hükümet Ocak 1997’de 250 milyon dolar veya ülkenin GSMH’nin[4] (Dipnot) %10’una karşılık gelen miktarda parayı Caferi ve Populli’nin hesaplarında donduruyordu. Ancak Mart 1997’de bankerler Arnavutluk’u toptan bir kaosa sürükledi. Hükümet, iflasların korkusuyla oluşan genel paniği önleyemiyorken eski komünistler tarafından hükümete karşı yayılan genel hayal kırıklığı sebebiyle muhalefet ülkeye yayıldı. Aynı zamanda Amerika askeri yardımlarını ve Arnavutluk hükümetiyle olan hizmet programlarını donduruyordu.
* * *
Banker skandalının patlaması Arnavutluk’u 1998’e kadar süren bir sivil kargaşaya sürükledi. Bankerlerin Arnavutluk kurumlarında etkili olduğu siyasi şokların benzerleri ancak Soros’un 1997’de Güney Asya’ya yüklediği krizde bulunabilir. Ancak, Arnavutluk’ta sivil kargaşa son derece şiddetli ve öldürücüydü. Kargaşa evvela spekülasyonlarda paralarını kaybetmiş uyuşturucu kaçakçısı çetelerin silahlanıp polis ve askeri garnizonlar ile devlet kurumlarına saldırdığı Güney Arnavutluk’ta başladı. Spekülasyonlarda parasını kaybetmiş halk umutsuzlukla devlet yatırımlarından özel şirketlere kadar her ne olursa yağmalamaya başladı. Diğerleri arasında onlar, yaklaşık bir milyon silahı da yağmaladılar ve onları Tiran’ın demokratik seçimle gelen hükümetine karşı isyanda kullandılar.
Amerika’nın Sesi’nin Arnavutluk’taki o zamanki raportörü Mero Baze 1997 ayaklanmaları hakkında yazdığı ve bu dönemde olanların büyük kısmının karşılandığı “Amerikan – Arnavutluk Gerçekleri” (Realitete shqiptaro-amerikane) isimli kitabında bir çok olayın Amerika’nın Sesi programı ve Tiran’daki Amerikan Elçiliği’ne rağmen Amerikalıların kendileri tarafından kışkırtıldığını anlatır. Bu dönemde Tiran’daki Amerikan diplomasisi 1996’da Joseph Lake’in yerine atanan Marisa Lino tarafından yürütülüyordu. Marisa Lino saldırgan ve güçlü bir bayandı ve hükümetinin olabilecek tüm desteğiyle Berisha’nın hükümetine karşı muhalefeti idare etti ve saldırdı. O, 1990’ların başında Ryerson’un komünistlere davrandığı gibi davrandı. Clinton yönetiminin ilan edilmemiş desteği ve bir çok gözlemciye göre ülkedeki CIA yöneticilerinin hazır bulunmasıyla güneyli çeteler Arnavutluk idaresine karşı açık bir politik saldırı yürüttüler. Arnavutluk hükümetine karşı isyancılara Güney’den, Kuzey Epir’i veya Güney Arnavutluk’u kurtararak Yunanistan’a katmak isteyen bir çok Yunan ve Ortodoks Ulah da katılıyordu. Yunan medyası ve devleti de aynı şeyi yaptı. Onlar, kendilerine göre 1913’den bu yana Arnavutluk’un işgali altında olduğunu iddia ettikleri Güney Arnavutluk’u kurtarmanın hakları olduğunu iddia ederken Güney ayaklanmasını açıkça destekliyorlardı. Arnavutluk’un şimdiki dışişleri bakanı Edith Harxhi 1998 yılındaki “Arnavut Demokrasisine karşı Yunan-Komünist Komplosu”[5] isimli incelemesinde tüm Yunan yöneticilerinin Güney’deki bölgesel kazançlarında büyük umutlara sahipken yüksek düzeydeki Yunan politikacıların 1997’deki isyana karıştığını dile getiriyordu.
Joseph Lake Marisa Lino
Amerikalıların ve Avrupalıların onun rejiminin yaşamasına sempatiyle bakmadığını anlayan Başkan Berisha, Haziran sonundan evvel yeni bir parlamento seçimi yapmaya ve geçici bir koalisyon hükümeti kurmaya mecbur kalıyordu. Bu dönemde Arnavutluk, bir milyona yakın kaleşnikof ve diğer silahları yağmaladıktan sonra ülkenin çoğunu kontrol altına alan silahlı çeteler tarafından yönetiliyordu. Onlar Tiran hükümetini devirmek için Amerika’nın ve Batı Avrupa’nın açık desteğine sahiptiler. Asilerin Berisha hükümetine karşı sahip oldukları en büyük destek Nisan 1997’de Güney Arnavutluk’taki Vlora limanına geldiğinde Arnavutluk’un düzenini ve “Yeniden Doğuş”u sağlamak için İtalya komutasında çok uluslu bir güce ihtiyaç olduğunu söyleyen İtalya Başbakanı Romano Prodi’den geliyordu. Ağır silahlı İtalyan ordusunun korumasıyla yasadışı olarak Arnavutluk’a girdiğinde Parodi kötü şöhretli katil Myrteza Caushi idaresindeki isyancılar tarafından alkışlanıyordu. Kısa zaman sonra hükümet seçimleri yaptığında Güneyli uyuşturucu kaçakçıları ve Ortodoks politikacıların baskın olduğu Sosyalist Parti seçimi kazandı. Zamanın birçok gözlemcisine göre seçimler tamamen maniple edilmişti. Ancak Berisha’nın önünde bir dilemma vardı: Sivil savaş veya politik yenilgi. O ikincisini tercih etti.
Amerikalılar, Sosyalistler ve Uyuşturucu Ağaları
1997’de Sosyalist Parti ve müttefiklerinin el koyduğu ülke, Hamit Karzai’nin Afganistan’ına çok benzemişti. O, ilk olarak Berisha’yı düşürmek için yaratılan ve ülkedeki uyuşturucu ve suç imtiyazlarını genişleten uyuşturucu şebekeleri, eski komünistler ve ağalar tarafından yönetiliyordu. Berisha’nın düşürülmesi için ayaklanan halkın çoğu onun gidişinden sonra kendilerini politikanın içinde buldular ve Sosyalist Parti’ye katıldılar. İktidarın gücü sonucu Sosyalist Parti içindeki farklı gruplardan güçlü imtiyazlılar, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı yollarını kısa ömürlü Sosyalist hükümetler serisinin Arnavutlukta var olduğu gelecek 8 yıl boyunca kontrol ettiler. Sosyalistlerin bu süreçte oluşturdukları hükümetler aşağıdadır:
Fino Hükümeti: 11 Mart 1997 – 24 Temmuz 1997 Bashkim Fino liderliğinde
Nano Hükümeti: 24 Temmuz 1997 – 2 Ekim 1998 Fatos Nano liderliğinde
Majko Hükümeti: 2 Ekim 1998 – 29 Ekim 1999 Pandeli Majko liderliğinde
Meta Hükümeti: 29 Ekim 1999 – 22 Şubat 2002 İlir Meta liderliğinde
Majko Hükümeti: 22 Şubat 2002 – 31 Temmuz 2002 Pandeli Majko liderliğinde
Nano Hükümeti: 31 Temmuz 2002 – 11 Eylül 2005 Fatos Nano liderliğinde
Bashkim Fino Fatos Nano Pandeli Majko İlir Meta
Arnavutluk’un onların çiftliğine döndüğü yönetimleri döneminde Sosyalistler kendilerini Amerikalılara sadık vasallar olarak gösterdiler. Marisa Lino’nun 1997’de Amerikan elçisi olarak başlayışıyla Arnavut politikalarına açık ve doğrudan müdahalelerin - emsalleri ancak Latin Amerika veya bu günlerin Irak’ında bulunabilecek- evvelki örnekleri devam etti. Amerikalıların Arnavutluk’un politikalarına müdahalesi öylesine doğrudandı ki, bir çok olayda Amerikan elçisinin sosyalist hükümet için bakanları bile bizzat seçtiği söylentileri yayıldı.
Berisha’nın iktidardan uzaklaştırılmasıyla saltanat süren Marisa Lino Amerika’nın en agresif elçilerinden birisiydi. O, Arnavutluk’un genel valisi gibi davranıyordu ve tüm politikacılar ondan çekiniyordu. Onu izleyen elçi Joseph Limprecht (1999-2002) daha da agresifti. Öyle ki Arnavut politikacılara ne yapacaklarını dikte ediyordu. Marisa Lino’dan James Jeffrey’e (2002-2004) Amerikan elçileri Arnavutluk’un içişlerine açık bir müdahale politikası yürüttüler. Onlar, yerel politikacılar üzerinde, ne yapıp ne yapmayacaklarına dair, bir dikte politikası kurdular. James Jeffrey de agresif Amerikan elçilerinden biriydi. Örnek verirsek; muhaliflerin sosyalist yönetimi protesto etmesine karşıydı ve basında yer alan, Amerikan hükümetinin protestocuların ne yapmak istediğini sorgulayan ve memnun olmadığını bildiren deklarasyonu ile muhaliflere açıkça saldırıyordu. O aynı şeyi, her ne isterlerse onu yapmayı, iktidar pozisyonundakilere de yapıyordu. Amerikalılar tüm Arnavut hükümetlerin bekası endişesini yerleştirdiklerinden ardı ardına gelen tüm sosyalist hükümetler de Amerikalılarla onların sömürgeci teşebbüslerinde müttefiktiler ki Amerika bu dönem boyunca Orta Doğu’da da bunu yaptı. Sosyalist hükümetler yalnızca Irak ve Afganistan’a paralı asker göndermekle kalmayıp, 11 Eylül sonrası Arnavutluk’taki Arap ve Müslüman çevreleri peşini bırakmamacasına avlamak için CIA ile de çok yakın bir işbirliği yaptılar. Bu süreç boyunca bu insanların bir çoğu eziyete uğradı, öldürüldü, işlerine el konuldu, kaçırıldı ve ülkeden atıldı. Amerika’nın teröre karşı savaş olarak isimlendirdiği dönemde Tiran’da bir FBI ofisi açıldı. O dönemde ülkenin CIA’in Arap muhalifleri ve gizli tutukluları sorguladığı bir üs olarak hizmet ettiğine inanılıyordu. Arnavutluk aynı zamanda CIA’in zorla kaçırdığı meşhur Araplara gizli bir hapishane olarak hizmet ediyordu. Halid el Masri bu kötü muamelelerden sonra Amerikan hükümetine dava açmıştı.
Joseph Limprecht James Jeffery
Amerikalıların Arnavutluk’ta yerleştirdikleri sömürgeci yönetim tarzının en iyi temsilcisi olan James Jeffrey, Arnavut politikacıları elinde tutması ve onlara dikte etmesi gibi iyi sonuçları sebebiyle Washington tarafından Mart 2005’ten Haziran 2005’e kadar Amerika’nın Irak’taki koordinatörü olarak atanıyordu. Onun liderlik tarzı Washington’u çok etkilemişti ki, onu Arnavutluk’tan alarak söz dinlemez sömürge Irak’a rehber olarak göndermişti.
Kosova Çatışması
Arnavutluk kendi sivil rahatsızlığı ile meşgul iken bir başka bölgede, Eski Yugoslavya’nın Kosova eyaletinde istikrarsızlık gelişiyordu. Bölgenin yıllardan beri Sırp boyunduruğu altında acı çeken Arnavut sakinleri Arnavutluk’taki istikrarsızlığı kendi çıkarları için bir şans olarak kabul ediyorlardı. Kosovalılar büyük sayılarda silahı Arnavutluk’tan satın alarak Kosova’ya, evlerine gönderdiler. Kendilerini kaleşnikof ve diğer askeri malzeme ile silahlandırdıktan sonra Kosova Kurtuluş Ordusu’nu (Ushtria Çlirimtare e Kosoves – UÇK) yaratmaya çalıştılar ve onunla bölgedeki Sırp askeri varlığını tehdit ettiler.
UÇK Arnavutluk ayaklanmasından sonra satın
aldığı silahlar ile bölgede direnmeye çalışıyordu.
Kosovalıların silahlanması Balkanlardaki statükoyu değiştirdi. 1998 yılına kadar Kosova İbrahim Rugova’nın ve partisi Demokratik Lig’in şiddet karşıtı politikaları sebebiyle sessizlik içindeydi. Arnavutluk ayaklanmalarıyla Kosovalı politikacılar da rotalarını değiştirdiler. Kosovalı Arnavutlar uluslararası toplumca hayal kırıklığına uğratılıyordu. İnsan hakları gözlemcilerinin ve uluslararası diplomatların Sırplar tarafından Arnavutlara yapılan bağışlanamaz ve sistematik olan insan hakları ihlallerine dair periyodik raporlarına rağmen uluslararası toplum onların kötü durumunu fark etmek ve yardımlarına gelmek için fazlaca bir şey yapmıyordu. Kosovalı Arnavutlar Bosna Savaşı’nı sona erdiren Dayton anlaşmasında uluslararası toplumun kendi problemlerini bütünüyle göz ardı ettiğinde de derin bir hayal kırıklığına uğramışlardı.
İbrahim Rugova
Bosna örneğinde olduğu gibi Amerikalılar sadece Müslümanlar kurban olduğu müddetçe çatışmayı ihmal etmek ve bunu Sırbistan’ın bir iç meselesi olarak görmek istiyorlardı. Onlar, Arnavut savaşçıları terörist olarak da isimlendiriyorlardı. Ancak Kosova çatışması Eski Yugoslavya’nın en eski çatışmasıydı. O, Tito’nun 1980’lerdeki ölümüyle başlamıştı. Ama uzun bir süre için bu çatışma, Sovyetlere karşı savaşılırken Sırbistan ile iyi ilişkiler kurmak isteyen Amerikan dış politika yapıcıları tarafından bir kenara konulmuştu.
Ancak, Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya Arnavutlara karşı agresif ve şovenist olan yeni Sırp elitlerinin egemen olduğu bir devlet haline gelmişti. Sırp milliyetçileri için Kosova, 14.yüzyılda Türkler tarafından yenilgiye uğratıldıkları bir yer olduğundan bu yana bir çeşit Filistin olarak görülüyordu.[6] Bu agresiflikleriyle Sırplar iddia ediyorlardı ki Kosova’nın onların milli hislerinde/hallerinde sahip olduğu anlam ancak Siyonizm ile benzerlik bulabilirdi. Sırplar Yahudilerin Filistinlilere yaptığını Kosovalı Müslüman Arnavutlara yapmak istiyorlardı. Arnavutların Tito’nun dönemi boyunca Yugoslavya içinde bir otonomiye sahip oldukları gerçeği Sırplar için bir kabus idi. Ancak Tito’nun ölümü ve Amerikalıların dikkatlerini Sovyetler Birliği’ne yöneltmesiyle onlar Kosovalıların insan haklarına karşı toptan bir saldırı başlattılar. 1980’lerin ortalarından 1999’a kadar Sırp elitleri Yugoslavya cumhuriyetlerinde nasıl egemen olabileceklerine ve Arnavutları nasıl imha edebileceklerine dair bir çok plan hazırladılar.
Arnavutların Sırp egemenliğinden kurtulma ümitleri Sırplara karşı barışçı muhalefeti savunan ve Arnavutlara Batı’nın problemlerini çözeceğini söyleyen, kendini Kosova’nın başkanı ilan eden İbrahim Rugova’nın kötü liderliği sebebiyle 1990’lı yıllarda maniple ediliyordu. 1997’de Kosovalılar Arnavutluk için büyük umutlar besliyorlardı ama Batı onlara sırtını döndü ve onlar kendi kaderlerini kendi ellerine almaya karar verdiler. 1997 sonlarında Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) açıkça ayaklandı ve dünyanın her tarafındaki Arnavutlardan Sırp baskısına karşı savaşmak için destek istedi. UÇK’nın taleplerine cevap çok büyüktü. Arnavutluk’tan Amerika Birleşik Devletlerine kadar Arnavutlar geleceklerini İbrahim Rugova ve ona bunu öğütleyen sponsoru Vatikan gibi çiçeklerle değil silahlarla kurmayı isteyen Kosovalılara para, asker ve silah göndermeye başladılar. Amerikalılar evvela her anlamda mümkün bir savaşı durdurmakla ilgileniyor ve İbrahim Rugova’nın barışçı politikalarını destekliyorlardı. Fakat Sırplar Kosovalıların hareketlerine şiddetli cevap veriyordu. Sırp askeri kuvvetleri ilk büyük katliamlarını 1998 yılının ilkbaharında Drenica’da organize ettiler. Burada Adem Jashari ailesinden 51 kişi katledilmişti. Bu katliam Arnavutların İbrahim Rugova’nın barışçı politikalarından ayrılışlarına hizmet etti.
Drenica katliamının ardından yapılan cenaze merasimine
binlerce kişi iştirak etmişti.
Kosovalılar Sırpların boyunduruğuna karşı isyan ettiğinde Amerikanın cevabı karışıktı. Evvela onlar Kosovalı savaşçıları terörist olarak andılar ve terörist organizasyonlar listesine almakla tehdit ettiler. Buna rağmen Sırp rejiminin kameralar önünde Arnavutlara karşı işlediği suçlar ve uluslararası toplumun Bosna’da neyi yanlış yaptığına dair taze anılar ve yine Arnavut göçmenlerin Batı Avrupa’ya yönelik demografik tehdidi Batı’yı ve Clinton hükümetini bir çok konuda baskı altına soktu. Amerikalılar ve Batı, Arnavutlar ile bir nefret-sevgi ilişkisiyle doluydular. Bir tarafta Fransa tarafından idare edilen Avrupalılar kendilerini Avrupa Hıristiyanlığının savunucusu olarak resmeden Sırplara karşı nostaljik bir hisse sahipti. Ancak öbür taraftan Batı savaştan kaçmaya başlayan 2 milyon Arnavut ile ne yapabilirdi? Amerikalılar için Kosova’ya müdahale etmek kolay bir iş değildi. Washington’da bir çok ses buna karşı çıkıyordu. Colin Powel’a ve bir çok benzer düşüncedeki ulusal güvenlik uzmanına göre Amerika kuvvetlerini arttırmalı ve ancak onun hayati çıkarları tehlikede ve zafer kesine yakın olduğunda müdahale etmeliydi. Kosova Powel Doktrini olarak anılan kriterlerin hiçbiri ile karşılaşmadı.[7]
Yine de 1998 yazında Amerikalılar ve Avrupa Birliği seçeneksiz kalıyordu. Arnavut kurbanların Batı’ya kaçışı görülüyordu. Onlar Kosova krizine katılmaya karar verdiler ve Sırbistan’a katliamlara son vermesi için baskı yaptılar. Bunun için ülkeye ambargo koydular ve çatışmaların kızışmasıyla batılı güçler Sırpları ve Arnavutları uyuşmazlığı müzakere etmek üzere 1999 Mart’ında Fransa’daki Rambouillet’e çağırdılar. Anlaşma UÇK’yı silah bırakmaya ve Milosevic’i Kosova’daki askeri mevcudiyetini kesin bir şekilde azaltmaya çağırıyordu. Otonomiye ilişkin yetkiler restore ediliyor ve Nato Barışgücü kuvvetleri yerleştiriliyordu. Ancak bunlar, tam bağımsızlık için garanti isteyen Kosovalılar için çok az ve bölgenin tamamını kontrol etmeyi, Sırp ruhunu gözeten askeri kuvvetlerini bölge dışına çıkarmamayı hesap eden isteyen Milosevic için ise çok fazlaydı.
Müzakereler sürerken Milosevic ağır silah ve araçları Kosova’ya göndermeye devam ediyordu. Nato, eğer Sırplar anlaşmayı imzalamaz veya Kosova’dan tamamen çekilmez ve Kosovalılar planı kabul etmezse bombalamakla tehdit etti. Bu gerilimin içinde Kosovalılar dokümanı imzalamanın imkanı olmadığını söylediler ve planı sunmak üzere Kosova’ya döndüler. Rambouillet’e dönüş üzerine Kosovalılar anlaşmayı imzaladı. Fakat Milosevic bunu reddetti ve Kosova’nın etnik temizliği için hazırlıklara başladı ki onun kuvvetleri bölgeyi doldurmuştu. Arnavutlara karşı etnik temizlik Sırpların yararına olduğundan Amerika bunu Kosova’ya hücum etmek ve Sırbistan’ı bombalamak için bir bahane olarak kullandı.
24 Mart 1999’da Başkan Clinton Kosova Arnavutlarını Sırp baskısından kurtarmak ve Kosova çatışmasının Makedonya’ya yayılmasını önlemek için bombalama emri verdiğini açıkladı. Bu gibi bir gelişme iki Nato ülkesinin –Yunanistan ve Türkiye- bölgesel bir savaşına meydan verebilecek potansiyele sahipti.[8] Amerika’nın müdahalesi sonucunda Birleşmiş Milletler 1124 sayılı karar ile Sırp kuvvetlerinin Kosova’dan çekilmesi ve bölgenin Birleşmiş Milletler koruması altına girmesini deklare ettiğinde, Nato ittifakının müsaadesiyle Amerikalılar 1999’da Sırbistan’ı mağlup eden savaşa komuta ettiler.
O tarihten bu yana Kosova Birleşmiş Milletler tarafından yönetiliyor görünse de dolaylı yoldan Amerikalılar tarafından yönetiliyordu. Arnavutluk yönetimi çatışmadan tamamıyla uzak tutulurken Amerikanın tüm otoritesi bölgeye yerleştirilmeye ve onların Kosova’ya müdahaleleri Amerika’nın İslam’ın lehine yaptığı bir müdahale gibi gösterilmeye çalışıldı. 11 Eylül’ün akabinde yaşanan uluslararası gelişmelerde Amerikalılar sürekli olarak Kosova örneğini Müslümanlara düşman olmadıklarını göstermek için kullandılar. Böylelikle 11 Eylül’den iki ay sonra Başkan Clinton Georgetown Üniversitesindeki bir konuşmasında, “Gerçekleri açığa çıkarmak ihtiyacımız olan çok iyi bir iştir. Orta Doğu’daki Müslümanların çoğu, ben garanti edeceğim, siz en son seferde bizim askeri kuvvetlerimizi Bosna ve Kosova’nın zayıf Müslümanlarını kurtarmak için kullandığımızı bilmiyorsunuz.” demişti.[9]
* * *
Kosova çatışmasının kontrol altına alınmasıyla Amerikalılar aynı yolu tüm Batı Balkanları egemenlikleri altına almada kullandılar. Bundan sonra da onlar Kosova ve Arnavutluk’taki Arnavut politikacıları maniple ettiler ve kendilerini Arnavutların en iyi dostları olarak gösterdiler.
1998 – 1999’daki göçmenlerin yükünün büyük kısmını çeken ülke olması sebebiyle Arnavutluk Kosova Savaşı’nda çok acı çekti. Ancak Kosova’dan Sırpların sürülmesi Arnavutluk ve Kosova’daki Amerikan nüfuzunu kuvvetlendirdi. Bunun sonucu olarak, 2005 yılındaki seçimlere kadar Arnavutlar, Amerikalıları kurtarıcıları olarak düşünmeleri sebebiyle, İsrail’den sonra dünyadaki en büyük Amerikan taraftarı halk olarak gösteriliyordu
Arnavutluk gerçeğinde, geçmişteki Amerikan oyunlarından ve 1997’deki iç savaştan ülkenin büyük acılar çekmesine rağmen Amerikan taraftarlığı karşı konulamayacak kadar büyük önemde bir tabudur. Bugün Balkanlarda Arnavutluk veya Kosova hükümetlerinin hiçbiri Amerikan desteği olmaksızın devam edemez. Bu histeri ve korkunun Arnavut politikacılara yerleştirildiği, medyatik tüketim için bir kısım tılsımlar olarak Amerikan bayraklarını özel ofislerinde bile tutan Arnavut politikacılar ve liderler yoluyla görülebilir. Bu gün Arnavutlar hararetli Amerikan taraftarı politikacılar tarafından yönetiliyor. Eski bir komünist general olan Arnavutluk’un Cumhurbaşkanı Alfred Moisiu buna bir örnektir. O, 1991’den sonra Nato için Arnavut Derneği’nin başkanı yapıldı. Bir Ortodoks Ulah ve sadık Amerikan taraftarı olan Moisiu USAID tarafından 2006 yılında Tiran’da yapılan bir anket çalışmasıyla ülkenin en onurlu politikacısı olarak derecelendiriliyordu. O, 2005 yılında Londra’da “Arnavutluk’ta Müslüman yoktur” açıklamasını yaparak Arnavutluk Müslümanlarına saldırmışsa da, Tiran’daki Amerikan elçiliğinin en sevdiği adam ve Amerikanın Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın birçok yerinde işlediği suçların başlıca savunucularından biridir.
Temmuz 2005’de yapılan seçimlerde Arnavutluk Demokratik Partisi iktidara geri gelmişse de Sali Berisha ve onun Demokratik Partisi Arnavutluk’un evvelki hükümetlerinin Büyük Birader ile sahip oldukları yolu -ki Büyük Birader evvelki hükümetleri olduğu gibi yeni hükümeti de göz altında tutmaktadır- izlemektedir. Aynı şey Kosovalılara da olmaktadır. Kosova ve Arnavutluk Arnavutları çok iyi bilmektedirler ki Büyük Birader’in lütfu olmazsa onların Balkanlardaki kaderi çok kolayca değişebilir.
Clinton’un fotoğrafı Kosova’da halen revaçta
BOSNA ÖRNEĞİ
Halil Ibrahimi
1980’lerin sonları ve 1990’ların başları Komünist Blok’un ve Soğuk Savaş günlerinden bu yana var olan iki kutuplu dünyanın çöküşüne şahitlik etti. Aynı zamanda, eski komünist ülkelerde bir çok yeni değişiklik oldu ki bunların büyük kısmı Amerikan Dış Politikalarının bu ülkelere karşı olan tutumlarının değişmesinden kaynaklanmaktaydı. Örneğin, Amerika’nın uluslararası arenadaki tutumları. Amerikanın ilgisinin odak noktalarından birisi Eski Yugoslavya bölgesinde yoğunlaşıyordu. Onun yıkılışından evvel Yugoslavya altı cumhuriyet ve iki özerk bölgeden oluşuyordu. Komünizm dönemi boyunca hiç kimse Yugoslavya’nın daha sonra yaşandığı şekliyle yıkılabileceğini hayal edemezdi. Ancak George Kennan Tito döneminin sona ermesiyle Yugoslavya’da ne olacağının kokusunu alabiliyordu. 1989’da Amerikanın son Yugoslavya elçisine yazılan bir mektupta o şöyle diyordu: “Bugün, Soğuk Savaş’ın bitimiyle insanlar Yugoslavya hiçbir tehlike içinde değildir diye düşünüyor. Buna rağmen bence onlar yanılıyorlar. Balkanların tümünde yanlış bir istikrarsızlık hattı gelişiyor. Bence Yugoslavya’daki olaylar şiddete dönüşecek ve bir kaç yıl içinde Batı Ülkelerini ve özellikle Birleşik Devletleri onların en büyük dış politika problemlerinin birisiyle yüzleştirecek”[10]
Ve 1991 Haziranında çatışmalar başladı. Çatışmalar evvela, bağımsızlıklarını ilan eden ancak onları şiddet yoluyla federal birliğe döndürmek isteyen Yugoslav ordusunun saldırısıyla karşılaşan Eski Yugoslavya cumhuriyetlerinden Slovenya ve Hırvatistan ile başladı. 1992 Nisanında Bosna Hersek de bağımsızlığını ilan etti. O zamanlar Bosna nüfusunun %44’ünü Müslümanlar, %31’ini Sırplar ve %7’sini Hırvatlar oluşturuyordu. Bosna devletinin uluslararası tanınabilirliğinden evvel Eski Yugoslav ordusu bölgenin %70’ini istila eden Sırplar tarafından kontrol ediliyordu. Bu istilaya Müslümanlara karşı yapılan savaş suçları ve etnik temizlik eşlik ediyordu.
Amerika Birleşik Devletleri Devlet Sekreteri James Baker 1991’de Amerika’nın Yugoslavya’nın bütünlüğüne yönelik desteğini deklare etmişti. Buna rağmen, Sovyetler Birliğinin yıkılması ve Amerikanın Orta Doğu’ya olan ilgisi sebebiyle Bush hükümeti Balkanlarda olanların Batı Avrupalılara getirdiği yükü fazlaca ihmal etti. Makedonya ve Slovenya Yugoslavya’dan büyük bir kaza yaşanmaksızın ayrılmaya bir örnek iken Hırvatistan’ın ayrılışı şiddetliydi. Ve burada Batı, savaşlar ve katliamların önünde Bosna’nın tüm Müslümanlarını ihmal ederken, Sırplara karşı Katolik milletini destekledi.
Bosna’ya yönelik ihmal politikaları Başkan Bush hükümeti boyunca sürdü. Bununla birlikte Amerikan sistemindeki farklı gruplarda Amerikan savsaklamasının rahatsızlığı gösterildi. Sırp canavarlığına bir son vermek için Bosna’ya doğrudan müdahale sorgulanıyordu.
Devlet Bakanlığı için çalışan Warren Zimmerman, , Amerika’nın üç sebeple Bosna’ya askeri müdahalede bulunmak zorunda olduğuna inanıyordu. İlk sebep Bosna Çatışması’nın Amerika’nın bölgedeki Yunanistan, Türkiye, İtalya, Makedonya ve Arnavutluk gibi müttefiklerini destabilize etme etkisini hissetmesiydi. Ve bu çatışma daha sonra onun batılı müttefiklerine de buluşabilirdi. İkinci sebep küresel zorunluluktu; Bosna çatışması çözümünde Amerikan eksikliği Amerika için dünyadaki diğer çatışmalar açısından kötü bir teamül yaratacaktı. Ve üçüncü sebep ahlakiydi; dünya ve Amerika Birleşik Devletleri Bosnalı sivillere karşı yapılan jenoside karşı bir tepki vermek zorundaydı. En azından onlar Bosnalı Müslümanların kendilerini savunmalarını engellememeliydiler. Bölgedeki silah ambargosu Sırp ve Hırvat ordularının kendilerini teçhiz etmeleri ve silah sağlamanın alternatif yollarını çok önceden bulmaları sebebiyle etkisini sadece Müslümanlar üzerinde gösteriyordu.[11]
Birleşmiş Milletler’in emrettiği askeri ambargo büyük oranda Amerika Birleşik Devletlerinin askeri gücüyle yerine getiriliyordu. Savaşın ilk yılının tümü boyunca Bosnalı Müslümanların temsilcileri Amerikanın sözlü sempatisini kazandılar ama görünen bir hareket yoktu. Sırp askeri makinesi Bosna Hersek’in Müslümanlar tarafından iskan edilen bütün bölgelerinde etnik temizlik operasyonlarına devam ettiler. Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerindeki politika yapıcı gruplar savaşın tümü boyunca çatışmanın hiçbir dini gerekçeyle ilişkili olmadığını propaganda etmişlerse de, onun derinlerde dini nefretin dışa vurması ve ağırlıklı olarak Bosna’nın Müslüman halkına yöneltilmiş olduğu apaçık idi. Bosna Hersek’in yasal seçilmiş başkanı Aliya İzzetbegoviç bunun farkına vardı ve o yıllarda bir Amerika ziyaretinden sonra şunu deklare etti: “Bir an için Bosna’da Müslümanlar yerine Kuzeyli Protestanlarının yaşadığını varsaydığınızda şu an olan her şeyin aynen olup olmayacağını hayal edin. İskandinav ülkelerinin kamuoyu hükümetlerine bize ordu veya gönüllü asker göndermeleri için kesinlikle baskı yapacaktı. Belki Minessota ve Winconsin senatörleri Bir Amerikan müdahalesi için lobi faaliyeti yürütecekti. Bizim problemimiz şu ki; Biz Bosnalı Slav Müslümanlarız. Dünyada hiçbir akrabamız yok. Öyle ki, stratejik ve askeri hesaplar dışında hiç kimsenin bize yardım etmekle ilgisi yok.”[12]
Bir diğer Müslüman bölgeye,
Kosova’ya yerleşen Barışgücü askerleri
Savaş mezalimi devam ederken Amerikan dış politikasının soğuk savaş sonrası anlaşmaları Bosna ve Eski Yugoslavya probleminin çözümünün en önemli engellerinden birisiydi. Bosna Meselesi Amerikanın içinde ve uluslararası arenada Nato’yu çatışmalarla doğrudan ilişkilendirmeye götüren bir çok tartışmaya yol açtı. Balkanlardaki milli ve dini çatışmalar çok derin köklere sahip olsa da bu tarihi sebepler Osmanlılar, Habsburgslar ve sonra Tito[13] gibi yabancı güçlerce kontrol edildi. Bu sebepler bazı Amerikan politika yapıcıları tarafından Amerikanın Eski Yugoslavya ve özellikle Bosna çatışmasından uzak duruşunu haklı göstermek için kullanılıyordu. 1993’de Devlet Bakanı olan Lawrence Eagleburger bu mantığı bölgedeki yüzlerce yıllık nefret argümanıyla savundu.
Clinton Amerika’da iktidara geldiğinde Bosna’daki savaş başlangıcındakine göre çok daha karışık/çözümü güç bir hale gelmişti. Clinton hükümetinin liberal tavrı ve bu dönemde çatışmaların kızışması Bosna probleminin çözülmesi ve çatışmaya bir son verilmesi için bazı fırsatlar yaratmıştı. Yine, Amerika içindeki, Sırbistan tarafından çatışmalarda desteklenen Bosnalı Sırpların işlediği suçlara karşı baskılar ihmal edilemez bir faktördü.
Bunun için, iktidara geldikten sonra Clinton, Bosnalı Müslümanlara karşı uygulanan askeri ambargoyu kaldırmayı denedi, ki Avrupalılar da buna karşıydı. Ancak, Amerikan Kongresinin bir çok üyesi Bosnalıların bu zamanda silahlandırılması yönündeki Amerikan politikalarının çok zararlı olduğu yönünde salık veriyordu. Clinton yönetiminin Bosna’daki çatışmaları durdurmada daha büyük bir rol oynamaya teşvik edilebilmesinin sebeplerinden biri Kongre baskısı olmasıydı.[14] Amerika Birleşik Devletleri başkanlık departmanından Al Gore, ulusal güvenlik danışmanı Anthony Lake ve Amerika Birleşik Devletlerinin Birleşmiş Milletler’deki temsilcisi Madeleine Albright gibi bazı anahtar kişiler Bosna meselesinin çözümü hakkında çok sıkı çalıştılar. Lake, Amerika’nın Bosna çatışmasına yalnızca insani sebeplerle değil, evvela ve en önemlisi stratejik sebeplerle aktif olarak angaje olmak zorunda olduğu düşüncesindeydi. Bu dönemdeki tehlike bölge için son derece büyüktü. Çatışma Bosna’nın sınırlarının ötesine yayılabilir, Yunanistan ve Türkiye müdahale edebilir, Ortodoks Hıristiyan müttefikler Nato’nun Müslüman müttefikine karşı olabilirdi. Ve Bosna örneğinde, Müslüman sivillerin hayatlarının kurtarılmasıyla Amerikan yönetimi dünyaya Amerikan dış politikasının İslam karşıtı olmadığını ispatlayabilir ve Orta Doğu’daki Amerikan müdahalelerinin hayat kurtarıcı gibi algılanmasına hizmet edebilirdi.[15]
Bununla birlikte Amerikanın Bosna Müslümanları için başlangıç retoriği bir kara harekatı olmadan sonuçlandı ve bu sonuç Sırpların ve Hırvatların Bosnalı Müslüman sivil halka karşı yürüttükleri etnik temizlikte ellerinin serbest olmasını sağladı. Daha sonra, Bosna çatışması bittiğinde ve aynı Sırp askeri araçları Kosova’da bir diğer savaşa başladığında, Açık Toplum Enstitüsü yöneticisi John Fox Bosna’daki Amerikan politikasını ve onun Kosova’da tekrarını; “boş gözdağları, müttefiklerle aleni münazaralar, neticesiz uluslararası konferanslar, geleneksel el sıkışmalar ve sınırlı yaptırımlar”[16] şeklinde tarif etti. Etnik ve dini saikli suçlar için yeşil ışık Amerika Birleşik Devletlerinin Bosna çatışmasındaki pasif tutumu sebebiyle yakılmıştı ve Sırp askeri kuvvetleri bunu çok etkili biçimde kullanıyordu.
Bundan ayrı olarak, Bosna’daki çatışmalar daha da yükseldiğinde Birleşmiş Milletler tamamen başarısız oldu ve Birleşmiş Milletler Barışgücü kuvvetleri Srebrenica’daki Bosnalı Müslümanlara karşı yapılan en büyük katliamı engelleyemediğinde Amerikalılar sonunda müdahale etmek zorunda kaldılar. Srebrenica katliamı bir şeyler yapmaları için Amerikalılar üzerindeki uluslararası baskıyı arttırdı. Onların çatışmadaki gecikmiş müdahalesi savaşı sona erdiren fakat Bosna’ya bu güne kadar acı veren çözümsüz büyük problemleri getiren Dayton Anlaşması’na yöneltti.
Bosna Çatışması, 21 Kasım 1995’de Bosna’nın Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’nın Cumhurbaşkanı Slobodan Milosevic ve Hırvatistan’ın Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman tarafından imzalanan, Bosna-Hersek’in kendi içinde bölünmüş gettolara sahip bağımsızlığını tanıyan bir anlaşma ile sona erdiriliyordu. Bu anlaşma ile bölgenin %49’u Bosnalı Sırplar tarafından kontrol ediliyordu. Sırplar, maddeleri Amerika tarafından desteklenen Dayton Anlaşması’nın kaideleri himayesinde devlet içinde devlet sahibi oluyorlardı. %51 ise kırılgan bir Boşnak – Hırvat federasyonunca kontrol ediliyordu. Dayton Anlaşması binlerce Müslüman sivil hayatını kaybettikten sonra geliyordu. Brcko gibi stratejik bölgelerin statüsü askıda bırakıldı. Önceden Boşnaklara ait olan bu kasaba Sırplar tarafından istila edilmişti. Sırplar, doğu ve batı Sırp bölgeleri arasında kurulu bu stratejik kuzey koridorunu ellerinde tutmak istiyordu. Aynı şekilde, önceleri Bosnalı Müslümanların ikametinde olan birkaç önemli stratejik bölge de Sırp Cumhuriyeti yönetiminin kontrolüne bırakıldı. Bununla birlikte Amerikan yönetimi büyük bir başarı olarak anlaşma ile gurur duydu.
Dayton Anlaşmasının İmza Töreni
Amerikanın politik bakışıyla Bosna sadece, bir dereceye kadar teknik mefhum olarak başarı varsayılabilir. Kendini dipsiz bir kuyuya attıktan sonra yönetim, etnik bölünme için daha evvel reddedilmiş bir çok argümanı arayıp bulmayı denedi.[17] Dayton Anlaşması ile Amerikalılar ne Bosnalı Müslümanların savaş boyunca kaybettikleri bölgeleri yeniden ele geçirmeleri için yardım ettiler ne de kendine yeter bir Bosna devleti yaratılmasına izin verdiler.Ancak, yıllar boyu yapılan etnik temizliği ve bölünmeleri meşrulaştırdılar. Birçok Amerikalı ve Avrupalı eleştirmen Bosna’ya yönelik politikalarda Batı’nın, Bosna’nın korkunç katliamlarını yapanlarla konuşup iş yaptığını iddia ettiler. Bunun yanında bazı olaylarda Amerikalılar ve Batı Avrupalılar Sırbistan’ı taltif edip Bosna savaşı boyunca yaptırdığı göç ettirmeleri onayladılar.
Batı’nın ikircikli tavrı Slobodan Milosevic’in yargılandığı günlerde dahi kendini rahat hissetmesini sağlıyordu.
Batının Sırbistan’a karşı kısmi cezalandırma politikaları sebebiyle Sırplar bir kaç yıl sonra Kosova bölgesinin Müslüman çoğunluğuna karşı bir başka savaşı başlattılar. Amerikan dış politikasının Yugoslavya sonrası Bosna’ya yönelik kısmını özetlemek isteyen herhangi bir kişi Amerikalıların Yugoslavya’nın bölünüşü ve daha sonra artan savaşlarla her anlamda kontrol edilebilir hale gelmesiyle ilgilendiğini söyleyebilir. Savaştan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin Bosna politikalarının odak noktası büyük oranda Bosnalı Müslümanları kendi stratejik alanlarından parça parça koparıp onları Sırplar ve Hırvatlar arasında izole etmeyi amaçlıyordu.
Dayton Anlaşmasına göre Bosna Hersek
(Yeşil bölgeler Sırp Cumhuriyeti)
Amerikalılar Bosna’nın İran ve diğer etkili uluslararası İslami merkezler ile politik ilişkilerini kesmeyi de denediler. 11 Eylül sonrası; Amerika’nın terörizme karşı savaş çağrısı başladıktan ve Bosna Balkanların ortasında kuşatılmış ve güvensiz İslami bir ada olarak kaldıktan sonra bu baskı yoğun bir şekilde yükseldi.
[1] “Balkans Overview: Need for a Regional Solution” by Robert Greenberg, Foreign Policy in Focus, December 23 1999
[2] Throughout the text we shall use the Ottoman – Islamic name of Kosova and not the Serbian version as Kosovo.
[3] http://www.presidency.ucsb.edu/ws/index.php?pid=20159
[4] The Rise and Fall of Albania's Pyramid Schemes: http://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2000/03/jarvi7s.htm
[5] * Komploti greko-komunist kundër Demokracisë Shqiptare, http://www.edsh.net//kombi/repshqiperise/komploti1.htm
[6] http://www.mfa.gov.yu/Policy/Minister/Govori/061106_e.html
[7] “The Lesson of Kosovo” David Callahan, Washington Monthly, July 1 1989.
[8] Robert Greenberg, “Balkans Overview: Need for a Regional Solution,” (Silver City, NM & Washington, DC: Foreign Policy in Focus, December 23, 1999).
[9] Remarks as delivered by President W. J. Clinton at
[10] Warren Zimmerman, Origins of a Catastrophe, (Times Books, 1996), p 51
[11] Zimmermann,
Times Books, 1999., p. 217-8
[12] As quoted by Shlomo Avineri in “Self-Determination and Realpolitik”, Dissent Magazine, Summer 2005
[13] Joseph R. Biden, Jr., Senate Speech, October 16, 1997
[14] “Future of Balkans and U.S. Policy Concerns”, Steven Woehrel, CRS Reports for Congress, February 9, 2005
[15] Drew,
[16] “Balkan Watch”, May 12, 1988, Volume 5.19
[17] "Instinct for the Capillary: The Clinton Administration's Foreign Policy Successes," by Jonathan G. Clarke, Cato Foreign Policy Briefing Paper no. 40, April 5, 1996.
Yorumlar