Duyuru

At sırtında Balkanlar

  /   3622   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Daha başlangıçta tüm samimiyetimle söylüyorum ki, 2002 yılından beri Türk dış politikasına yön veren Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun 1 Mayıs 2009 tarihinde Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilmesiyle birlikte, Türk Hariciyesi üzerindeki ölü toprağını önemli ölçüde attı. Türkiye, yıllar sonra yeniden, kendi bölgesinde;  Ortadoğu, Kafkasya ve özellikle Balkanlar'da daha sözü dinlenen bir konuma geldi. Erdoğan hükümetlerinin, dış politika sahasında elde ettiği başarıların neredeyse tamamının altında kendisinin imzası bulunuyor.

Elbette tüm bunları söylerken, Türk dış politikasında her şeyin iyi gittiğini söylemek de doğru olmaz. Davutoğlu'nun formüle ettiği "komşularla sıfır sorun" yaklaşımının, Ermenistan örneğinde olduğu gibi, zaman zaman "hata mesajı" verdiğini mutlaka belirtmek gerekir. Hazır yeri gelmişken, Türkiye'nin, Bosnalı Sırplar ve Sırbistan meselesinde, aynı akıbeti yaşaması ihtimalinin çok uzak olmadığını da bir kenara not edelim. Türk dış politikasının önündeki en önemli sorunlardan bir tanesi de, başta Başbakan Erdoğan ve hükümetin diğer mensupları olmak üzere, ülkemizi sınırlarımız dışında temsil eden kurum ve kuruluşlar ile bu kurum ve kuruluşlar bünyesinde çalışanların Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile aynı performansı sergileyememesidir. Kadim bir ilkedir: "Devlet, ulaşabildiği yerde / yere kadar devlettir."

Bugün bize "Osmanlı Devleti, aynı zamanda bir Balkan devletiydi" cümlesini kurabilme imkânı sağlayan en önemli etken; bir yandan cami, medrese, han, hamam, köprü ve çeşmelerle bölgenin fiziki çehresini şekillendirirken, diğer yandan da, kültür, sanat ve edebiyat dünyasını zenginleştirmesiydi. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ne yazık ki, bu iki hususu cem etme noktasında gerekli iradeyi bir türlü ortaya koyamıyor. Türkiye ile Balkanlar ve özellikle Balkan Müslümanları arasında, sağlıklı bir geleceği teminat altına alacak, derinlikli projeler gündeme gelme imkânı bulamıyor. Bu sebepledir ki, Balkanlarda gittiğimiz her ülkede, Bosna-Hersek edebiyat, ilim ve siyasetinin önemli isimlerinden Prof. Dr. Cemaludin Latiç gibi eli kalem tutan akl-ı selim isimler, sözleşmişçesine aynı hususlardan yakınıyorlar. Söyledikleri şey şudur: "Farklı şekilde yardımına ihtiyacımız varken, dağa taşa para harcamak kolay. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa'nın orta yerinde Müslümanlığın ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok."

Neredeyse yirmi dört saatini bu bölgeye vakfeden biri olarak, sık sık bu ülkelerin resmi makamları ile muhatap oluyorum. Türkiye'nin nasıl büyük bir devlet olduğunu ve ülkemizin bürokraside kat ettiği mesafeyi, bu ülkelerdeki bürokratik hantallıkla kıyaslayarak, görüyorum. Aynı şekilde Türkiye'nin dış temsilciliklerine de uğramak durumunda kalıyorum. Birkaç yıl evvel, yine böyle bir durumla karşılaştığımda, ziyaret ettiğim dış temsilcilik görevlisine, ülkenin bürokrasisinden yakınmış ve "devlet olmanın ne demek olduğunu Balkanlarda daha iyi anladım" demiştim. Bulunduğum Balkan ülkesinin vatandaşı olan büyükelçilik görevlisinin, bu sözlerime, cevabı insanın kanını donduracak cinstendi: "Bizler beş asır Osmanlı Devleti tarafından idare edildik. İrademiz elimizden alındı ve devlet olamadık. Daha yeni yeni devlet oluyoruz"

Buna benzer bir olayı geçen kış yaşadım. Bulunduğum Balkan ülkesinde Türk dili eğitimi alan ve iyi derecede Türkçe konuşan arkadaşımla randevulaştığımız yere gittiğimde, yanında bir kişi daha vardı. Arkadaşım vasıtasıyla tanıştığım bu şahıs, Türkiye'den, bu ülkedeki gençlere Türkçe öğretmek üzere devlet eliyle gönderilmiş İstanbul'dan. Üç ay önce göreve başlamış. Ancak ne bulunduğu ülkenin tarihini ve dilini, ne de İngilizceyi biliyor. Öğrenme yönünde bir gayreti de yok. Tanışma faslının ardından, bu küçük Balkan ülkesinde, kendisini çok yalnız ve kültürel olarak seviye kaybetmiş hissettiğini söyledi. Ardından bu ülkedeki Müslümanların her karşılaştıklarında "Selamun aleyküm" diyerek selamlaşmalarına ve Osmanlı eserlerinin fazlalığına hayret ettiğini söyledi. Sözlerine daha fazla sabredemedim: "Bu ülkede kültürel faaliyet programları günle değil, saatle yapılır. Ancak diline ve kültürüne bu denli yabancı olduğunuz bir yer de aksini düşünmeniz doğal. Siz, yanlış yerdesiniz; Balkanlara değil, Paris ya da Londra'ya gitmeliymişsiniz" dedim ve arkadaşımla vedalaşarak kalktım.

Balkanlarda, İstanbul'daki evimden daha çok vakit geçiren biri olarak yaşadığım bir başka önemli sorun da ulaşım maliyetleridir. Saraybosna'ya giden bir kişi ile Berlin'e giden bir kişi, Üsküp'e giden bir kişi ile Roma'ya giden bir kişi, Priştina'ya giden bir kişi ile Amsterdam'a giden bir kişi THY'den bilet aldığında hemen hemen aynı bedeli ödemek durumunda kalıyor. Bu durum, Balkan ülkelerinin birçoğu ile kâğıt üzerinde vizeler kaldırılsa da, fiili vizelerin halen kalkmamış olduğunu ifade ediyor. Türk halkı, uzun yıllar sonra yeniden, İstanbul'un Trabzon'a mesafesi ile Saraybosna'nın İstanbul'a mesafesinin hemen hemen aynı olduğunu hatırladı. Ancak İstanbul'dan Trabzona gider gibi, Saraybosna, Prizren veya Üsküp'e gidip gelecek imkâna sahip değil.

Rivayet o dur ki, Türkiye'nin Balkanlar ve özellikle Dayton Anlaşması sebebiyle devlet işleyişin durma noktasına geldiği Bosna-Hersek'te attığı adımlar sebebiyle, Batılı bir ülkenin üst düzey yetkilisi Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'na "Siz Türkler, son dönemde adeta buraya paraşütle indiniz" demiş. Davutoğlu ise şu cevabı vermiş; "Biz buraya yüzyıllar önce atla geldik, gerekirse yine geliriz." Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ya da Dışişleri Bakanlığı uçağında Balkanların nabzını tutanlardan olmadığımıza göre, sanırım geriye tek bir çare kalıyor: Yüzyıllar önce olduğu gibi Balkanlara atla gitmek. Belki böylece, İngiliz Yüzbaşı Fred Burnaby'nin 1876 yılında geçtiği Geyve, Taraklı ve Göynük hattını uzun uzun anlattığı At Sırtında Anadolu isimli eserinin Balkan versiyonunu kaleme alma imkânımız olur.

Milli Gazete 

  

Yorumlar