Duyuru

Balkanlar'ın En Kilitli Kapısından İçeri –3

  /   5366   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Ai që i mbështetet pemës së madhe, gjen hijë gjithmonë.
(Büyük ağaca yaslanan, her zaman gölge bulur.)

Arnavut atasözü

 

Uyuduktan çok değil, sadece iki buçuk saat sonra odamdaki telefon çaldı. Gözlerim açılır açılmaz mutluluktan ışıldamaya başladı; Arnavutluk’un başkenti Tiran’daydım evet, her şey şimdi başlıyordu. Sadece iki buçuk saat uyuduğu için mahmurlaşmış ama bir an önce yeni güne başlamak istediği için heyecandan ışıldayan gözlerimi parmak uçlarımla ovuşturdum ve telefonun ahizesini kaldırdım. Resepsiyondan arıyorlardı, konuşan kişi Mehdi Gurra’ydı:

- Hayırlı sabahlar İbrahim abi, haydi kalkıyoruz! Aşağıda bütün arkadaşlar ve nefis bir kahvaltı seni bekliyor.

- O. K., geliyorum Mehdi abi.

İçimde çocuksu bir heyecanla kalktım yatağımdan. Hani çocukluğunuzda anneniz sizi bayram sabahı uyandırırdı ya, siz de babanızla bayram namazına gideceğiniz için büyük bir heyecanla kalkıp abdest alırdınız; aynen öyle bir heyecan vardı içimde. Odamda abdestimi aldım, üstümü başımı giyindim ve çıktım. Odam otelin 5. katındaydı, asansörle inip çıkıyordum.

Kahvaltı salonu, giriş katın bir altındaydı. Oraya indiğimde hakikaten bütün arkadaşları masaların etrafında kahvaltı yaparken buldum. En son ben kalkmıştım demek ki.

16 KASIM: ARNAVUTLUK

Açık büfe kahvaltı göz kamaştırıcı güzellikteydi. Çeşit çeşit peynirleri, reçelleri, kaymakları, zeytinleri, meyvâlı yoğurtları görünce tam olarak canlanmıştım. Bir tabak alıp çarçabuk üzerini doldurmaya çalıştım, acele etmeliydim, diğer arkadaşlarım kahvaltıya başlamışlardı bile. Tabağımı doldurduktan sonra bir fincan da kahve aldım ve geçip arkadaşlarımın yanına oturdum.

Saat 05:00 sularında ayrıldık Hotel Arbër’den. Bizi camiye götürmek için otelin kapısının önünde hazır bekleyen birkaç araç vardı. Ayrı gruplar halinde araçları doldurarak hepimiz de aynı camiye gitmek için yola verdik.

Bayram namazını Tiran’a 22 km uzaklıktaki Mushqeta köyünde, Hz. Peygamber Camiî’nde kılacaktık. Sabah namazı saat 06:15’te, bayram namazı ise ondan tam bir saat sonra, 07:15’te kılınacaktı. Fakat biz otelden erken çıkmıştık, saat 05:00 civarında yola vermiştik.

Bayram namazını kılacağımız Mushqeta köyü, başkent Tiran’ın 22 km doğusunda bulunuyordu; Elbasan tarafındaydı. Dajti Dağları’nın eteklerindeki köylerin arasından geçerek gidecektik oraya.

Kruja Sıradağları’na ait olan 1613 m yüksekliğindeki Dajti Dağı’nın (Arn. Mali i Dajtit) eteklerindeki köylere baka baka yol alıyorduk. Doğuya, yani Makedonya tarafına doğru seyrediyorduk. Dajti Dağı, kuzeyde Tiran (Tirana) Nehri, güneyde ise Erzen (Erzeni) Nehri ile çevrili bir dağ ve bu haliyle, sanki, etrafı suyla çevrili yüksek bir “ada” imiş gibi duruyor.

Yolculuk esnasında camdan Dajti Dağı eteklerini seyrederken, bu dağlar, coğrafya, şu akan dereler, akarsular, mütevazi köyler, hepsi de bana ne kadar da âşina gelmişti. Arnavutluk, coğrafya olarak tıpkı Elâzığ. Sanki Allâh-û Teâlâ, memleketimin o güzel coğrafyasından bir tanesini de, tıpatıp aynısını da Balkanlar’da yaratmış. Dünyanın farklı bölgelerindeki iki coğrafya, biribirine bu kadar mı benzer?

Üstelik sadece coğrafyası da değil, daha pekçok yönüyle benziyorlar. İnsanları bizim insanlarımıza benziyor, dağları bizim dağlara benziyor, akarsuları bizim akarsulara benziyor, köyleri bizim köylere benziyor. Sadece iki şeyi benzemiyor bize; dilleri ve bitki örtüsü.

Arnavut halkının dili, Arnavutça. Güzel bir dil; öğrenmesi zor ama zevkli. Çok tatlı bir dil ve kulağa hoş geliyor. Hind – Avrupa dil âilesine mensub bir dil; Kürtçe ile akraba dillerden. Arnavutça’yı dünyada yaklaşık 7 milyon insan konuşuyor. Gega ve Toska olmak üzere iki ayrı lehçesi var. Toskalar “Arnavutlar’ın şehirlisi”, Gegalar ise “Arnavutlar’ın köylüsü”. Bunu “güney ve kuzey” diye ayıranlar da var. Fakat ikisi Arnavut kavmini meydana getiren iki büyük kaynaktır ve ayrılmazlar. Bunları biribirinden ayırmaya, ayrı gibi göstermeye çalışırsanız, Arnavutlar’ı en çok kızdıracak işi yapıyorsunuz demektir.

Bu ikisi asla biribirinden ayrı değildir, görülmemelidir. Bir Arnavut özdeyişinde de şiirsel bir söylenişle belirtildiği gibi:

“Tosk e Gegë,

Pemë nga një degë.”

Anlaması zor ama tercüme etmesi kolay: “Toska ve Gega – İkisi bir ağacın dalları.”... Anlayacağınız, bizim Elâzığ’da Zaza ve Kûrmanc ne ise, Arnavutluk’ta da Gega ve Toska o. Yani, “bir ağacın dalları”. Asla biribirinden ayrılmazlar, kopmazlar!

Arnavutluk’un bir de bitki örtüsü farklı, burada tamamen değişik meyveler yetişiyor. Elâzığ’daki dut ağaçları yok burada, “şekok” ağaçları da yok (erik kadar küçük bir armut çeşididir; Türkçe ismini bilmiyorum). Arnavutluk’ta, çok ilginçtir, bol bol hurma ağaçları var. Hemen her evin bahçesinde bir hurma ağacı görebilirsiniz. Ayrıca portakal ağaçları var, limon ağaçları var, zeytin ağaçları var. Bitki örtüsü olarak tıpkı Ege ve Akdeniz bölgelerimiz. Ege ve Akdeniz’deki meyvâ ağaçlarını Elâzığ’da yetiştirin; oldu size Arnavutluk!

Arnavutluk coğrafyasının asıl en ilginç özelliği nedir, biliyor musunuz? Söyleyelim: Arnavutluk, hem Kuzey Kutbu’na hem de Ekvator’a EŞİT UZAKLIKTA bulunan bir ülkedir. Yani Kuzey Yarımküre’nin TAM ORTASINDA yer alıyor.

Arnavutluk coğrafyasıyla ilgili olarak, siz sevgili okuyucularımızı hayretlere düşürecek bir diğer ilginç özelliği daha paylaşmak istiyorum. Pek kimse bu özelliğin farkında değildir ancak bu da normaldir, ancak benim gibi kafasını haritadan kaldırmayan insanların farkedebileceği bir özelliktir bu:

Bildiğiniz üzere, bir ülkenin diğer ülkelerle arasındaki sınırı, dört şekilde belirleniyor; denizle, gölle, nehirle ve toprakla. İki ülke, ya aralarındaki deniz veya göl ile biribirinden ayrılırlar, ya da akan bir nehri sınır olarak kabul etmişlerdir, yani sınırlarını nehir ile çizmişlerdir. Bu üç “su”dan hiçbiri de yoksa, toprağın üzerinde çizilen çizgiyle ve o çizgi üzerine çekilen dikenlitellerle iki ülke arasındaki sınır belirlenmiştir.

Arnavutluk çok küçük bir ülkedir; yüzölçümü 28 bin 748 km²’dir. Fakat biliyor musunuz, bu kadar küçük bir ülke olmasına rağmen, Arnavutluk’un sınırları yukarıda anlattığım dört ayrı şeklin hepsiyle de çizilmiştir. Evet, dördüyle de. Arnavutluk gibi küçücük bir ülkenin sınırları, hakikaten çok ama çok ilginçtir, hem denizle, hem gölle, hem nehirle, hem de toprakla çizilmiştir. Yani dördüyle birden.

Arnavutluk’un sınırlarını bir yerde Adriyatik Denizi (Arnavutluk – İtalya sınırı; aradaki mesafe 71 km), bir yerde İyon Denizi (Arnavutluk – İtalya ve Arnavutluk – Yunanistan sınırları; Yunanistan’ın Korfu Adası ile arasındaki mesafe sadece 2 km), bir yerde İşkodra Gölü (Arnavutluk – Montenegro sınırı), bir yerde Ohri Gölü (Arnavutluk – Makedonya sınırı; Balkanlar’ın en güzel gölü olan Ohri Gölü’ne ve Makedonya’nın en güzel şehri Ohri’ye sizleri götüreceğim), bir yerde Prespo Gölü (Arnavutluk – Makedonya sınırı), bir yerde Buna Nehri (Arnavutluk – Montenegro sınırı) çizerken, dört yerde de toprakla (Arnavutluk – Montenegro, Arnavutluk – Kosova, Arnavutluk – Makedonya ve Arnavutluk – Yunanistan sınırları) çizilmiştir.

Gördüğünüz üzere Arnavutluk coğrafyasının sınırları dört şekilde de çizilmiştir; denizle, gölle, nehirle ve toprakla. Arnavutluk yolculuğu öncesindeki günlerde, her akşam yatağımda saatlerce atlasta Arnavutluk haritasına baktığım için, bu enteresan durumu Arnavutluk’a gitmeden önce farketmiştim.

Ancak o atlaslı saatlerde farkettiğim bir ilginç şey vardı: Arnavutluk haritası, Hatay ilimizin haritasının birebir kopyası. Şekil olarak, sınırları bakımından ve çevresi bakımından, herşeyi ile aynıdırlar. Sanki bu iki harita fotokopi yapılmış. Şekil olarak tıpatıp aynı. Hem kendi haritaları, hem de haritanın çevresi, herşeyiyle aynılar. Deniz, ikisinde de aynı tarafta; su aynı noktada başlıyor ve aynı noktada bitiyor. Haritanın üstü, altı, sağı ve solu, herşeyi aynı. İsterseniz Arnavutluk haritası ile Hatay haritasını alıp kendiniz karşılaştırın; ikisini biribirinden ayrırt etmek bile güçtür. Tek fark, büyüklükleri. Hatay haritası, Arnavutluk haritasının minyatürü gibi.

Yarım saatten biraz fazla süren ama her dakikası ayrı bir güzellikte olan yolculuktan sonra Mushqeta köyüne gelmiştik. Hepimiz aynı heyecanla araçlardan indik ve bütün şirinliğiyle hemen karşımızda duran Hz. Peygamber Camiî’ne doğru yürümeye başladık. Bayram namazını bu köyde, bu camide kılacaktık.

Hani bir söz vardır, “Herkes Mersin’e, biz tersine” diye. İnsanlar genelde köyde yaşarlar ve bayram namazı için şehre giderler. Biz ise tam tersine, şehirden köye geliyoruz bayram namazı için. Hem de ülkenin başkentinden kalkıp buraya geliyoruz, 22 km yol kat edip küçük bir köye bayram namazına geliyoruz. Oysa aynı saatlerde dünyadaki milyonlarca Müslüman, bizim yaptığımızın tam tersini yapıyordu; bayram namazı için köyden şehre gidiyordu.

Arnavutluk’un başkenti ve en büyük şehri Tiran’ın Petrele ilçesine bağlı bir köy olan Mushqeta, Tiran ile ülkenin 3. büyük şehri Elbasan arasında bulunuyor. Tiran’ın 22 km doğusuna, Elbasan’ın ise 26 km batısına düşüyor; Tiran – Elbasan il sınırına sadece 7 km mesafede. Ancak Tiran İli (Arn. Qarku i Tiranës) sınırları içinde. Trafik plaka iminde, Tiran’ın il kodu ile Türkiye’nin ülke kodu aynı: TR.

Kruja Sıradağları eteklerindeki Mushqeta, 163 haneli bir köy. Bu şirin köyde 895 kişi yaşıyor ve tamamı Müslüman. Nüfûsu % 100 Müslüman olan ve bir tane bile Hristiyan’ın yaşamadığı Mushqeta köyünde, çok ilginçtir, bir tane Protestan kilisesi var. Kilisede Pazar günleri âyin yapılıyor; gelenler tabiî ki civar yerlerden. Çünkü köyde tek Hristiyan yok!

Komünizm’in yıkılışından sonra Batılı Hristiyan devletler burada öyle bir misyonerlik faaliyeti başlatmış ki, bir yüzyıl önce Afrika kıt’âsında yaptıkları misyonerlik faaliyetlerini bile nerdeyse gölgede bırakacak kapsamlıkta. Bir yandan Müslümanlar’ı Hristiyanlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, bir yandan da, orada Hristiyan yaşasın yaşamasın, her köyde, her mahallede bir kilise inşâ etmek için sanki seferberlik ilan etmişler.

Müslümanlar ise sahipsiz. Dünyanın hemen her coğrafyasında olduğu gibi. Türkiyeli Müslümanlar dahil olmak üzere, dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, Arnavutluk’taki durumdan ve buradaki Müslümanlar’ın sıkıntılarından bile habersiz. Oysa Haçlı Avrupası, Bosna – Hersek’te katliâmlarla, soykırımla İslam’ın izlerini yok etmeye çalıştıktan sonra, şimdi de bu topraklarda, Arnavutluk coğrafyasında, Avrupa’nın tek Müslüman ülkesi olarak kalan bu ülkeyi Hristiyanlaştırmak için adetâ seferber olmuş durumda. Hristiyan Avrupa’nın bir türlü kabullenemediği, hiçbir zaman da gururuna yediremeyeceği bir gerçek varsa, o da, bir Avrupa kavmi olan Arnavutlar’ın Müslüman bir kavim olmasıdır. Bu yüzden, Müslüman Arnavutluk, onlar için Avrupa’nın bedenindeki bir urdur, bir çıbandır. (Bu konuyu gezinin ilerleyen bölümlerinde geniş ve detaylı bir şekilde işleyeceğiz)

Merkezi başkent Tiran’da bulunan “Alternative e së Ardhmes” (ALSAR) Vakfı tarafından inşâ edilen ve vakfa bağlı olan Hz. Peygamber Camiî, köyün tek camisi. Demek ki vakıf bu camiyi de yapmamış olsaydı, nüfûsunun tamamı Müslüman olan köyde bir kilise olduğu halde hiç cami olmayacaktı. Hz. Peygamber Camiî’nin imamlığını da, bizzat ALSAR Başkanı Mehdi Gurra yapıyor.

Mushqeta köyünün tek camisi olan Hz. Peygamber Camiî’nin inşaatına 2000 yılı sonunda başlandı. Cami, 2001 yılındaki Ramazan Bayramı’nda ibadete açıldı. İlk kılınan namaz da, bir “bayram namazı”.

Ancak bu resmîyette böyle; zira ondan bir akşam önce, yani Ramazan’ın son iftarından sonraki akşam namazını burada cemaatle kılıyorlar. Dolayısıyla, camide hem kılınan ilk namaz, hem de cemaatle kılınan ilk namaz, son iftar yemeğinden sonra kılınan bu akşam namazı oluyor. Sözünü ettiğimiz bu akşam namazında, cemaatin arasında bir de kim var, biliyor musunuz? İstanbul Marmara Üniversitesi “İslam Hukuku” bölümünden, yani Mehdi Gurra ile aynı okuldan bir isim. Kim mi? Daha fazla meraklandırmayalım: Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Düzce Milletvekili Prof. Dr. Celal Erbay.

Hz. Peygamber Camiî toplam 33 bin ABD Doları’na mal olmuş. Lojmanın yapımı 20 bin Euro, depo ve tuvaletler ise 5 bin Euro tutmuş.

Toplam 1500 m²’lik bir arsa üzerine kurulu olan Hz. Peygamber Camiî’nin kullanım alanı 50 m². Camiî bünyesinde lojman, iftar çadırı, depo, bahçe ve 8 araçlık park yeri bulunuyor. Yakında Qûr’ân kursu da yapılacak.

Camiînin bahçesinde büyüleyici güzellikte 10 adet zeytin ağacı var. Zeytin ağaçları o kadar güzel ki, seyretmeye bile doyum olmuyor.

Hz. Peygamber Camiî'nde normal vakit namazlarında cemaat sadece 1 veya 2 kişi; bazen ise hiç yok. Cuma namazlarında 3 saflık cemaat oluşuyor; takriben 26 veya 27 kişiyle kılınıyor. Bayram namazlarında ise 70 ila 150 kişi arasında değişiyor.

Evet... Bu rakamları ve bilgileri buraya yazmak, okuyucularımıza aktarmak bile insana hakikaten acı veriyor. Tamamı Müslüman olan bir köyün tek camisinin vakit, Cuma ve bayram namazlarındaki cemaat sayısı bunlar. Maalesef...

Camiîde ilk olarak saat 06:15'te sabah namazı kılındı. Yaklaşık 70 kişilik bir cemaat idik.

Ardından Şanlıurfa – Siverekli bir ağabeyimiz olan, İHH Gönüllüsü Mehmet Kâmil Gelgör tarafından Qûrân-ı Kerîm okundu. Kâmil abinin o kadar hoş bir Qûr’ân tilaveti vardı ki, cemaat âdeta mest oldu. Güzel bir Qûr’an ziyafetiydi.

Ardından İmam Mehdi Gurra tarafından mihrabda vaaz okundu ve topluca dûâlar edildi. Ondan sonra ALSAR Görevlisi Genc Aga tarafından minberde hutbe okundu. Vaaz ve hutbeler Arnavutça okunuyordu; anlamıyorduk ama içindeki “mânâyı” rahatlıkla okuyabiliyorduk.

Saat 07:15'te kılınan bayram namazından sonra bayramlaşma yapıldı. Mahzun ve garip bir Müslüman ülke olan Arnavutluk'ta tanıklık ettiğimiz ve birlikte yaşadığımız bayram namazı huşu içinde kılındı, bayramlaşma ise oldukça sıcak ve içtendi.

Evet... Bizler açısından, unutulmaz bir sabahtı. Unutmamız mümkün değildi çünkü ibretlerle doluydu.

Yıllarca komünist bir rejim tarafından yönetilen, Allâh inancına ve her türlü dînî itikada savaş açan, tarih boyunca ateizmi “resmî olarak” kabul etmiş ve anayasasında dînsiz olduğunu belirtmiş tek devlet olan Arnavutluk'ta, komünist rejimin yıkılmasından sonra dînî inançlar da artık özgürce yaşanabiliyordu. Ancak Balkanlar'daki bu İslam ülkesinde İslam'in izleri hemen hemen tamamen silinmiş gibi. Arnavutluk'ta, isimleri Müslüman olan, üstelik göğsünü gere gere “Ben Müslüman'ım” diyen ancak İslam'la ilgili hiçbir şey bilmeyen bir halk yaşıyor. Bu ülkede dînî bayramlar daha bir coşkulu geçiyor ancak İslam'ın tüm ibadetleri gibi namazlar da garip ve boynubükük.

Dînlerine savaş açan bir devletten henüz kurtulan ancak mensubu oldukları dîn hakkında hiçbir bilgileri olmayan insanların yaşadıkları bu ülkede Kurban Bayramı'nın nasıl yaşandığını da gördük, tanıklık ettik. İlk olarak Arnavutluk'ta Arnavut Müslümanlar'la birlikte kıldığımız bayram namazında garip ve bir o kadar da hüzünlü bir coşkuya şahîd olduk.

Mushqeta köyünde bulunan Hz. Peygamber Camiî'nde garip ve mütevazi bir bayram namazına tanıklık ettik ancak anlam olarak belki de binlerce kişilik kalabalıklarla kılınan bayram namazları kadar değerli ve makbuldü.

Daha bundan çok değil, sadece bir kaçyıl önce, evin içinde bile kimsenin namaz kılmaya cesaret edemediği, namaz kılanların idam edildiği bu topraklarda, şimdi mescîdlerde cemaatle namazlar kılınıyor, bu garip ve mahzun coğrafyanın göğüne “Allâh-‘u Ekber” nidâları yükseliyordu.

Allâh’a savaş açan dînsiz bir rejimin enkaz ve yıkıntıları altından “Allâh en büyüktür” feryâdları yükseliyordu.

Kıyamete kadar da dinmeyecek, susmayacak bir şiâr idi bu: Allâh-û Ekber... Allâh-û Ekber... Allâh-û Ekber...

Kosova’nın İpek şehrinden bir Arnavut olan büyük şâir Mehmed Âkif Ersoy’un “Ezanlar” adlı şiirindeki o veciz ifadelerindeki gibi: Ne lâhûtî sadâ ‘Allâh-û Ekber!’ sarsıyor cânı / Bu birgülbank-i Hak'tır, çok mudur inletse ekvânı?”...

Sevgili kardeşlerim;

Lütfen tane tane ve her satırını rûhumuzun derinliklerine işleyerek okuyalım:

“Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,
Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân’ı
Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.
Ne lâhûtî sadâ ‘Allâh-û Ekber!’ sarsıyor cânı...
Bu birgülbank-i Hak'tır, çok mudur inletse ekvânı?

Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden,
İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden.
Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk'ı ezberden,
Vicâhî feyz alır artık o nûru'n-nûr-i ezherden:
Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden!

Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken,
Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden;
Muhîtin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazin şîven.
Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen!
Semâ bîdâr, her yıldız Cemâlullâh'a bir revzen.

Maîşet kayd-ı can fersâsının mahkûmu, bîzân,
Bütün bîçâreler gündüz bu yâd-ı merhametkân,
Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı Dîdâr'ı!
O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır bârı,
Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık âsârı.

Güneş mağrib-güzîn olmuş semâ esmer, ufuk gülgûn;
Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste, can mahzûn;
Gariblik rû-nümâ yer yer, sükûnet dembedem efzûn...
Bakarsın bir de gülbank-i İlâhiden dolup gerdûn,
O tenhayî-i sevdâvî olur Allâh ile meskûn!

İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya,
Serer dünyâya zulmetten adem şeklinde bir sâye;
Nazar medhûş, müstağrak giderken zîr ü bâlâya.
Döner, ‘Allâh-û Ekber’ cûşu yükseldikçe Mevlâ'ya,
O muzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ’ya!

Senin, dem geçmiyor, yâdınla leb-rîz olmadan eb'âd!
Ne müdhiş saltanat yâ Râb, nasıl âsûde istibdâd!
O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd...
Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd,
Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti'dâd?”

Şimdi de şiiri yenibaştan, bir kez daha okuyalım. Bir kez daha. Lütfen.

 

sediyani@gmail.com

 

  

Yorumlar