Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –7

  /   5526   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Dita e re, nafaka e re.

(Yeni gün, yeni nafaka.)

Arnavut atasözü

 

İHH ve Millî Görüş’ün kurbanları İba köyünde kesilmeye devam ededursun, öğle yemeği ve molasından sonra, biz WEFA’nın kurbanlarını dağıtmak üzere Mangull köyüne doğru yola koyulmuştuk bile.

Mangull, İba’ya sadece 8 km uzaklıktaydı. Yolda dikkat ettim, giderken sürekli yokuş çıkıyorduk; demek ki Mangull daha yüksek rakımlı bir yerde kurulmuştu.

Dağıtım için ALSAR’dan 3, İHH’dan da 4 kişi benimle birlikte geliyordu. Bana yardım edecekler. ALSAR’dan Saimir Rusheku (daima takım elbiseli; O’nu kravatsız haliyle hiç görmedik), Genc Aga (bayram namazında hutbeyi okuyan kardeşimiz) ve Xheladin Hajrullah (fotoğrafçımız Celal yani), İHH’dan ise Halid Necdet Arslaner, Murat Kantarcı, Muhammed Emin Sarac ve Muhammed Hamza Arslan geliyordu benimle birlikte. Bugün onlar WEFA kıyafeti giyip çalışarak bana yardım edecekler, yarın da ben İHH kıyafeti giyip çalışarak onlara yardım edeceğim.

Ayrıca bir de şoförümüz Fatmir var tabiî; Fatmir Isufi. Soyadı “Yusufî” anlamındadır. Ama O’nu saymama gerek var mı bilmiyorum; Fatmir ağabey olmasa zaten şurdan şuraya gidemeyiz ki. Arnavutça dışında dünyanın başka hiçbir dilinden kelime kapmamış Fatmir abi; gerek de yok zaten! Trafik işaretleri bile umurunda değil adamın, yabancı dil neyine? Alıp da ne yapacak?

O zaten kendi halinde, kendi sadeliğinde. Anadolu’nun kendi halindeki bir ilçesinde yaşayan bir minibüs şoförünü düşünün; öyle dost, öyle ağabey, öyle “bizim köylü” işte.

Biz O’na “Arnavutluk’un Michael Schumacher’i” ismini taktık. Patika yolda bile 4. vitese takan sürücüye başka ne isim takılabilir ki? Arnavutluk ve Makedonya’da geçirdiğimiz 4 gün boyunca her yolculukta bizden azar işitiyordu Fatmir abi. Yol boyunca “Fatmir abi YAVAŞ! YAVAŞ!” diye diye adama eninde sonunda “yavaş” sözcüğünü de öğretmiş olduk! Zavallı Fatmir abi; 4 gün boyunca bizden o kadar azar işitti ki, eminim, hayatı boyunca yolculukta karısından bile bu kadar azar işitmemiştir.

Her seferinde de tatlı bir gülme belirirdi yüzünde; biz “YAVAŞ” diye uyardığımızda. Dünya yıkılsa, Fatmir abinin yüzünde aynı gülümseme! Dedim ya, Anadolu’nun kendi halindeki bir ilçesinde yaşayan bir minibüs şoförünü düşünün; öyle dost, öyle ağabey, öyle “bizim köylü” işte.

O’nun minibüsüyle yolculuk yaparken, sanki minibüsle Karakoçan’dan Elâzığ’a gidiyorum. Bir tek Müslüm Gürses kasedi eksik; bilseydik, kendimizle getirirdik. İyi de giderdi bu yollarda hani: “İtirazım var bu sonsuz kedere / Feleğin cilvesine / Hayatın silvesine / Dertlerin cümlesine / İtirazım var / İtirazım var / Yarım kalan sevgiye / Şu emanet gülmeye / Yaşamadan ölmeye / İtirazım var / İtirazım var...”  

Birkaç dakikalık bir yolculuktan sonra Mangull köyüne varmıştık. Tahmin ettiğim gibi; nerdeyse dağın tepesinde! Kurbanlarımızı “Shkolla e Mesme e Bashkuar” adlı bir ilkokulun bahçesinde dağıtacağız. Kalabalık birikmişti.

Arka kasasında kurban hisselerinin bulunduğu kamyonet, ilkokulun bahçesine park etti. Bizler de minibüsümüzden dışarı çıktık. “Shkolla e Mesme e Bashkuar”, dağ başındaki bir köyün dağ başındaki, kendi halinde, mütevazi bir ilkokulu. Ama öğrenci yok tabiî içerde, kapalı; bugün Kurban Bayramı olduğu için Arnavutluk’ta resmî tatil.

Fakat tatil 4 gün değil, sadece 1 gün; sadece bayramın ilk günü. Ne acı, değil mi? O kadarını, isteseydik, Hristiyan Almanya bile verirdi bize. Hatta buradaki Müslüman toplumun temsilcileri gölge etmeseydi, Alaman devleti 4 gün bile verirdi belki.

Tiran ilinin (Qarku i Tiranës) Petrele ilçesine (Kalaja e Petrelës) bağlı bir köy olan Mangull, 2 bin nüfûslu büyükçe bir köy ve başkent Tiran’a 19 km mesafede kurulu bir yerleşim birimi.

Bu arada, sürekli Petrele ilçesinin köylerini gezip anlatıyorum ama, belirtmeden geçmeyeyim; Petrele’yi görmedik. Fakat nüfûsunu öğrendik başkente bağlı bu ilçenin: 4 bin 450.

Kurban dağıtımına başlanmadan önce, ALSAR Görevlisi Saimir Rusheku halka kısa bir konuşma yaptı. Arnavutça yaptığı konuşmasında önce kısaca Kurban Bayramı’nın İslam dînindeki öneminden bahsetti; biraz bizden söz etti, niçin burada olduğumuzu ve ne amaçla burada kurban eti dağıtımı yaptığımızı anlattı. Sonra da, dağıtım yapılırken, köylülerden nelere dikkat etmeleri gerektiğini tembih etti.

Ellerinde bir isim listesi vardı; listeye göre isimler tek tek okunacak, ismi anons edilen kişi gelip kurbanını alacaktı. ALSAR Vakfı, Mangull Muhtarlığı’yla iletişim halinde çalışarak köydeki fâkirlerin isimlerini tesbit etmişti. “Köydeki fâkirler” diyorum ama, aslında köyün tamamı fâkir. Ben “fâkirler” derken, siz bunu “çok çok fâkir” anlayın; yani fakirin de fâkiri.

Bulunduğumuz bölgeler hakikaten çok yoksul kalmış, kardeşlerim. Hiç olmazsa bugün, şu mübârek bayram gününde, evlerine bir poşet et gidecek; kurban eti. Çoluk çocuk oturup yiyecekler, WEFA aracılığıyla kurban sahiplerine bir hayır dûâsı gönderecekler. Kimbilir, kaç bin hayırsever insanımıza ulaşacak o dûâlar.

Bizim nasıl bir işbölümü yaptığımıza gelince: ALSAR’dan Saimir Rusheku ve Genc Aga organizasyonu yapacak, koordineyi sağlayacaklar. Olayı onlar yönetiyor yani. Xheladin’i, yani Celal’i ise sanırım söylememe gerek yok! O’nun işi her zamanki gibi “şipşak”; fotoğrafları çekecek.

İHH’nin diğer üç genci, Murat, Emin ve Hamza da kamyonetin kasasının içine girdiler; etlerin arasına. Onlar et poşetlerini içeriden bize verecekler, ben ve Halid amca da bunları köylülere dağıtacağız.

Kurban etlerinin dağıtımını ben ve Halid Necdet Arslaner ağabey yapacağız; Mavi Marmara gemisindeki Halid amcayla birlikte yani.

Şu dünyanın işine bakın! Hayat ne kadar da ilginç, değil mi dostlar? Daha ondan çok değil, sadece 5 ay önce, kendisiyle birlikte Mavi Marmara gemisinde yolculuk ettiğimiz, “Rotamız Filistin – Yükümüz İnsanî Yardım” filosuyla Gazze’ye insanî yardım taşıdığımız, Akdeniz açıklarında siyonist İsrail askerlerinin kurşunlarına ve bombalarına hedef olduğumuz, açık denizlerde korsanca esir alındığımız, Negev Çölü’nün ortasında bulunan Be’er Şeva (Bîr’us- Sebâ)’daki Ela Hapishanesi’nde birlikte yattığımız Halid Amca’yla birlikte, çok değil, sadece 5 ay sonra Balkan coğrafyasında, Arnavutluk’un dağ başındaki köylerinde yoksullara kurban eti dağıtıyoruz. Aynı insanla birlikte hem de. Düşünsenize dostlar; dün açık denizlerde, masmavi denizin ortasında, bugün de dağ başında, yalçın dağların tepesinde.

İki olay arasında sadece 5 ay 13 gün var... Gerçi kendimize bir hayrımız yok ama, da, o da ayrı bir konu, muhakkak ki.

Kurban dağıtımları başladı. Bu topraklara gelmeden önce en çok düşünü kurduğum, en çok yaşamak istediğim dakikalar şimdi başladı.

ALSAR görevlileri isimleri tek tek okuyor, ismi okunan yanımıza geliyor ve biz de onların ellerine içinde kurban hisselerinin bulunduğu poşetleri tutuşturuyorduk.

İşin bu kısmını yaşamak bana tarifsiz bir manevî huzur verdi vermesine de, bunu şimdi burada kaleme alıp yazmak, sizlere anlatmak o kadar kolay değil tabiî. Hele bir de o mustaz’af insanların fotoğrafları da yazının altında olunca. Ne de olsa kolay bir duygu değil. Hepimiz insanız! Vermek güzel de, almak o kadar kolay değil. İnsanların da bir gururu var, haliyle. Çekiniyorlar poşeti alınca, utanıyorlar. Başa kakmamak lazım, karşındaki insanı utandırmamak lazım. Biz Müslümanlar öyle insanlar değiliz, çok şükür. Bir şey Allâh rızası için yapıldı mı, tamamdır. Önemli olan bu! Yine de bunu karşındaki insana hissettirmen lazım, o güven duygusunu vermen lazım. “Biz bunları size muhtac olduğunuz için değil, Kurban Bayramı Müslümanlar’ın bayramıdır; İslamî bir vecibeyi yerine getirmek için yapıyoruz. Aynı şeyi siz de bize yapsaydınız fark etmezdi” duygusunu vermek lazım. Onlara tam da bu duyguyu vermek lazım!

Misyonerler gelip burda neler neler veriyorlar; bizim iki lokma etimiz ne ki? “Jesus rızası için” değil tabiî ki, “Allâh rızası için” hiç değil! Neyin rızası için olduğunu Arnavutluk halkı da çok yakında öğrenir! Dilerim herşey için çok geç olmaz öğrendiklerinde. Hani diyordu ya, Afrikalı bir köylü: “Beyaz adam ülkemize gelmeden önce bizim toprağımız vardı, onların İncil’i. Şimdi bizim İncil’imiz var, onların toprağı.”

Makedonya halkı biraz bilinçli, az çok biliyor ne için olduğunu. Fakat Arnavutluk halkına birilerinin anlatması lazım! Makedonya’dakiler dînî kimliklerine de sahip çıkıyorlar, millî kimliklerine de. Ülkelerine de aslanlar gibi sahip çıkıyorlar. “Makedonya” ismini bile kabule yanaşmayan Yunanistan, NATO ve BM’ye inat, göğüslerini gere gere “Ben Makedonya’lıyım” diyorlar. Bu güzeldi işte, hoşuma gitti. Severim kendi toprağına bağlı Müslümanlık’ı. Kendi toprağıyla bağlarını koparmış, kendi ülkesine yabancılaşmış, kendi halkına düşman, kendi insanlarından nefret eden bir Müslümanlık’tan çıksa çıksa ancak Türkiye’deki gibi bir İslamcılık çıkar.

Arnavutluk’ta İslamî kimlik hemen hemen tümüyle yok edilmiş. Millî kimliklerine ve ülkelerine sahip çıkıyorlar; o yönden çok iyi, olumlu. Fakat İslamî bilinç olmadığı için, millî hassasiyetlerini de yanlış semboller üzerinden ortaya koyuyorlar; İskender Bey ve Rahibe Teresa gibi semboller üzerinden. (Bu son iki paragrafta söylediklerim, Türkiye’de 70’li yıllarda başlayan Tevhidî bilinçlenme sürecinin terminolojisine aykırı olabilir; idare edin. Cahilliğime bağışlayın gitsin! 70’li yıllarda Tevhidî bilinçlenme süreci başladığında ben henüz küçücük bir çocuk olduğum için kaçırmışım o bölümü.)

Mangull köyünde, “Shkolla e Mesme e Bashkuar” adlı ilkokulun bahçesinde gerçekleştirdiğimiz kurban dağıtımları, oldukça güzel ve düzenli geçiyordu. Kamyonetin kasasındaki gençlerin maşallâhı var; daha biz bir poşeti vermeden onlar yenisini hazırlıyordu. Herşey düzenli bir şekilde yapılıyordu. Köylüler sırayı ve düzeni hiç bozmuyorlardı. Hatta etleri alırken bile utanarak alıyorlar; bir de itiş kakış mı olacak sanki? Hani bir ülkede deprem, sel gibi felâket olur, ondan sonra gidersin, bu tür şeylerle karşılaşmak olasıdır da, normal zamanlarda olmaz tabiî. Bedava veya çok ucuz dağıtılan gıda ve eşyalara insanların hücûm edip biribirini ezmesi, ancak Almanya, Fransa, Belçika gibi refâh toplumlarında karşılaşılan bir olaydır!

Kurbanları dağıtırken, bir yandan gözüm köşede şöööyle garip garip durmuş, çekingen bir ırayla bizleri seyreden teyzelere takıldı. Canım yaa, hepsi de ne şeker teyzeler böyle! Öyle bir mâsum ve “anne sevecenliğiyle” bakıyorlar ki, içi parçalanıyor insanın onları görünce. Kimi ellerini – namazdaymış gibi – göğsünün üzerinde bağlamış, kimi eliyle ağzını kapatmış, kimileri de biribirine yaslanmış, bizi seyrediyorlar.

Tuhaf olan, hepsi de kısa boylu buranın teyzeleri, iyi mi? Allâh’ım Yâ Râbbim, boyları miniminnacık hepsinin de! Öyle uzakta durup bizi seyretmeleri zoruma gitti; niye çekiniyorlar ki? Gelsinler yanımıza, uzatsınlar ellerini, öpeyim ellerinden, öpüp başıma koyayım.

Teyzeciğim gel yaa, niye öyle uzakta duruyorsun? Ben de senin evlâdın sayılırım. Bak bugün bayram. Uzat ellerinden öpeyim, öpüp başıma koyayım; gel bayramlaş evlâdınla. Kaç bayram geçti “insansız”, kaç bayram oldu? Özlemişim bayramlaşmaları be teyzem, özlemişim.

Daha fazla dayanamazdım teyzelerin o çekingen gözlerle bizi seyretmelerine. Önümdeki insanlardan başımı kaldırıp yüksek sesle seslendim onlara:

- Xalti, were were! Xalti were destên te ramisım. Şerm neke, ez ji kûrê teme, ez ji gedê teme. Were destên te ramisım, xalti!

Ne yapayım, dostlar? Türkçe çağırsam, onlar anlamaz. E Arnavutça’yı da ben bilmiyorum. Ne yap’cam? Ben de mecburen “bilinmeyen bir dil” ile yapıyorum çağrıyı.

Hele bakın bakın, hemencik de geliyorlar haa! Anlıyorlar tabiî dilimi! Gönül dili ne de olsa, yürek dili. Kalp dili. Kalpsizler “bilmese” de olur! Ne kadar da güzel söylemiş Mevlânâ: “Bir şeyi sen bilmiyorsun, tanımıyorsun diye o şey yok demek değildir.”

Teyzeler geliyor yanıma, Allâh’ım ne kadar da tuhaf bir şey, hepsi de kısa boylu! Ellerine kurban poşetleri tutuşturuyorum. Listede isimleri var mıymış, sıradaki isim kimmiş, umurumda mı? Başlarım şimdi listenize mistenize! Dağıtın gitsin işte hepsini.

Köy muhtarı (galiba) olan adam dizmiş köylüleri sıraya, “Sen aldın tamam, gidebilirsin, şimdi sen gel, al etini, tamam, şimdi çekil sıradaki gelsin”, ne bu yaaa? Arnavutluk’a sadaka dağıtmaya gelmedik, buradaki kardeşlerimizin yanına geldik, onyıllardır unuttuğumuz, kendi acılı hallerine terk ettiğimiz kardeşlerimizle bayramlaşmaya geldik biz! Etini ver gönder, etini ver gönder, bayramlaşma yok, sarılıp kucaklaşmak yok, ne bu Allâh aşkına? Tamam etlerini vereceğiz tabiî ki, onların hissesi bunlar zaten; fakat müsaade edin de kardeşlerimizle bir bayramlaşalım, değil mi? Köylülere sarılıp bayramı tebrik edelim, amcaların ve teyzelerin ellerinden öpelim, çocukların saçlarından okşayalım. Bayramı listeyle misteyle bilmiyoruz biz!

Teyzeler sırayla yanıma geliyor, onlara etlerini veriyordum. Herşey çok daha güzel olmuştu şimdi.

Teyzelerden birine hissesini verirken boynuma sarılıp öpmez mi beni? Oradaki kalabalık kahkahalara boğuldu; herkeste neş’eli bir gülme. Ortam şenlenmişti. Ne ALSAR, ne WEFA, ne de İHH, herşey Sediyani usûlü yapılıyordu artık.

Allâââh, teyze öptü beni!!! Keyfime diyecek yoktu, sevinçten uçuyordum. Allâh-û Ekber, Allâh-û Ekber, Allâh-û Ekber; teyzeciğim sağ yanağıma küçücük bir buse kondurdu! Durur muyum hiç; hemen karşılık verdim tabiî ki. Eğilip sağ elini kavradım; mübârek elini öpüp başıma koydum: “İda te mûbarek be, Xalti!”

Köylüler gülmekten kırılmıştı...

Fakat çekinceliydi teyzem, çekine çekine öpmüştü evlâdını. Hafif bir buse kondurmuştu yanağıma. Tooo, ma siz buna öpmek mi diyorsunuz? Öyle diyorsanız, demek ki siz hiç Elâzığ’a gitmemişsiniz...

Ben Elâzığ’a gittiğim zaman, oradaki teyzeler beni nasıl öpüyor, biliyonuz mu? Anlatayım:

Beni ilk gördüklerinde, sevinç ve şaşkınlıktan önce şöyle bir uzaktan bakıyorlar. İlk reflekslerinde, aynı anda sol elini ağzına götürürken sağ eliyle de dizine vuruyorlar ve aynı anda ağızlarından şu sözler dökülüyor:

- Vışşşşş, ez qûrbana te bım, lo lo lo lo lo! Ez qûrbana te bım, ez qûrbana te bım. Biiyyyyyy! Na tû çaxtê hati? Sehev xebera me tûnnebu tû hati...

Teyze olduğu yerde kalıyor, bense hemen ona doğru gidiyorum. Yanına varınca, elini öpmek için eğiliyorum ya, işte tam o anda iki eliyle kafamı kavrıyor. Daha elini bile doğru dürüst kavramamışken.

Teyzenin kafamı kavrayışı, öyle sıradan bir hareket değil. Belgesel yapılır, belgesel! Hani belgesel filmlerde, ceylanlar nehir kenarında kafalarını suya sokup su içerler ya, tam o anda suyun içinden kocaman bir timsah fırlar, iki çenesiyle ceylanın kafasını kavrar. İşte tam öyle!

Teyzenin iki eli arasındaki kafayı kurtarmam artık nerdeyse imkânsızdır. Bir timsahın iki çenesi arasındaki ceylan kafasından farksızdır artık, teyzenin iki eli arasındaki kafamın.

Teyze öpmeye önce sağ taraftan başlar. Fakat yanaktan değil, gözden de değil! Göz üzerindeki kaşın başladığı çizgi ile saçın arasında kalan noktayı öper, peşpeşe hem de: Muç muç muç muç muç! Tam 5 kere üstüste! Makinâlı tüfek gibi.

Sonra sol tarafa geçer teyzeciğim. Yalnız, sağdan sola geçerken direk geçmez, tam orta hizaya geldiğinde önce şöyle karşıdan bir yüzüme bakar! Bu, onun için yeniden enerji depolamak demektir. Sol taraftan da aynı şekilde: Muç muç muç muç muç! Tam 5 kere üstüste! Makinâlı tüfek gibi.

Teyzem yaa, sanki yeğenini öpmüyor da, üstüne şarjörü boşaltıyor!...

Mangull köyündeki dağıtımı bitirmiştik. Kamyonetteki etlerimizin yarısını burada dağıtmıştık. Diğer yarısını ise başka bir köyde, buraya sadece 6 km mesafede bulunan Mulet köyünde dağıtacaktık.

Araçlarımıza bindik ve Mangull köyünden Mulet köyüne doğru yolculuğa başladık. Sadece 6 km ötedeydi gideceğimiz diğer köy.

Bu kez dağdan habire aşağı doğru iniyorduk. Demek ki Mulet dağ başında değil, ovada.

Ne fark eder ki? Sevgi, kardeşlik, paylaşmak, dostluk, bunlar nereye ekersen yetişir. Dağ başında da yetişir, ovada da, denizin ortasında da.

Sevgi her yerde yetişir.

Bitki değil ki bu; toprağa, iklime, havaya cıvaya baksın!

Gidiyoruz bakalım; Petrele ilçesinin Mulet köyüne. Kurban hissesi dağıtacağız orada. Karşılığında ise sadece bir şey istiyoruz onlardan:

Sevgi.

sediyani@gmail.com

 

  

Yorumlar