Duyuru

Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri –21

  /   4916   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

Nuk do as mend as kalem! Shif e shkruaj.

(Ne akıl iste ne kalem! Bak ve yaz.)

Arnavut atasözü

Cuma namazına yarım saat kadar kala hep beraber çıktık ALSAR Vakfı’ndan.

Artık ayrılık vakti iyice yaklaşmıştı. Vakfın kapısından son kez çıkıyorduk dışarı; ondan sonra da minibüsle son kez şehrin kapısından.

Uçağımız öğleden sonra hareket ediyor. Cuma namazını Tiran şehir merkezinde değil, havaalanının yakınındaki küçük bir camide kılacak ve namazdan sonra da havalimanının yolunu tutacaktık.

Vakıfta abdestlerimizi aldık ve minibüsü doldurarak Cuma namazını kılmak üzere havaalanının yolunu tuttuk.

Ne çok bakmıştık şu minibüsün camlarından; günlerce ne meraklı gözlerle seyretmiştik içeriden dışarıyı. Şimdi, son kez bakıyorduk.

Yirmi dakika içinde camiye varıyoruz. Mescîde girip oturuyoruz bir köşeye. Hoca vaaz veriyor.

Bu topraklarda dinlediğimiz Arnavutça ikinci vaaz bu.

Oturup dinliyoruz biz de Arnavut kardeşlerimizle birlikte: Subhanallâh! Subhanallâh! Subhanallâh! Bu ne muhteşem bir olaydır, Allâh’ım? Daha üç gün önce, bayram namazında dinlediğim Arnavutça vaaza sadece aval aval bakmıştım; fakat şimdi, evet, pürdikkat dinlediğimde, anlıyordum bazı yerlerini. Özellikle hocanın sözlerini dikkatle dinlemenin yanında, bir de hal hareketlerini, mimiklerini de takip ettiğimde, vaazın nerdeyse büyük bölümünü anlayacak durumdaydım.

Arnavutluk’a geldiğim hem ilk saatlerde, hem de bu topraklardaki son saatlerde vaaz dinleme şansı yakaladığımdan, arada geçen sürede kat ettiğim mesafeyi ölçmem için harika bir fırsat doğmuştu bana.

Dört gün önce bu topraklara ayak bastığımda, Arnavutça’da bildiğim tek kelime “Shqipëria” (Arnavutluk) idi. Bu ülkede geçirdiğim dört günün sonunda, Arnavutça şimdi benim için “konuşamıyorum ama anlıyorum” olmuş demek ki.

Cuma namazı, Balkanlar’da kıldığımız son namaz oluyor. Namazdan sonra ayrılıyoruz camiden ve Komünizm dönemindeki adı “Rinas Havaalanı” (Arn. Aeroporti Rinas) olan Tiran Rahibe Teresa Havaalanı (Arn. Tirana Aeroporti Nënë Tereza)’na doğru gidiyoruz. Zaten cami havaalanının çok yakınında. Yolcu olduğumuz için, bilerek bu camiye gelmiştik.

Havaalanında ilk önce bagajlarımızı veriyoruz ve biletlerimizi “okeyletip” pasaportlarımızı kontrol ettiriyoruz. Bu işlem bitip de yüklerimizden kurtulduktan sonra, son kez birlikte birşeyler içebilmek için uygun bir café bulup oturuyoruz.

Bir yandan ilk kez bu ülkede keşfettiğimiz elmalı sütlerimizi içerken, bir yandan da son konuşmalarımızı yapıyoruz. İçinde bolca “Hakkınızı helâl edin, bir kusurumuz olduysa bağışlayın” ifadeleri geçen bu son konuşmaların içinde hep bir hüzün saklı. Biribirlerine alışan, ısınan insanların vedâ konuşmalarıdır bunlar.

Dört gün boyunca susturamamışlardı beni, anlata anlata kulaklarını sağır etmiştim arkadaşlarımın; dilimden “İllallâh” çekmişlerdi. Fakat bu masada, ağzımı bıçak açmıyor. Hep onlar konuşuyor; ben sadece dinliyorum. Hiçbir şey konuşmak gelmiyor içimden.

İçim içimi yiyor; göğsüm daralıyor ikide bir. Hiç gitmek istemiyordum buralardan. Böyle olacağını bilseydim; daha baştan farklı ayarlardım bu geziyi. Konuşurdum WEFA’yla; dört gün yerine iki hafta kalırdım burda. Ne güzel olurdu vallâh! Kosova’ya da giderdim o zaman; Priştina’ya, Prizren’e, Mitroviça’ya, İpek’e, Gilan’a... Bosna’ya giderdim; Saraybosna’ya, Mostar’a, Srebrenitza’ya, Gorajde’ye, Zenica’ya, Bihaç’a... Yunanistan’a giderdim; Batı Trakya’ya, İskeçe’ye, Gümülcine’ye, Dedeağaç’a, Dimetoka’ya... Oraları da gezer görürdüm, oraları da yazardım, anlatırdım, paylaşırdım. Kimbilir, ne güzelliklerle tanışırdım orda, ne ilginç anekdotlar biriktirirdim, ne yürek burkan öyküler doldururdum heybeme...

Vakit yavaş yavaş geliyor. Kalkıyoruz yerlerimizden. ALSAR’daki kardeşlerimize son kez sarılıyoruz: “Lamtumirë miqtë tanë! Lamtumirë vëllezërit tanë! Ne nuk harrojme. Ne gjithashtu mos harroni ju, në rregul? Ne pëlqente vendin tuaj dhe popullin tuaj shumë. Mbrojtur vendin tuaj dhe të popullit tuaj kundër armiqve!”...

ALSAR’daki kardeşlerimizden tamamen ayrıldıktan sonra bir başımıza kalıyoruz. Hüzünlüyüz; içimiz buruk.

Saatimiz 13:30... İHH gönüllüsü kardeşlerimin uçağı saat 14:15’te kalkıyor; benim uçağımsa 15:15’te, tam bir saat sonra. Onlar Türk Hava Yolları (THY) uçağıyla direk İstanbul’a uçacaklar. Bense Slovenya şirketi olan Adria Airways uçağıyla Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya uçacak; ordan da aktarma yapıp Ljubljana’dan Frankfurt’a uçacağım.

Oturup bekliyoruz uçak saatlerinin gelmesini. Son sohbetlerimizi yapıyoruz; yaşadıklarımızı hüzünlü bir ses tonuyla biribirimize anlatıyoruz tekrardan. Hepimizi de çok mutlu etmiş bu seyahat.

İstanbul yolcuları için anons yapılıyor. Sırayla kucaklaşıyorlar benimle ve hatır istiyorlar. Uğurluyorum; terminalden uçağa götüren otobüse binişlerini, hareket edişlerini seyrediyorum artlarından hüzünle bakarak.

Ellerim cebimde, boynum bükük, gözlerim buğulu, gençleri seyrediyorum; Emin’i, Fatih’i, Hamza’yı. Ne kadar temiz gençler hepsi de.

Farkediyorlar bakışlarımdaki hüznü. Mahcup bir ırayla tebessüm gönderiyorlar bana. Fotoğraf makinâlarını çıkarıyorlar; başlıyorlar otobüsün içinden fotoğrafımı çekmeye. Gülüyorum onların bu hareketlerine. Canlarım yaaa; gençlerin hepsi de sıraya girmiş, tek tek fotoğrafımı çekiyorlar. Onlar havaalanı pistinde, otobüsün içinde, bense terminal salonunda. Ordan fotoğraflarımı çekiyorlar; bense onlar her seferinde tam deklanşöre bastıkları anda el sallıyorum objektife. Gülüşüyoruz ordan buraya.

Otobüs hareket ediyor; kaybolana kadar son ana kadar karşılıklı el sallamalar...

Şimdi tamamen yalnız kaldım. Bütün dostlarım gittiler, ayrıldılar benden.

Daha bir saatim var. Terminaldeki bir café’ye geçip oturuyorum. Soğuk bir içecek ısmarlıyorum. Mehdi Gurra’nın Seyahatname’yi yazarken istifade etmem için bana verdiği ve ALSAR Vakfı’nın çalışmalarını anlatan kitapçıkları ve broşürleri açıp inceliyorum. 5 dilde hazırlanmış kitaplar: Arnavutça, Türkçe, Arapça, İngilizce ve Almanca. Kitaplardaki fotoğraflara bakıyorum; faaliyetler esnasında çekilmiş biribirinden güzel fotoğraflar.

Biraz inceledikten sonra içeceğim de geliyor. Kapatıp tekrar çantama koyuyorum kitapçıkları. Bir yandan içeceğimi yudumlarken, bir yandan da derin derin düşünüyorum. Dört gün boyunca tüm yaşadıklarım, film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.

Kolay değil tabiî, âzîz dostlar... Kendinizi o an için benim yerime koysanıza! Orada yaşadığınız tüm ânlar film şeridi gibi tekrardan gözlerinizin önünden geçerken, bir yandan da, bütün bunları yazacağınızı, kaleme alacağınızı düşünüyorsunuz...

Ljubljana yolcuları için anons yapılıyor. Vakit geldi. Hesabımı ödeyip kalkıyorum ordan. Önce giriş kuyruğu, sonra yolcu otobüsü derken Adria Airways uçağının içinde buluyorum kendimi.

Arnavutluk’un başkenti Tiran’dan, Tiran Rahibe Teresa Havaalanı (Arn. Tirana Aeroporti Nënë Tereza)’ndan Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya, Ljubljana Jožeta Pučnika Havaalanı (Slvn: Letališče Jožeta Pučnika Ljubljana)’na doğru seyahat eden uçağımız, saat 15:15’te kalkıyor.

Bu güzel gezi de böylece sona eriyor; son saatlerini yaşıyor.

15 – 19 Kasım 2010 tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz ve 4 gün süren Balkan gezimizin toplam bilançosu şöyle: 3 ülke (Slovenya, Arnavutluk, Makedonya), 2 başkent (Ljubljana, Tiran), 1 sıradağ (Kruja Dağları), 1 göl (Ohri Gölü) ve 5 nehir (Erzeni, Fan, Mat, Shkumbin, Crni Drim).

Uçağımız havalanıyor; Lamtumirë Shqipëria...

Tiran’dan Ljubljana’ya uçarken, uçağın penceresinden aşağıya bakıyor, Arnavutluk’un muhteşem, ama gerçekten muhteşem coğrafyasını seyrediyorum.

Kruja Sıradağları’na bakıyorum, Dajti Dağı’na...

Hayat ne garip, değil mi dostlar? Üç gün önce biz, Kruja Sıradağları’na ait Dajti Dağı’nın eteklerinde, Erzeni Nehri kıyısında kurbanlarımızı kesiyorduk; şimdi ise üstünde uçuyorum bu yalçın dağların.

Üç gün önce Dajti üstten bakıyordu bana; şimdi ise, ben üstten bakıyorum Dajti’ye.

Ben hareket halindeydim, yol alıyordum; fakat Kruja Dağları öylece çakılmışlardı yerlerinde, öylece yerlerinde duruyorlardı.

Bu nasıl oluyordu? Ben şu küçücük cüssemle bulutlar gibi yol alabilirken, koskoca cüsseleriyle bu heybetli dağlar nasıl olur da yerlerinden kıpırdamayı bile beceremiyorlardı?

Uçağın penceresinden aşağıya bakıp, avaz avaz seslendim heybetli dağlara:

- Ey şu yemyeşil ve bereketli coğrafyanın, kartallar ülkesi Arnavutluk’un yalçın dağları! Ey heybetli Kruja Dağları! Sen ey bayramda ilk elini öptüğümüz Dajti Dağı!... Neden öylece çakılmışsınız yerlerinizde, neden öylece hareketsiz duruyorsunuz?

Cevap vermiyordu dağlar bana, konuşmuyorlardı. Hiç birşey söylemiyorlardı.

Bir kez daha denedim, bir kez daha seslendim:

- Kruja Dağları ey Kruja Dağları! Ey Dajti Dağı! Ben şu küçük cüssemle bulutlar gibi yol alabilirken, siz koskoca cüsselerinizle nasıl olur da yerlerinizden kıpırdamayı bile beceremiyorsunuz? Neden öylece çakılmışsınız? Niçin hareket etmiyorsunuz?

Cevap vermiyordu Kruja; konuşmuyordu Dajti. Hiç birşey söylemiyorlardı.

Bir daha denedim; bu kez avazım çıktığı kadar bağırdım. Bir kez daha seslendim:

- Kruja ey Kruja, Dajti ey Dajti! N’olursunuz cevap verin bana, yalvarıyorum cevap verin! Neden öylece sabit kalmışsınız yerlerinizde? Neden hiç hareket etmeden duruyorsunuz?

... ve cevap geldi.

O ses, ah o ses; kulaklarımı sağır eden, bütün vücûdumu tir tir titreten, beni sersemleştiren o ses.

Cevap geldi ama sorduğum yerden değil. Ben Arnavutluk dağlarına sormuştum; fakat cevap Hicaz dağlarından geldi.

Ben Kruja Dağları’na sormuştum, Dajti Dağı’na; cevap Nur Dağı’ndan geldi, Hira Mağarası’ndan.

Neml sûresinin 88. âyetinden geldi cevap:

“Sen dağları görür de, onları yerlerinde duruyorlar mı sanırsın? Halbuki onlar, tıpkı bulutların geçişi gibi hareket etmektedirler. İşte bu herşeyi layıkıyla yaratan Allâh’ın san’âtıdır. Şüphesiz O, gizli açık bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

 

≈ BİTTİ ≈

sediyani@gmail.com

  

Yorumlar