Nedim Emin, Arnavut entellektüel hayatına önemli katkılarda bulunan Logos-A Yayınevi'nin sahibi Adnan İsmaili ile Balkanlardaki yayıncılık faaliyetlerini ve Müslümanların durumunu konuştu
Nedim Emin/ Dünya Bülteni- Üsküp
Müslüman ve özellikle Arnavut entellektüel hayatına çok önemli katkılarıyla bilinen ve merkez ofisi Üsküp'te bulunan Logos-A yayınevi, bu sene kuruluşunun 20. yıldönümünü kutluyor. Yayıncılık faaliyetleri dışında Balkanlar'daki Arnavut toplumunun ve diğer Müslüman unsurların ilmî, sosyal ve kültürel alandaki sıkıntılarıyla da yakından ilgilenen Logos-A yayınevi sahibi Adnan İsmaili ile Balkanlar'la alakalı birçok konuyu konuştuk. Komünizm dönemini ve özellikle komünizm sonrası gelişen karmaşık süreçte Balkanların en önemli Müslüman unsuru olan Arnavut toplumunun kimlik ve kültürel problemlerine değindik. Bununla birlikte Arnavut entelektüel etkinlikleri arasında önemli yeri olan yayıncılık faaliyetlerini, Logos-A yayınevini ve genel anlamda Balkanlar'daki Müslümanları Adnan İsmaili ile etraflıca konuştuk.
Nedim Emin: Yugoslavya dağılmadan önce özel yayın yapmak mümkün müydü?
Adnan İsmaili: Resmî olarak teşebbüs bile edilemezdi diyebilirim. Buna zaten imkân da yoktu. Baskıları, yasakları bırakın, teknik olarak zaten yayıncılık devletin tekelinde idi. Yani özel yayınevleri olmadığı için özel yayıncılık hiç düşünülemezdi. Ancak mesela 1980 yılından sonra başlayan ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) ile devam eden Sovyet ülkelerdeki ilk demokratikleşme rüzgârının etkisi, tüm komünist ülkelere olduğu gibi Yugoslavya'ya da yansıdı ve bu gelişmeler ister istemez insanlarda daha özgür bir ortam beklentisi yarattı. Dolayısıyla bu, Müslümanları da çok heyecanlandırdı. Böyle bir ortamda Müslümanlar Yugoslavya'nın değişik şehirlerinde kitapların isimlerini değiştirerek, matbaada gizlice basmaya başladılar. Bizimse bu süreçte bastığımız ilk Arnavutça kitap, 1987 yılında merhum Aliya İzzetbegoviç'in İslam Deklarasyonu adlı kitabının Arnavutça çevirisidir.
Bunun dışında özellikle 1980'li yıllardan sonra Arap (Filistinli, Suriyeli, Ürdünlü, Mısırlı) öğrenciler Yugoslavya'nın değişik şehirlerinde üniversite okumaya geliyorlardı. Gelme amaçları çok farklı olsa da bu öğrencilerin bir kısmı kendilerini İslamî hareketin bir parçası olarak görüyorlardı. Böylece bazı Arnavutça ve Boşnakça kitaplar bu öğrenciler kanalıyla Arap dünyasında basılıyordu. Bu faaliyetler de çok gizli ve zor şartlar altında yapılıyordu. Kitaplar Arap ülkelerinde basıldığında ancak yüz ila beş yüz adet Yugoslavya topraklarına sokulabiliyordu. İslam ilimleri ile alakalı ilk kitaplar bu yolla Yugoslavya'ya sokuldu. Mesela İFSO denilen ve Kuveyt merkezli bir gençlik hareketi olan Dünya İslam Gençlik Birliği, Mevdûdî'nin Mebâdiu'l-İslam ve Seyyid Kutub'un Yoldaki İşaretler ile "Bu Din" isimli kitaplarını Arnavutça ve Boşnakça dillerinde basmıştı. Öte yandan Türkiye'ye giden arkadaşlarımız da döndüklerinde oradan kitap getirirdi. Ancak bu kitaplar Yugoslavya'ya getirildiğinde bir organizasyon ile dikkatlice dağıtılırdı. Kitaplar sadece tanıdık ve güvenilir Müslüman entelektüellere teslim edilirdi. Bunu yaparken herhangi bir iz bırakılması demek çok ağır cezalara maruz kalmak demekti.
Şunu da belirtmem gerekir ki Türkiye'den ya da Arap dünyasından, herhangi bir yeni kitap geldiğinde çok sevinirdik. O kadar tehlike ve meydan okumaya rağmen bizler yeni bir kitaba kavuşmanın heyecanına kapılır, coşkusunu yaşardık.
Diğer bir yayın yöntemi de "kopya çoğaltma" yöntemi idi. Fotokopinin bugün ne kadar yaygın olduğunu görünce hep o zor dönemleri hatırlıyorum. Herhangi bir önemli kitabın bir nüshası elimize geçtiğinde gizlice evlerde toplanıp daktilo ile kitabı baştan sona yazarak çoğaltırdık. Sonra da sırayla kitapları okurduk.
Fotokopi makinesi ise bizim en büyük rüyamızdı. Nasıl bir fotokopi makinesi elde edebiliriz diye kafa yorarken hakikaten çocuk gibi heyecanlanırdık. Çünkü bunu yapmak da çok zordu ve devletten özel izin almak gerekiyordu. Haliyle bu imkânsızdı. Biz de çareyi dışarıdaki fotokopicilerde kitapları çoğaltmakta aradık. Ancak komünizm döneminde fotokopiciler de istihbaratın çok ciddi takibi altında idi. Makedon (Hıristiyan) fotokopiciler bile devamlı olarak istihbarat tarafından kontrol ediliyordu. Mesela bir defasında -sanırım 1983 yılıydı- Türkiye'den İslamî bir dergi getirmiştim ve bunun kopyasını yapmak istedim. Bu yüzden istihbaratla başım derde girdi ve 2-3 yıl sırf bununla ilgili sorgulara maruz kaldım.
Birimizin evinde fotokopi makinesi olsa kitap çoğaltma sorunumuz çözülecek diye düşünürdük. Ama maalesef ne yurtdışından getirmeyi ne de bu problemi içeriden çözmeyi başarabildik. Hâlbuki biz o zamanlar fotokopi makinesini ekmekten sudan daha fazla istiyorduk ama nasip. Demek ki o zamanlar sabretmemiz gereken zamanlardı. Şimdi ise çok şey değişti ve bu söylediklerim genç arkadaşlara çok ilginç geliyor; ama o zamanlar hakikaten mayın tarlasında gibiydik.
Türkiye'den mesela hangi kitap veya dergiler gelirdi?
Ben yayınevlerini söylersem konsept olarak anlaşılır sanırım. Nehir Yayınları, Bir Yayıncılık, Pınar Yayınevi, Birleşik Dağıtım Yayıncılık, Girişim Dergisi Yayınları, İslam Dergisi Yayınları, İnsan Yayınevi vs. Yani bizi ilgilendiren İslam düşüncesiyle ilgili kitaplardı. Çünkü biz o dönem gerçekten büyük bir kopuş yaşamıştık ve Müslümanlar olarak hem İslamî hareket hem de İslam düşüncesi ile ilgili eserlere ihtiyaç duymaktaydık.
1981 yılında Yugoslavya'da siyasî olarak çalkantılar başlamıştı ve Müslüman aydınlar yeni bir arayış içine girmişti. Zaten tam da bu dönemlerde (1970 - 1983) Aliya'nın İslam Deklarasyonu isimli kitabı Müslümanların ellerinde dolaşmaya başlamıştı. Bu kitap Müslüman aydının arayışının çok ciddi bir göstergesiydi. Yugoslavyalı Müslümanlar artık komünist ideolojinin demir parmaklıklarından kurtulup, İslam medeniyetinin kültürel ve ilmi geleneğine olan aidiyetlerini yeniden açığa çıkarmalıydı. Tabii bunun için kendisi mini bir Balkan modeli olan Yugoslavya'da yeni bir okul ve yeni bir düşünce sistemi kurmak gerekliydi. İşte bu süreçte Ali Şeriati, Mevdudi, Seyyid Kutup gibi mütefekkirler bize çok cazip gelmişti. Bunun dışında Hasan Turabi, Necmettin Erbakan, Aliya İzzetbegoviç, Muhammet İkbal gibi bilge ve önder şahsiyetler tüm İslam dünyasında olduğu gibi bizde de çok yankı uyandırmıştı. Tüm bu unsurlar İslamî yayın faaliyetlerini şekillendiriyordu. Bazen bir kitaptan üç-dört nüsha kopyaladığımız da olurdu; ama o dönemde bu bile kendi başına çok kıymetliydi.
Yugoslavya dağıldıktan sonra yeni oluşan ulus-devletlerde Müslümanların yayıncılık faaliyetleri komünist dönemdeki gibi baskılara maruz kaldı mı?
Resmî olarak 1990 yılında özel yayıncılık yasal hale geldi. Ancak Yugoslavya'dan koparak oluşan tüm yeni devletçiklerde 2000'li yıllara kadar aynı zihniyet devam etti. Kurulan yeni devletlerin resmî kadroları, aydın kesimi ve hatta sanatçı kesimi komünist zihniyetten kurtulamamıştı. Müslüman görünenler de bazı komünist huylardan vazgeçememişti. Dolayısıyla özel yayıncılığa yasal olarak müsaade edilmişti; ancak bu yeniliklere o kadar da tahammül edilmedi. Haliyle bu zihniyet İslam'la alakalı herhangi bir kitabın basılmasını kaldıramıyordu. Kanunen hakkın var, ancak bu sefer de gizli baskılar var. Oysa özel yayıncılık serbest hale geldikten sonra hemen harekete geçildi ve Makedonya'da ilk özel yayınevi 1990 yılında kuruldu. Sonra ardı ardına özel yayınevleri kurulmaya başladı.
Logos-A tarafından basılan merhum Alia İzzetbegoviç'e ait Doğu ve Batı Arasında İslam kitabı
Bu süreçte Logos-A Yayınevini kurma fikriniz nasıl doğdu?
Değişen koşullar Müslümanların da özel yayınevi kurma girişimlerini tetikledi. Baskı ve zorluklar da göze alınarak bizim Logos-A yayınevinin hayat hikâyesi başladı. Bu süreçte 1990 yılında Arnavut dünyasında, dolayısıyla Kosova, Arnavutluk ve Makedonya'da faaliyet gösteren Logos-A yayınevini kurmak bir grup arkadaş olan bizlere nasip oldu ve bu yayınevi ilk İslamî kitapları basmakla müşerref oldu. Bu öyle bir süreç ki tabiri caizse fikrî anlamda susuz kaldığımız bir dönemdi. Komünizm döneminde Müslümanlarda oluşan öyle bir düşünsel boşluk vardı ki Logos-A'yı kurduğumuzda nereden başlayacağımızı bilmiyorduk. Tabii bu boşluk sadece düşünsel anlamda değil siyasal anlamda da hissediliyordu. Zira çok partili hayata geçiş Yugoslavya'nın çöküşü ile başladı ve ilk siyasi partilerin kurulduğu 1990 tarihinde Müslümanlar hazırlıksızdı.
Ancak burada bir parantez açmalıyım. Logos-A'yı kurduğumuzda en büyük derdimiz Arnavutluk idi. Zira bizde ister Yugoslavya İslam Birliği ile olsun ister diğer inisiyatiflerle olsun, özellikle Osmanlı'nın bakiyesi olan ulemanın cemaate tesiri ile (özellikle Meddah medresesi) Müslümanlar hem kurumsal olarak hem de cemiyet içinde çok kapsamlı olmasa da organize bir şekilde varlığını sürdürdü. Ancak Arnavutluk'ta İslam gizli olarak bile yaşanamıyordu. Halk Enver Hoca tarafından öyle şiddetli baskılara maruz kalıyordu ki, bırakın yayın faaliyetlerini, İslamî motifli herhangi bir basit şeyden dahi uzak durmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden Logos-A Yayınevi bu konuda ne kadar başarılı olmuştur bilemiyorum ama Arnavutluk'a kuruluşundan beri ayrı bir önem vermiştir.
İlginçtir, Logos-A Yayınevini ilk kurduğumuzda beş-altı ay kadar, yayınevine Mehmet Akif Ersoy ismini vermiştik. İlk sekiz kitabımız bu isimle basıldı. Ancak daha sonra değişik nedenlerden dolayı ilim, mantık, felsefe ve düşünceye daha yakın(!) ve daha evrensel(!) bir kavram olan Logos ismini tercih ettik. Logos-A'yı kurduktan sonra sistematik bir yayın politikası izleyemedik. Çünkü ilk dönemlerde ihtiyaçlara cevap verme durumundaydık. Fakat özellikle 1990-1995 yıllarında Makedon yetkililerin kitap basmamızı engellemeleri ile karşılaştık. Oysa normalde özel yayıncılık hususunda devletin teşviki vardı. Kültür bakanlığı bile özel yayınlara maddi destekte bulundu. Ama biz bu imkânlardan yararlanmak yerine polisin kontrolleri, baskınları, istihbaratın sorgulamaları ile uğraştık. Her şeyimiz takip altında idi. Hatta bir ara silahlı baskınlar bile yaşadık. Çok zor olsa da biz bu ve benzeri durumlara komünizm döneminden zaten alışıktık. Bu sıkıntılar Sırpların Kosova'dan çekildiği 1999 yılına kadar devam etti.
Peki Arnavut aydını Logos A'nın vizyonunu nasıl karşıladı?
Şimdi burada önemli bir noktaya değinmek durumundayım. Logos A'nın ilk kurulduğu yıllarda, belki de stratejik olarak, isabetli olmayan bir yayın politikası izlemesi belli sıkıntılar doğurdu. Logos-A'nın kurulduğunda tamamen İslamî içerikli kitaplar basması, radikal İslamcı bir yayınevi olarak algılanmasına yol açtı. Hâlbuki biz bu coğrafyada nasıl bir aydın profilinin olduğunu biliyorduk ve daha sonra milliyetçiliğe geçiş yapan komünist ideolojinin bizdeki aydınlarda ne kadar etkili olduğunu da hesap edebilirdik. Ama bunu yapmadık ve ilk yıllarda Müslüman(!) Arnavut aydını tarafından pek hoş karşılanmadık. Geriye baktığımda keşke sadece İslamî hareket içerikli veya İslam ilimleri ile ilgili kitaplar değil de, sosyoloji, siyaset teorisi, felsefe, dünya tarihi gibi alanlarda hem İslam hem de diğer medeniyetlerin perspektiflerini sunup okuyucularımıza paradigmaları mukayese etme imkânı tanısaydık. Ancak bu eksikliği kısa bir süre içinde fark ettik. Bu vesileyle 1993 yılında Aliya'nın Doğu ile Batı Arasında İslam kitabının Arnavutçasını bastık ve bununla birlikte yayınevimize karşı oluşan önyargı yıkılmaya başladı. Zaten dünyada da artık yeni bir bakış açısı oluşmuştu. Dolayısıyla mukayeseli ya da disiplinlerarası okumalar yaygınlaşmaya başlamıştı. İşte Aliya'nın hem felsefi hem de çok yönlü bir medeniyet okuması olan bu kitabı; Logos-A'nın asıl vizyonunun anlaşılmasına katkı sağladı. Ayrıca bu kitap için hem Kosova hem Arnavutluk hem de Makedonya'da geniş bir tanıtım programı yaptık. Aliya İzzetbegoviç'in Doğu ile Batı Arasında İslam isimli kitabının Arnavut entelijensiyasında çok ciddi yankı uyandırdığını hatırlıyorum.
2000 yılından sonra Logos-A Yayınevinin vizyonu, tam hedeflenen şekilde yansımaya başladı diyebilirim. Zira bundan sonra sosyal bilimlerde tanınmış isimlerin kitaplarını Arnavutça olarak yayınlamaya başladık. Dolayısıyla sonraki yıllarda vizyonumuzu değil ama çehremizi değiştirdik. Biz yayınevi olarak her daim İslam düşünce geleneğini ön planda tuttuk; Ayrıca bu gelenekten kopmadan diğer düşünce geleneklerini anlamaya çalışan bir Müslüman aydın profilinin oluşmasına da gücümüz yettiği kadar hizmet etmeyi hedefledik. Bugün bu vizyonumuzu daha sağlıklı bir şekilde yansıttığımızı düşünüyorum. Zaten yeni dönemde Arnavut entelektüeller tarafından Logos-A çok ciddi benimsenmeye başlandı; hatta "bizim yayın evimiz" bile demeye başladılar. 2005 yılından sonra sadece belli bir kesimdeğil üniversite hocaları dâhil tüm Arnavut entelektüeller okul kitaplarının bile Logos-A tarafından basılmasını destekler hale geldiler. Bu gelişmelerle birlikte arzuladığımız noktaya doğru ulaşmak adına güzel adımlar attığımızı gördük.
Logos-A'nın bastığı ilk kitap 'Nasıl Müslüman olmalısın' ve son kitap 'Stratejik Derinlik
Yirmi yıllık bu süreçte Logos-A'nın yayın serüveninde kritik yayınlar hangileri oldu?
Bu yıl 20. yılımızı kutluyoruz ve Dünya Bülteni okuyucularına çok ilginç bir şey anlatmak istiyorum. 20. yıl kataloğumuzu açtığınızda ilk kitabımızın isminin 'Nasıl Bir Müslüman Olmalısın' olduğunu göreceksiniz. Ben bu birinci kitabı kritik olarak görüyorum; çünkü başlığı insanları biraz düşünmeye sevk etti. 20. yıla geldiğimizde ise katalogdaki son kitabımız çok ilginç -ki buna tesadüf değil tevafuk diyeceğim- Ahmet Davutoğlu Hocanın Stratejik Derinlik kitabı oldu. İnsanlar kataloğu açtıklarında bunu planlı bir şekilde yaptığımızı zannetti. "Nasıl bir Müslüman olmalıyım?" sorusu, daha sofistike edilmiş bir şekilde 21. yüzyılın bilge şahsiyetlerinden olan Ahmet Davutoğlu tarafından soruluyor. Bu soruyu "Nasıl bir Müslüman aydın olmalıyım" ya da "Bir aydın olarak hangi sorulara cevap aramalıyım?" şeklinde değişik akademik yayınlarıyla derinleştiren Davutoğlu, ait olduğu medeniyeti, kültürü, coğrafyayı, tarihi ve düşünce geleneğini sorgulamakla birlikte Batı ile diğer medeniyetleri de anlamaya çalışıp İslam dünyasına yeni bir perspektif sunuyor. Bu açıdan bu iki kitap, Logos-A'nın hem yayın serüvenini hem de misyonunu tasvir edici mahiyette olması hasebiyle önemli. Tabii Davutoğlu'nun mukayese ve sorgulamaları içeren farklı makaleler ve kitaplarını da Arnavutça olarak yayınladık.
Bunun dışında Seyyid Hüseyn Nasr'ın ve epeyce ses getiren Muhammed İkbal'ın kitaplarını çok kritik yayınlar olarak görüyorum. Daha önce değindiğim gibi Aliya İzzetbegoviç'in Doğu ve Batı Arasında İslam özellikle Arnavutluk'ta çok okundu. Hatırlıyorum 1994 yılında ilk defa İslam ekonomisi üzerine merhum Necmettin Erbakan Hocanın kitabını basmıştık. Bizdeki iktisatçı Arnavutlar arasında çok tartışılmıştı. Öte yandan Arnavut edebiyatçılarına Anadolu'nun yetiştirdiği önemli isimleri tanıtmak istedik. Bu vesileyle Necip Fazıl Kısakürek'in Çile, Mevlânâ'nın Mesnevî, Mehmet Akif Ersoy'un Safahat isimli kitaplarını da bastık. Keza Samuel Huntingtın'ın Medeniyetler Çatışması kitabını da. Ancak Stratejik Derinlik kitabı için yaklaşık 30-35 değerlendirme yazısı yazıldı. Bu yüzden hem yankı hem de değer bakımından bu kitabın ayrı bir önemi olduğunu düşünüyorum.
II. Bölüm
Arnavutların yaşadığı ülkelerde 1990’dan sonra nasıl bir Müslüman aydın tipolojisinden bahsedebiliriz?
Bu sorunun cevabını bulmak için tarihin derin köklerine kadar inmek gerekebilir. Zira komünist mantık da ulus-devlet mantığı da aydınların zihinlerini aynı kökten besliyor. Günümüzde aydınların kimlik konumlandırması ne yönde ise tarihe karşı bakış açısı da tarih yazımı da ona göre şekilleniyor. Şimdi ne demek istediğimi biraz daha açmaya çalışacağım. Ulusal Arnavut tarihinin ana kahramanı İskender Bey (Gjergj Kastrioti) isimli Hıristiyan asıllı yeniçeri askeri, sonradan isyan edip haçlılarla ittifak kuruyor ve Fatih Sultan Mehmed’in ordusuna karşı savaşıyor. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle modern ulus inşa sürecinde Arnavut kimliğine İskender Bey fenomeni ciddi bir şekilde eklemlendirildi. Dolayısıyla bugün Arnavut aydınının, ulusal tarihin merkezine İskender Bey’i yerleştirmesine pek şaşırmamak gerekir. Ancak burada şöyle bir sıkıntı var. “Ben kendimi İslam tarihinin bir parçası olarak görüyorum” diyen Müslüman Arnavut kesim, bu tarih tasarımının neresinde yer alıyor? İskender Bey’i ulusal tarihin merkezine yerleştirenler bu sorunun üstünü örtüyor; ama bu konuda yeni yeni sorgulamaların başladığını belirtmeliyim. Bugün Makedonya, Arnavutluk ve Kosova’da Osmanlı tarihini kendi ulusal tarihine yerleştirmek yerine, kendilerini Osmanlı tarihinin bir parçası olarak görmek isteyen bir aydın kesiminden bahsedebiliyoruz. Ne yazık ki sadece birkaç yıl önce böyle bir şeyden bahsetmek hainlikle suçlanmanıza neden oluyordu. Oysa bugün durumlar değişti. Henüz her aydın özgürce fikirlerini ifade edemese de toplum eskisi kadar ideolojilere sadık kalmak zorunda değil. Zira şimdi herkes istediği her bilgiye kolaylıkla ulaşıyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğuna daha kolay karar veriyor.
Ancak geleceğe dair umutlu olmamız için birçok neden var. Çok sayıda Arnavut öğrenci artık Türkiye’de eğitim görüyor. Bu çok umut verici bir şey. Daha önce Arnavut öğrencilerin eğitimi için genelde Batı ülkelerini tercih ettikleri düşünüldüğünde, bu inanılmaz bir gelişme. Ben sadece Türkiye tercih edilsin demiyorum; ama Türkiye’nin gerek gelenek, gerek kültür gerekse tarihsel birikimiyle Arnavut toplumuna vereceği daha fazla şey var. Ayrıca Türkiye’ye giden Arnavut öğrenciler ülkelerine döndüklerinde tecrübe aktarımının hızlanacağına inanıyorum. Bununla birlikte yıllar boyunca oluşturulmuş önyargıların da bu yolla kırılacağını ümit ediyorum. Türkiye’ye okumak için giden yeni nesillerin eskisi gibi ideologları yok ve bu onların özgürce eğitim görmelerini ve sadece ülkelerinin yararını düşünmelerini sağlıyor. Bu açıdan Arnavut aydınının yeni dönemde daha sağlıklı bir zemin elde etmesi için koşullar olumlu yönde değişiyor.
Üsküp-Tiran-Priştina hattından ziyade Üsküp-Sancak-Saraybosna hattının; hatta buna Zagreb ve Lyublana’yı da ekleyebiliriz, son yıllarda özellikle de Yugoslavya sonrası biraz pasifleştiğini görüyoruz. Bu kopuşun nedenlerine değinebilir misiniz?
Evet, bu artık maalesef çok net görülen bir gerçek. Üsküp-Priştina-Tiran hattı her açıdan iç içe; neticede aynı halk, aynı dil ve aynı kültür olduğundan dolayı bu ülkelerin daha sıkı ilişki içinde bulunmalarını doğal karşılayabiliriz. Ancak son zamanlarda bu hattın da sıkıntıya gireceği konuşulmaya başlandı. Mesela Kosovalı Arnavutların bazıları kendilerine “Arnavut” demek yerine “Kosovalı” diye yeni bir milli kimlik inşa etmeye çalışıyorlar. Herhalde Büyük Arnavutluk’tan çekindikleri için(!) Kosovalı diye bir kimlik oluşturarak Kosova’yı Makedonya ve Arnavutluk’tan koparmaya çalışıyorlar.
Üsküp-Sancak-Saraybosna hattına gelince, rahatlıkla diyebilirim ki komünizm döneminde çok daha sıkı ilişki içinde, hatta çok daha iç içeydik. Ancak bugün çok uzaklaştığımız, hatta koptuğumuz apaçık ortada. Tabii bunun birçok nedeni var. Mesela komünizm döneminde Yugoslavya’da ulaşım çok rahattı ve hiçbir sınır engeli yoktu; ama artık aşılmaz duvarlar oluştu. İkinci neden ise Bosna, Kosova ve Makedonya’daki savaşların ördüğü nefret duvarları. Bugün pasaporta göre muamele görüyoruz sınırda. Bu da insanları ister istemez yıldırıyor. Bunun dışında Müslüman aydınlara bile bulaşan milliyetçilik virüsü var. Bu da Boşnaklar ile Arnavutları birbirinden uzaklaştırdı. Bir başka neden de biraz teknik ama önemli. Bugün Üsküp, Priştina veya Tiran’dan Saraybosna’ya uçuş hattı yok veya çok az var. Sıkıntılı olan Sırbistan sınırından geçmemek için önce Üsküp-İstanbul, oradan da İstanbul-Saraybosna uçuş hattını kullanıp dolanıyoruz. Düşünün artık tüm bu koşulların ne kadar büyük bir engel teşkil ettiğini...
Ancak tüm bu sıkıntılara meydan okuyarak bu sorunlara çözüm üretmek için yeni bir girişim başlattık. Boşnak ve Arnavut entelektüellerin bir araya gelmesini sağlayacak bir platform oluşturmayı planlıyoruz. Bu platform daha sonra bir entelektüel ağ oluşturacak şekilde irtibatlarını güçlü tutacak. İnşallah bunun ilk toplantısını İstanbul’da yapacağız.
Balkanlar’da Müslüman aydınların kendilerini daha özgürce ifade edebileceği ortamlar oluşturmak için ne gibi projeleriniz var?
Balkanlar’da Türk, Boşnak, Arnavut ve diğer unsurlardan oluşan ciddi bir Müslüman nüfus var. Bu da bize önemli bir hareket alanı sağlıyor. Daha önceki dönemlerde de bu nüfus vardı ama imkân yoktu; şimdi ise imkân da var. Yani burada öncelikli mesele, az önce de değindiğim gibi Arnavut ve Boşnak aydınların yakınlaşmasını sağlamaktır. Dolayısıyla Balkan coğrafyasındaki yerli aydınları daha sık bir araya getirmek lazım. Bu projenin merkezi İstanbul olacak. İstanbul, sadece sembolik olarak bir merkez değil, kültürel ve tarihî birlikteliğimizin kalbini de teşkil ediyor. Biraz geriye gidersek bölge son yüz yıldır hep sıkıntılı süreçler yaşadı. Özellikle Müslümanlar hakikaten çok fazla zulüm gördü. Ekonomik olarak da zayıfladı. Şimdi bütün bu unsurları yeniden ihya etmek gerekir. Önce zihinlerin o travmaları atlatması lazım; sonrasında zaten özgüven sahibi bir Müslüman aydın topluluğu ortaya çıkacaktır. Bu hedefleri gerçekleştirmek kendi kurumlarımızı oluşturmayı gerektirir.
Bunun için de ciddi adımlar atıldı; ilk olarak Üsküp’te bulunan eski Kosova Vilâyet Merkezi ve Telgrafhâne binaları alındı; inşallah bu yapılar restore edilerek Balkanlar’a yönelik akademik çalışmaların yapılacağı bir enstitü kurulacak. Bu enstitü sosyal bilimlere ağırlık verecek ve temenni ederim ki bu kurum sayesinde Balkan aydınları tamamen özgür bir platform kazanacak. Burada Boşnak, Türk, Arnavut ve diğer tüm milliyetlere mensup akademisyenlere yeni imkânlar tanınacak. Bu enstitünün Üsküp’te kurulması da ayrıca çok anlamlı bir şey. Çünkü Üsküp şehir geleneğiyle ve zengin etnik yapısıyla çok-kültürlü projelere ev sahipliği yapabilecek kapasiteye sahip bir Balkan şehri. Dilerim bu proje sayesinde Müslüman aydınlar da hak ettikleri konuma ulaşacak ve yüz yıllık baskılar sona ererek tarihin normal akışı sağlanacaktır.
Bu enstitü projesini çok ciddi bir adım olarak görüyorum ve bu yapıların tam yüz yıl aradan sonra bir enstitü olarak aktif hale gelmesini tüm bölge halkı memnuniyetle karşılayacaktır. Bu konuda bir slogan bile geliştirdik “Balkan Savaşlarından Balkan Barışına” diye. İnşallah bu başlıkta bir de sempozyum düzenlemeyi hedefliyoruz.
Son olarak Balkan insanının ve özellikle de Arnavut halkının Türkiye algısında neler değişti ve son yıllarda Türkiye’nin bu coğrafyaya artan ilgisi nasıl karşılanıyor?
O kadar çok şey değişti ki hepimiz buna şaşırdık açıkçası. Birincisi, Türkiye eskisi kadar “öteki” olarak görülmüyor. Önceden neredeyse tüm Balkan toplumlarının kimlik inşasında ana motif Türk ve Osmanlı düşmanlığı idi. Bu algı tamamen yok olmadı, ama yavaş yavaş değişmeye başladı. Yani önceden Müslüman Arnavutlarda bile Türk düşmanlığı yaygındı. Zira tarih kitapları ya Slav tarihçiler ya da Katolik tarihçiler tarafından yazıldı. Eski Osmanlı topraklarının çoğunda olduğu gibi bu coğrafyada da tarih manipüle edildi. Ancak şimdi dünya küçüldü ve Osmanlı tarihi sadece yerel tarihçilerin yazdığı kitaplardan okunmuyor. Mesela İlber Ortaylı ve Halil İnalcık’ın kitapları Makedonca’ya, Sırpça’ya, Arnavutça’ya ve diğer Balkan dillerine de çevrildi. Türk yetkililerin bölgeyi daha sık ziyaret etmesi ile Balkan insanı Türkiye’ye kapılarını daha da fazla açtı. Mesela Türk dizilerinin (kaliteleri veya sundukları değer bakımından tartışılsa da) Balkan toplumları tarafından tercih edilmesi kendi başına çok önemli bir olaydır. Yani düşünün bir Hıristiyan Makedon ya da Sırp, Türkleri Fransız ya da Almanlardan kendine daha yakın bulabiliyor. Bu normalleşme ister istemez hem ekonomik hem de diğer alanlarda iyileşmeyi getiriyor. Balkan halkları artık savaşlardan bıktı ve huzur, istikrar istiyor. İşte bu arayışla Türkiye’yi merkez olarak görüyor. Çünkü dünyada başka hiçbir güçlü ülke Balkanlar’ı Türkiye kadar ensesinde hissedemez. Özetle sadece Müslümanların değil, genel anlamda tüm Balkan toplumlarının zihinlerinde değişen bir Türkiye algısı var. Bu algının değişmesinde şüphesiz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ciddi katkısı var. Türkiye Balkanlar’a sanırım hiçbir dönemde bu kadar yoğun bir ilgi göstermemişti. Başta TİKA olmak üzere Türkiye’den gelen devlet kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının da bölgedeki iyi niyetli çalışmalarını vurgulamak gerekir. Nitekim bu ilgi beraberinde olumlu sonuçlar getirdi ve getirmeye de devam edecek.
Bu olumlu gelişmeler Müslümanları biraz daha fazla umutlandırıyor tabii. Çünkü onlar yüz yıldır bu
Yorumlar