Duyuru

Batı Trakya'dan Makedonya'ya

Yazılar

  /   825   /   02 Şubat 2014, Pazar

 Yazdır

  

Avrupa'ya giden Türk işçilerin hayali para biriktirip köyüne kesin dönüş yapmak olmuş. Balkanlar'daki Türklerin hayali ise hayırlısıyla Anavatana yerleşmek.
Cuma, 20 Haziran 2008 15:01

 

Kemal Kahraman / Dünya Bülteni

Kaynaklar, biz Türklerin çok eskiden göçebe bir kavim olduğumuzu yazıyor. Günümüzde Anadolu'nun çeşitli yörelerinde Yörükler, Türkmenler gibi göçer grupların hala bu geleneği yaşattığı biliniyor.

Fakat daha sonra ne olduysa olmuş, bir yerleşmişiz, pir yerleşmişiz. Belki de yüzyıllar süren nüfus hareketinden yorgun, bulunduğumuz yerlere fena konuşlanmışız. Birinci Dünya Savaşı şokuyla Misakı Milli sınırlarına kapanmışız, gözlerimiz ağır bir yakın görmezlik kusuruna yakalanmış. Komşu ülkeler adeta ilgi alanımızdan çıkmış, ticaret son derece yetersiz düzeyde seyretmiş. Avrupa'ya giden Türk işçilerin hayali para biriktirip köyüne kesin dönüş yapmak olmuş. Balkanlar'daki Türklerin hayali ise hayırlısıyla Anavatana yerleşmek.



Son yıllarda önemli bir değişim yaşanmadı değil. Türk işçiler artık bulunduğu ülkede kalıcı olmayı kabullendi. Bulgaristan Türkleri göç etmeyi değil ülkelerinde söz sahibi olmayı düşünüyor. Batı Trakya'da Avrupa Birliği sürecinde atmosfer normale dönüyor. Türk iş adamları dünyanın dört bir yanında ticaret yapıyor.

Peki bunlar yeterli mi ? Türkiye'nin tarihten gelen potansiyeli, içeride ve bölgesinde taşıdığı sorumluluklar düşünüldüğünde, hayır. İçeride kısır çekişmelerle çok zaman harcadık. Bölgesindeki ve Dünyadaki konumunu algılayan bir Türkiye'nin vizyonu daha geniş olacaktır. Farklı düşünce ve hayat tarzlarını daha kolay hazmedecektir. Türkiye, hareketsiz bir hayat sürdüğü için hazımsızlık çeken bir beden gibi, içe dönük, durgun ve açılımsız bir durumda kalakaldı.

Hareket, açılım derken artık geçmişte kalan yayılmacı söylemler akla gelmesin. Burada kültürel ve ekonomik ilişkilerden söz ediyoruz. Bu anlamda bölgemizde ve özellikle Balkanlarda büyük sorumluluk taşıyoruz. Yalnız Osmanlı bakiyesi olan nüfus ve tarihi miras açısından değil, tüm Balkan ulusları açısından bizim katkıda bulunabileceğimiz çok alan var. Ülke olarak bizim de bu ticari ve kültürel ilişkilere çok ihtiyacımız var.

İlişkileri geliştirmenin en önemli yolu ziyaret, ticaret ve görüşmelerdir. Büyük bir potansiyele sahibiz fakat yerimizden hareket etmekte zorluk çekiyoruz. Oysa Balkan şehirleri bize Anadolu şehirleri kadar yakın. Adana'ya, Trabzon'a gider gibi, Üsküp'e, Sofya'ya, Plevne'ye gidebilirsiniz. Bu bir imkan meselesi olmaktan çok önce bir vizyon ve açılım meselesidir. Millet olarak gezme, görme, ulaşma alışkanlığımızı yenilemeliyiz. Son yıllarda bu konuda büyük mesafe kat ettiğimiz bir gerçektir. Ama yapılacak daha çok iş var.

İPSALA'DAN İSKEÇE'YE

Yaz ortasında üç arkadaş bir arabayla İstanbul'dan yola çıkıyoruz. 'Yoldaşlarım' Balkan ülkelerinde ticaret yapıyorlar. Atina'da, Bükreş'te merkezler kurmuşlar. Geliştirmek için sürekli seyahat ediyorlar. İşte bu seyahatlerinden birine ben de katılmış oldum.

Bulgaristan AB üyesi olduğu için gurbetçilerimiz artık Bulgaristan üzerinden gelip Edirne'den girişi tercih ediyor. Özellikle yoğun mevsimlerde Güneydeki İpsala kapısı daha sakin oluyormuş. Biz akşam vaktinde yola çıktık. Cuma günüydü. Güneş çoktan batmıştı. O saatte E – 6 yolundan İstanbul'dan çıkmak çetin bir iş. Yolun en zor kısmı burası oldu diyebilirim. İSTOÇ'tan sonraki Edirne çıkışı gişelerinden sonra bile inanılmaz bir yoğunluk vardı.



E – 6'dan çıkınca Tekirdağ ve sonrasında İpsala sınır kapısına kadar duble yol büyük rahatlık sağlıyor. Otoyol asfaltı kadar kaliteli olmasa da duble yollarla bütün Türkiye'de son yıllarda sessiz bir devrim yaşandı. Duble yoldan sıkıntısız bir şekilde kısa zamanda İpsala'ya ulaştık. İpsala'dan Yunanistan'a geçmemiz zor olmadı. Kuyruk yoktu. Arabamız zaten kayıtlıydı. Bir anda kendimizi Yunanistan tarafında Batı Trakya otoyolunda bulduk. AB fonlarıyla Yunanistan'ın altyapı çalışmaları devam ediyor. Her yerde AB yardım projesi panolarını görüyorsunuz. Batı Trakya'yı Avrupa'ya bağlayacak otoyol henüz tamamlanmamış. Bazı yerlerde kesintiler var. Türkiye ise tüm altyapı işlerini kendi imkanlarıyla yürütüyor.

Batı Trakya Yunanistan'ın en az gelişmiş bölgesi. Fakat bizim Batı Anadolu'nun gelişmiş sahil köylerine benziyor. Karanlıkta ilerlerken uzaktan köy evlerinin ve minarelerin ışıklarını fark ediyoruz. Önce sol yanımızda uzaklarda Dedeağaç (Alexandroupolis), sonra sağımızda Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Xanthi). Gece 01 civarı tipik bir Türk evindeyiz. İstanbul'dan akşam 9'da yola çıkmıştık. İstanbul'daki onca yoğunluğa rağmen 4 saatte İskeçe'deyiz. Temiz, bakımlı bir evde huzurlu bir uykudan sonra horoz ve kuş sesleri arasında uyanıyoruz. Etraftan Türkçe konuşma sesleri geliyor. Sanki Anadolu'da bir yerdeyiz.

Dışarıda pırıl pırıl bir güneş. 3 dönümlük bir arsa üzerine bitişik evler yapılmış, geniş aile için. Bir avlu, ekime ayrılan bir bölüm ve tek tük meyve ağaçları. Uygun mevsimde geldiğimizden, dalından kopararak elma, erik, şeftali, üzüm yiyebiliyoruz. Kahvaltı soframızda da bahçeden sebzeler var. Domates, zeytin, biber vs. Avrupa'da Grek Peyniri olarak tanınan Feta peynirinin en güzeli. Osmanlı somun ekmeği. Çay olarak yine buralardan toplanıp hazırlanmış, özenle süzülmüş ıhlamur. Kısacası, sade, mütevazi, ama bir o kadar da seçme ve sağlıklı bir kahvaltıdan sonra kendime geliyor, adeta yeniden sağlığıma kavuşuyorum.

Ne var ki yolumuz uzun, kahvaltıdan sonra hemen hane halkından izin alıyoruz. Hedefimiz Makedonya'ya geçip Manastır'a ulaşmak. Bunun için İskeçe'den yola çıkıp Selanik'i teğet geçerek Kuzeybatı'ya devam etmek gerekiyor. Anayol Selanik'ten Kuzey'e dönüyor ama oradan Doğu Makedonya yoluyla Üsküp'e gidiliyor. Biz ise daha Batı'dan giriş yaparak Manastır'a gitmek istiyoruz. Selanik'i teğet geçerken uzaktan bizim İzmir'e benzeyen bir büyük şehir siluetine göz atıyoruz. Sanayi tesisleri, benzin istasyonları derken kocaman bir İstikbal Showroom yazısını fark ediyoruz. Türk firmasını övüyoruz ama daha çok markamızı görmek istiyoruz. Bu yollarda daha çok Türk plakalı araba dolaşıyor olmalıydı.

Bir süre sonra dağlık bir bölgeye giriyoruz. Florina'dan çıkış yapacağız. Fakat daha önce dağlar arasında yolumuz Edhessa'ya düşüyor. Odessa efsanesini hatırlıyoruz. Şelalesiyle ünlü olduğunu duyunca görmek istiyoruz. Turistik görünümlü bir dağ kentine giriyoruz. Yemyeşil bir parkın yanına park ediyoruz. Bizim Antalya Düden şelalesine biraz benzeyen ama suyu çok daha cılız ve yapay olan mekanda Yunanlıların kimisi merdivenlerde manzara fotoğrafı çekiliyor, kimisi banklarda serinliyor, çoğu akarsu kenarındaki lokantada balık ziyafeti çekiyor.

Buradan ayrılıca Karadeniz yollarına benzeyen yeşillikler içinde dolambaçlı yollardan ilerlerken arkadaşlar yol kenarındaki meyve satıcılarını kolluyor. Daha önce buradan geçerken yedikleri kirazı unutamamışlar. Bir dönemeçte bir pınar suyunun kenarında meyve satıcısını görünce kenara çektik. Bizim Anadolu yollarında olduğu gibi satıcı ağaç bir korunak yaparak altına meyve tezgahlarını sıralamış. Kiraz, kayısı, erik, karpuz, kavun vs. Biz kiraz ve kayısı aldık, hemen oracıkta buz gibi pınar suyunda yıkayarak önemli bir kısmını yedik. Ama ne kiraz. Bizim Eşme kirazı gibi açık renkli, krem – pembe karışımı ama iri, sert ve çok tatlı. Tadına doyamadık. Kayısı da sert, iri ve tatlıydı. Pınar suyundan bol bol içmeyi de ihmal etmedik. Yakın tarihe kadar atalarımız buralardan geçip, bu pınarlardan su içiyor ve kuzeye Makedonya içlerine geçiyordu. Biz ise bütün gün TV karşısında oturuyor, yorulmadan kilo vermenin tılsımlı yollarını araştırıyoruz. İstanbul'da bile bilmediğimiz ne çok semt, ne çok önemli mekan var.

Florina'yı geçince Balkanların devam eden bir sorunuyla karşılaşıyoruz. Bir kere Makedonya'ya geçiş yolunu bulmak oldukça zor. Burasının tali bir çıkış olduğunu anlıyorsunuz. Ama çıkış yönünde levhalar oldukça yetersiz. Üstelik tabelalar çok eskiden kalma. Üzerlerinde Yugoslavya yazıyor. Eski Yugoslavya'nın Makedonya Cumhuriyeti yazıyor. Yani kendi başına bir Makedonya Cumhuriyeti yazmıyor. Sebebi çok açık : Yunanistan, Makodonya devletini tanımıyor. Bölgede enteresan bir durum var. Toprak kavgası bir sonuca hala ulaşamamış.



Tarihi anlamda Makedonya bugünkü Makedoya devleti topraklarından aşağıya inip Kuzey Ege'ye ulaşıyor. Bugünkü Yunanistan antik Makedoya'nın önemli bir kısmını kapsıyor. Bu durumda Yunanistan mı Makedonya üzerinde hak iddia etmeli, yoksa Makedonya mı Yunanistan üzerinde hak iddia etmeli ? Doğrusu herkesin payına düşene razı olmasıdır ama insanoğlu öyle değil. Sırbistan'ın Makedonya'yı tanımaması oldukça yakın tarihlere dayanıyor. Daha on yıl önce Yugoslavya'nın parçasıydı. Ama Yunanistan'ın tanımaması binlerce yıl önceye, antik çağa dayanıyor.

Yunanlılar kendilerini Antik Yunanın mirasçısı olarak görüyor. Oysa Ortodoksluğu da elden bırakmıyor. Antik Yunan, dini olarak bugünkü Yunanlılardan çok farklıydı. Çok tanrılı, Pagan bir din anlayışları vardı. Uygarlık olarak ise zaten tüm Batı Antik Yunan'a sahip çıkıyor. Fatih kendini Bizans Kaiser'inin mirasçısı olarak gördü. Medeniyet ulusal olmaktan çok, kültürel bir mirastır. Haydi Anadolu'yu dışarıda tutalım, Makedonlarla Yunanlılar ortak bir mirası paylaşıyor. Nüfuslarına da oldukça uygun toprakları var. Fakat Yunanistan'ın başından beri Batılı güçler tarafından kollanması, onu bölgesinde "iddialı" bir ülke durumuna getirdi. Bu nedenle komşu topraklarda hak iddia etme psikolojisi siyasi kültürünün bir parçası haline geldi. Komşularını sayalım : Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Türkiye.

                                                                                      Devam edecek 

  

Yorumlar