Balkan notları-3
Ohri Kıyısında
Kemal Kahraman / Dünya Bülteni
Ohri'ye ulaştığımızda yatsı vakti oluyor. Burayı mutlaka görmemiz gerektiğini söyleyen arkadaşımız bize bir an önce gölü göstermek istiyor. Fakat daha önce kalacak yerimizi ayarlamamız gerekiyor. Önce şehir dışındaki bir otele gidiyoruz. Göl kenarında ama geceliği 75 Euro'yu fazla buluyoruz. Bu arada aklıma Balkanları karış karış bilen Haluk Dursun geliyor. Onun bir önerisi olur diye arıyorum. Şehir merkezindeki tekkeden söz ediyor. Bir isim veriyor bize yardımcı olacak. Ertesi günün programına alıyoruz.
Bir de soruyor : yolunuzda Resne vardı uğradınız mı ? Karanlıkta Resne'yi geçip gitmişiz. Ama geri dönemeyiz. Bir dahaki seyahatte inşallah diyoruz.
Şehir merkezine gidiyoruz. İyi ki gidiyoruz. Çünkü göl kenarında harika bir rıhtımla karşılaşıyoruz. Kalabalık bir ortam. Kafelerde oturanlar, kordonda yürüyüş yapanlar, kenarlarda el sanatı eserlerini satanlar, dondurma, çekirdek, içecek vs satıcıları, banklarda oturanlar. Temmuz gecesi Ohrinin ışıkları göl boyunca sıralanmış. Karşıda uzaklarda kıyı boyunca ışıklar. "Şu taraf Arnavutluk" diyor arkadaşım. Arnavutluk'u ilk defa görmüş oluyorum. Ayışığı ve kıyılardaki şehir ışıkları Ohri gölüne rüya gibi bir atmesfer veriyor. Serin, canlı bir hava. Arabamızı kordonun önüne park ediyoruz. Arkadaşlardan birisi kıyıdaki pansiyonlardan yer aramaya çıkıyor. Biz etrafı seyrederken çıkıp geliyor ve güzel bir yer bulduğunu söylüyor. Daha önce gittiğimiz otele göre çok çok hesaplı, bir o kadar şirin, yeni, temiz bir pansiyonda odalarımıza yerleşiyoruz. Balkonumdan dışarıya bakıyorum : Ohri'nin ve Ohri kalesinin ışıkları, kordondaki insan kalabalığı, Arnavutluk tarafının uzaktaki ışıkları balkonumda. Dağ başındaki bir otele göre çok daha güzel, anlamlı bir yer. Çünkü biz dinlenmeye gelmedik, bulunduğumuz yerin şehir ortamını, kültürünü solumak istiyoruz.
Pansiyona yerleşip Ohri gecesine çıkıyoruz. Çünkü gördüğümüz kadarıyla insanların daha evlerine gitmeye niyetleri yok. Rıhtım boyunca kale yönünde yürüyoruz. Bazı sanatçılardan eserleri hakkında bilgi alıyoruz. Rıhtım yolu geniş, düzenli, bakımlı. Avrupa kentlerini aratmıyor. İstanbul'un rıhtımlarını düşündüm. Pek çok yeri bakımsız, perişan bir halde. Burada ekonomik durum bizden kötü belki ama bütün eski sosyalist şehirlerde olduğu gibi burada da kentsel altyapı çok iyi. Şehri ve şehir kültürünü hissediyorsunuz. İstanbul'un birçok semtinde bulamadığımız şey. Çok uzun bir yaya bölgesi ayırmışlar. Yer yer Makedonya büyüklerinin heykelleriyle karşılaşıyoruz. Bu da sosyalist dönemin bir hatırası. Araba plakalarının çoğu Üsküp'e ait. Üsküp buranın İstanbul'u. Üsküp'ün varlıklı insanları hafta sonundan yararlanarak (Cumartesiydi) dinlenme amacıyla Ohri gölüne geliyorlar. Avrupa'nın ortasındaki bu dev tatlı su gölü kıyısında dinleniyor, gündüzleri de plajlarında yüzüyorlar. Çok sayıda kafe ve canlı müzik lokantası var. Balkan müziği sesleri birbirine karışıyor. McDonalds ve Coca Cola her yerde. Yani Sam Amca aramızda. Kiril alfabesine de ne yakışıyor ama.
Buralara kara yoluyla ne kadar zamanda ulaştığımızı düşünüyorum. Anadolu'nun bir çok yeri buradan daha uzaktır. Üstelik yolları da fena değil. Dünyanın her yerine tatil için, seyahat için, ticaret için giden insanlarımız buraları bilseler gelmek isteyeceklerdir. Fakat bize bu kadar yakın olan bir yerde Türk plakası göremedim. Balkanlardaki potansiyeli görmeliyiz. Kendimizi ulusal sınırlarımıza hepsetmemeliyiz. Bu şekilde ekonomimiz ve kültürümüz yeni açılımlar kazanacaktır. Diye düşündüm. Bu işi kimler yapacak ? Dış işleri, kültür ateşelikleri, TİKA mı yoksa sivil kuruluşlar, ticaret erbabı, seyahat şirketleri mi ? Yoksa iş bireysel çabalara mı kalacak ?
Üç arkadaş Ohri'de bir kafede kahvemizi ve çayımızı yudumlarken bütün bunları konuşuyoruz. Gece 12 oluyor, 1 oluyor, herkes sokakta. Pes ediyoruz. Kalkıp pansiyonumuza gidiyoruz. Sabaha yapacak çok işimiz var. Güzel bir uyku çekiyoruz. Yorulan insan uykunun tadına daha iyi varıyor. Sabah pırıl pırıl bir Ohri'ye uyanıyoruz. Uzun uzun çan sesleri duyuyorum. Makedonlar Pazar ayinine çağrılıyor. Bu aynı zamanda kimliği vurgulamak anlamına geliyor. Balkanlarda dindarlıktan çok ulusal kimliği vurgulamak anlamında dini sembolleri öne çıkarıyorlar. İnsanların gördüğü bir tepe varsa, oraya hemen abartılı büyüklükte bir haç kondurmak istiyorlar. O haç aynı zamanda bir gerginliği vurgulamış oluyor. Aynı durumu Bosna'da, Mostar'da, Üsküp'te gördüm.
Pazar sabahı Ohri'de rıhtım, sahil evleri, karşıdaki dağ ve üzerindeki kale bütün ihtişamıyla karşımda. Erken kalkıp rıhtımda yürüyorum. Geceye göre çok sakin. Tertemiz, dalgasız, billur bir su. İlerde sazlıklar. Ohri'nin iki yanı dağ. Karadeniz şehri gibi. Bir yanında uzakta yemyeşil yüksek yamaçlar. Bir yanında ise şehrin uzandığı kale. Kahvaltı ve tekke ziyaretine öncelik veriyoruz. Ama nasıl bulacağız ? Bir kavşakta bir taksici bize soruyor : İstanbul'dan mı ? Plakamızdan görüp bize yaklaşmış. "Evet tekke nerede" diye soruyoruz. Beni takip edin diyor. Ohri plakalı taksiyi takip ediyoruz. Bizi tekkenin bulunduğu yere kadar götürüyor. Arkadaşım biraz para vermek istiyor ama kabul görmüyor. Mütevazi, bizim Anadolu kentlerinin çarşılarına benzeyen bir yerdeyiz. Çarşının sonunda bir kubbe ve minare görülüyor. Esnaf tıpkı bizim esnafımız. Zaten tekkeyi sorunca Türkçe cevap alıyoruz. Dükkanların çoğunda Kiril harfleriyle Makedoncanın yanında Türkçe yazılar görüyoruz.
Önce çarşının ucunda gördüğümüz tekkeye gidiyoruz. Aslında bu küçük bir cami. Avlusunda bir türbe, bir hazire, bir yanında da ev var. Eve doğru yöneliyorum. Bir yaşlı bayan oturuyor, yanında yine yaşlı bir adam. Selam veriyorum. Selamımı alıyorlar ve Türkçe olarak konuşmaya başlıyoruz. Arkadaşları çağırıyorum, orada camekanla kapatılmış bir girişte masanın çevresine oturuyoruz. Sıcak bir karşılama oluyor. Adam cami ve tekkenin bakıcısıymış. Bayan da o evde oturan ve tekkeyle ilgili bir aileden gelen bir Türk.
Camiyi geziyoruz. Çok bakımlı, restorasyonu yeni yapılmış, duvarlarındaki hat örneklerine kadar her şey tamamlanmış. Pek çoğu Ali Toy imzalı. Caminin bakım ve restorasyonu Türkiye kaynaklıymış. Bu bizi sevindiriyor. Cami kısmına giriş ancak eğilerek mümkün oluyor. Rehberimiz bunun "maksatlı" olduğunu söylüyor. Eğilmeden huzura girilmez diyor. İki rekat ziyaret namazı kılıyoruz. Yukarıda bir sohbet odası var Aziz Mahmut Hüdayi Camiinin odaları gibi. Etrafta ellerinde kitaplarla çocuklar görüyoruz. İçeride hoca efendi çocuklara Kuran dersi veriyormuş. Avluya çıkıyoruz. Köşedeki kabristana yaklaşıyoruz. Tekkeyi kuran şeyh buruda yatıyor. Rehberimiz, şimdi size bir görev düşüyor, dedi. Halveti şeyhinden Aziz Mahmut Hüdayi'ye selam götüreceksiniz. Selamı alıyoruz.
Tekrar ev kısmına geçiyoruz. Yaşlı bayan bizi bekliyor. Masa başındayız. Bayan oraya özgü, Slavik bir çağrışım yapan, yer yer Makedonca kullanımlarla dolu bir Türkçeyle konuşuyor. Böbrek yetersizliği olan birinden bahsederken "insafijisensiya" diyor. Görmüş geçirmiş bir insan hali var. Bize gül şerbeti ikram ediyor. Gül yaprağından yapılıyormuş. Acaba bunu yapacak kaş kişi kalmıştır Türkiye'de? Hacı Bekir'in listesinde de yok sanırım. Ahmet Yüksel Özemre hocanın evinde gelincik şerbeti içtiğimi hatırlıyorum. Bunlar son şerbetler olabilir. Oysa o kadar da güzel şeylerdi. Bize inceliklerini anlatıyor. Ne kadar standart bir hayatın içindeyiz. Çay, kahve, poşette "bitkisel" çaylar, soda, kola, ayran. Var mı başka bir şey? Hacı Bekir'in Demirhindi'si çok sınırlı. Allah'tan meyve suları yaygınlaştı.
Ohrideki Halveti tekkesinde gül şerbetlerimizi içiyoruz. Bu arada bir foto albümü çıkarıyorlar. Bunu herkese göstermiyorlarmış. Ama bizlere bir ayrıcalık tanıyorlar. Albümde tekkeyi ziyaret eden ünlülerin fotoğrafları var. Turgut Özal'ın birçok önemli resmini görüyoruz. Şeyhle, dervişlerle birlikte. Zikre katılmış buraları etkilemiş. Resmi ve askeri erkan da buralara geldiğinde Türk eseri olan bu tekkeye getirilmiş. Prens Charles da gelen ünlüler arasında. Tekke adabına uygun ziyaret etmiş, zikir halkasına katılmış. Fotoları görünce onun Müslüman olduğuna dair söylentileri daha bir anladım. Bu işle bir teması var. Ama ne ölçüde onu Allah bilir. Yaşlı adamın vurguladığı bir diğer nokta ; Buraya gelen bütün Türk devlet adamları bu tekkeyi ziyaret etmiş. Demirel dışında. Sadece o, Ohri'ye gelmesine rağmen tekkeyi ziyaret etmemiş veya nasip olmamış.
Tekkeden çıkıp çarşıya geçiyoruz. Türkçe yazılar gördüğümüz bir lokantaya giriyoruz. Türkçe olarak konuşup, karşılanıyoruz. "Dana çorbası" tavsiye ediyorlar. Ben paça çorbası sanarak biraz sorun çıkarıyorum. Ama sahibi İstanbul'a gidip gelen birisiymiş, beni anlıyor. İlgisi yok, diyor, biz bunu dana etinden yapıyoruz. Şehriyeli et çorbası aslında. Kahvaltı için ağır olabilir ama zaten gün ilerlemiş durumda olduğundan uygun buluyoruz.
Lokantadan sonra sıra kaleye geliyor. İki kişi kaleye kadar yürüyoruz. Birimiz arabayı getiriyor. Kale çevresi bütün o eski şehirlerimizden bir örnek. Selanik kalesi aynı, Antalya Kaleiçi aynı. Çevresi geleneksel Türk evleri ve sokaklarıyla sarılmış. Parke taşlı dar sokaklardan, önce bir Ortodoks kilisesine, sonra kaleye ulaşıyoruz. Kaleden Ohri manzarası harika. Aşağılarda masmavi sahil boyunca Ohri'nin evleri, ileride yamaçlara doğru tırmanan şehir. Ve yüksek bir dağa doğru tırmanan yemyeşil topraklar. Ohri adeta çanağın dibinde. Kale surları yeniden yapılmış gibi. Surlarda fotoğraflar çekip iniyoruz. Giriş 1 Euro idi sanıyorum. Kapı yanındaki kafede oturup Ohri'yi seyrediyoruz. Eski günlerden konuşuyoruz. Ve arabamıza binip Ohri'den demir alıyoruz. Hedefimiz Tetovo, nam-ı diğer : Kalkandelen.
Karadeniz atmosferinde yemyeşil bir ovada dağlar arasında gidiyoruz. Bir süre sonra bir levha görüyorum : Struga. Struga şiir akşamlarını, Mehmet Atilla Maraş'ı hatırlıyorum. Ama vaktimiz sınırlı. Struga sapağını hüzünle geçiyoruz. Heybetli minareler görüyoruz. Beyaz bir hayal hepsi. Kim bilir orada kimler yaşıyor ? Belki Türkçe konuşuyor ve İstanbul'u düşlüyorlar. Neden vaktimiz yok diye hayıflanıyorum . Her bir köye gitmeli, her bir insanın elini sıkmalıydık. Onlar bize buralardan söz etmeliydi. Biz de onlara İstanbul'dan, Anadolu'dan. Ama Türkçe olarak birbirimizi anlamalıydık. Ne büyük imkan ! Bu miras kaç millete nasip olmuştur ? Amerikalıların İngiltere'ye, İrlanda'ya köklerini aramaya gittiklerini duyuyoruz. Diyasporadaki Yunanlılar, Yahudiler, Ermeniler de öyle yapıyordur. Peki ya biz ? Bize bu kadar yakın olan topraklara elimizi uzatabiliyor muyuz ?
Türkiye'nin Makedonya ile çok iyi ilişkileri var. İlk tanıyan ülke olmamızın yanında, siyasi ve hatta askeri ilişkilerimiz bile iyi durumda. Batıya ve Nato'ya entegre olması beklenen ülkeye Türkiye'nin tarihi ilişkilerini de dikkate alarak yardım etmesi çok normal. Ayrıca Türk nüfus da burada yeni yapıya entegre olmuş durumda. Bir azınlık sorunu yaşanmıyor. Arnavutlarla Makedonlar yakında büyük çatışmalar yaşamıştı. Türkiye ilginç bir şekilde hem Makedon hem de Arnavut nüfusa yakın ve ağabey durumunda. Bu avantajı iyi kullanmak gerekiyor. Makedonya Türk iş adamlarını ve sivil kuruluşları bekliyor.
Yorumlar