Duyuru

Srebrenitsa: Hüznün ve gözyaşının şehri

  /   3037   /   01 Ocak 2014, Çarşamba

 Yazdır

  

 Temmuz 1995 tarihinden önce, Srebrenitsa hakkında bilgi sahibi olan kaç kişi vardı? İsmini, gümüş anlamına gelen, ‘srebren’ kelimesinden alan bu şehir, düne kadar başta gümüş olmak üzere değerli maden rezervleri ve şifalı sularıyla biliniyordu. Ancak Srebrenitsa’da öyle şeyler yaşandı ki, bugün bu ufak, yaşlı ve yorgun şehrin ismi ne zaman anılsa, vicdan sahibi, her insanın gönlünü hüzün ve gözlerini yaş kaplıyor.

11 Temmuz Cuma günü, Srebrenitsa soykırımının 13. yıldönümüydü. TRT başta olmak üzere, birçok televizyon kanalı, Srebrenitsa’dan canlı yayın yaptı. TRT’nin 26 saat boyunca devam eden yayını, 13 yıl geç kalmış olmanın meydana getirdiği, mesafeyi kapatma isteği gibiydi. Sayın Erhan Türbedar’ın yoğun çaba harcadığı bu yayın, birçok kişinin soykırım hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasını sağladı.

Ertesi günün ilk saatlerine kadar devam eden yayını, neredeyse, aralıksız takip ettim. Birçoğu batılı ajanslardan temin edilen görüntüler, Srebrenitsa Belediye Başkanı Abdurrahman Malkic ile söyleşi yapmak için çıktığımız seyahat esnasında yaşadıklarımı hatırlattı. Srebrenitsa yolunda, daha önce hiç görmediğim kadar, çok hayvanın leşi gördüm. İnsana merhameti olmayanlardan, hayvana merhamet beklemek elbette yersizdi.

Rehberliğimizi yapan Muhammed Shemoski, soykırım hakkında bildiklerini aktarırken şunları söylemişti: “Her yıl 11 Temmuz’da defnedilen şehitlerin birçoğunun bedenleri on, yirmi, kimi zaman elli kilometre mesafedeki toplu mezarlarda bulunan parçaların bir araya getirilmesi ile sağlanabiliyor. Şehitlerini son yolculuğuna uğurlarken, başlarında bir Fatiha okumak için Srebrenitsa’ya gelenleri taciz etmek isteyen Sırplar, Potoçari şehitliğine giden yol üzerinde açık alanlarda domuz çevirip, pişiriyorlar. Srebrenitsa’ya gelen kederli Boşnakları şehre gelişlerinde, cep telefonlarına gelen; “Dobro dosli u Srbiju na mrezu Telenor!” yani “Sırbistan’a Telenor hattına hoş geldiniz!” mesajı karşılıyor.”

Hiç düşündünüz mü: Bedeni, birkaç parçaya ayrılan ve her bir parçası, onlarca kilometre uzağa atılan bir şehidin ailesi neler hisseder?

Birçok insan için hüzün ve gözyaşı sebebi olabilecek bu durum, Srebrenitsalılar için, bir sevinç vesilesidir. Hiç değilse artık şehitlerinin başında dua edebilecekleri bir mezarları olmuştur.

Hiç düşündünüz mü: Şehidinizi toprağa verirken, katillerin, sizi uzaktan takip eden topluluğun içerisinde olması ne demektir?

Bosna Savaşında Müslümanların katledilmesinin emrini veren, Sırp katillerin liderleri, Ratko Mladic ve Radovan Karadzic hâlâ yakalanamadı. Binlerce Sırp katil, masum Müslümanların arasında serbestçe dolaşıyor. İşkence ve tecavüzlere maruz kalarak şehit edilmiş yakınlarını, katillerin, masum insanların arasında dolaşıyor olması, mazlumlara verilebilecek en büyük cezadır.

Hasan Nuhanovic’in: “Srebrenitsa’nın polis şefi Mane Çuriç, BM askerlerinin gözü önünde ölüme gönderilecekleri seçen kişiydi. Savaş bitti ama o Srebrenitsa’nın güvenlik şefi olarak kaldı” sözleri bunun örneklerinden sadece bir tanesidir.

Hiç düşündünüz mü: Daha birkaç gün öncesine kadar kapı komşunuz olan bir insanın, birkaç gün sonra, sizi öldürmek isteyen bir canavara dönüşmesi, savaştan sonra döndüğünüz evinizde bir Sırp’ın oturduğunu görmek ve kendi mülkünüze girememek ne demektir?

Rahmetli Aliya İzzetbegovic’in yaptığı çağrı doğrultusunda Konjevic Polje’deki evine dönen 62 yaşındaki Fatma Orlovic, bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Savaştan sonra evine dönen Fatma nine, mülkü, Sırplar tarafından şehit edilen, eşine ait olan araziye yapılan Sırp Ortodok Kilisesi ile karşılaşmış. Hiç kimseye inşaat izni ya da vekaleti vermemiş olmasına rağmen arazisine kilise inşa edilen Fatma nine, hemen hukuki işlemleri başlatmış. Ancak, inşaat müfettişlerinin lehine kararına ve mahkemenin kiliseyi kapatma emrine rağmen kilise halen faaliyetlerini sürdürüyor.

Mülkünü geri isteyen Fatma nine, kilisenin papazı Milan Milanovic ve oğlu tarafından tam altı kez saldırıya uğramış. Bu saldırılardan ikisinde hastanelik olmuş. Çoğunluğu Sırp kökenli olan bölge polisi ise ne mülkün iadesine ne de Fatma nineyi korumaya yanaşmıyor. Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik başta olmak üzere, bir çok Sırp, Fatma ninenin kendi toprağından vazgeçmesi için –yarım milyon euro’ya kadar ulaşan- büyük paralar teklif ediyorlar. Bu tekliflere Fatma nine ve akrabaları Müslüman Boşnaklara yaptıkları şu seslenişle cevap veriyorlar: “Hayatta kalmazsak, bizi kendi bahçemizin toprağına gömün!”

Hiç düşündünüz mü: Şehidinizi son yolculuğuna uğurlarken, katillerin, birkaç yüz metre ötede domuz çevirip, kızartmaları nasıl bir ruh halinin ifadesidir?

Srebrenitsa, bugünlerde bize sıklıkla ‘birlikte yaşama’ ve ‘diyalog’ dersi vermeye kalkanlara, bunun hiçbir zaman mümkün olmayacağını ifade eden, en net cevaplardan biridir. Srebrenitsa’da en vahşi ve kanlı yüzüyle kendini gösteren bu kin aslında hiç de yeni değildir. Aksine, tarihin tozlu sayfalarından beslenen, geçmişin bir mirasıdır.

1875 yılında Bosna-Hersek’i yaya olarak geçen Arthur John Evans’in, Through Bosnia and Herzegovina during the insurtection in 1875 on foot isimli kitabının 311-312’nci sayfalarında yer alan: “Bu satırların yazarının karşılaştığı her bir barbar, kendisinin kardeş olduğunu söylemişti. Ben aşağı ırklar olduğuna inanıyorum ve bu ırkların kökünün kazınması taraftarıyım” sözleri de bunu doğrulamaktadır. [Vahşi Avrupa-Batı’da Balkan İmajı, Bozidar Jezernik, Küre Yayınları, Sayfa 25]

Evans’in bu sözlerinin kişisel bir sapkınlıktan öte, toplu bir ruh halini yansıması olduğuna dair bir başka örnek, Mary Edith Durham’ın, Twenty Years of Balkan Tangle isimli kitabının 96’ncı sayfasındaki şu sözleridir: “Eğer bir Müslüman bir diğer Müslüman’ı öldürdüyse bu çok iyi bir şeydi. Bir hıristiyanın diğer bir hıristiyanı öldürmesi durumunda ise en tercihe şayan olan bundan hiç bahsetmemekti, çünkü Avrupa’daki insanlar bunu anlayamazdı.  Eğer bir hıristiyan bir Müslüman’ı öldürürse bu kutsal ve haklı bir davranış olurdu. Bir Müslüman’ın bir hıristiyanı öldürmesi durumunda ise bu zulümdü ve bütün gazetelere telgrafla bildirilmesi gerekmekteydi” [Sayfa 21]

Halbu ki, Balkan Savaşları esnasında Makedonya’da bulunan Rus savaş muhabiri Leon Trotsky, The Balkan Wars 1912-1913 isimli kitabının 127’nci sayfasında ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, kökünü kazımak istedikleri insanlar: “Bir kural olarak, kiliselere, din adamlarına ve kadınlara dokunmazlardı.” [Sayfa 107] Çünkü onlar, savaşın bile bir hukuku olması gerektiğini biliyorlardı.

Tarihi kayıtlarda göstermektedir ki, Balkanlarda beş asır adaleti hâkim kılan insanlar, Batılıların tarih boyunca yaptığı soykırımları hiçbir zaman yapmamışlardır. “1468-1469 yıllarına ait defterlere göre; doğu Bosna’yı kaplayan alanlarda, 37.125 hane hıristiyandı ve yalnızca 332 hane Müslüman’dı. Hıristiyanların sayısı 185.625 idi. 1485 yılına ait defter kayıtlarına göre bu rakamlar 30.552 hıristiyan hanesi ile 2491 bekâr ve dul bireye karşılık, 4134 Müslüman hanesi ile 1064 bekâr Müslüman birey bulunmaktaydı. Hane başına beş kişi olduğu varsayılacak olursa toplam nüfus, 155.251 hıristiyan ve 21.734 Müslüman şeklindedir. 1520’lere ait defterler Bosna Sancağı için 98.095 hıristiyan ve 84.675 Müslüman rakamlarını vermektedir.” [Bosna’nın Kısa Tarihi, Neol Malcolm, Om Yayınları, Sayfa 102-103]

Yine Papalık tarafından görevlendirilen Arnavut rahip Peter Masarechi’nin 1624 yılında yaptığı titiz çalışma sonunda elde ettiği rakamlara göre de, ülkede 150.000 katolik, kabaca 75.000 ortodoks ve 450.000 Müslüman bulunmaktaydı.

Bosna’daki Müslümanların 150 yıl süren kademeli bir sürecin sonunda nüfusun çoğunluğuna sahip olabilmiş olmaları, gönül rızası ile Müslümanlığı tercih ettiklerinin göstergesidir. Noel Malcom bu hakikati şu şekilde ifade etmektedir: “Bosna dışından Müslümanların getirilip, bir şekilde kitleler halinde buraya yerleştirilmiş olduğu kanısı bir kenara bırakılmalıdır. Osmanlıların Balkanların diğer bölgelerine bazı Türk kökenli nüfusu yerleştirmiş olmasına karşın, defterler, Bosna üzerinde böyle bir politikanın asla uygulanmamış olduğunu doğrulamaktadır.” [Bosna’nın Kısa Tarihi, Sayfa 105]

Aslında çok uzaklarda, tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya gerek yok. Geçtiğimiz yıl Srebrenitsa sokaklarında dolaşırken karşılaştığımız bir Boşnak’ın anlattıkları Sırpların, beslendikleri öfkenin köken ve sınırlarını gösteren en açık örneklerdendir. Otobüs şoförlüğü yapan Boşnak kardeşimiz, geçtiğimiz yıl yapılan, 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamaları için Srebrenitsa’daki Sırp ve Boşnak çocukları Ankara’ya getirdiğini söyledikten sonra şunları da ilave etmişti: “TİKA’nın desteği ile katillerin çocuklarını Türkiye’ye getirdiniz. Ama biliyor musunuz; Boşnak çocukları kendilerine verilen Türk bayraklarını özenle saklarken, Sırp çocukları bayrakları yırtıp çöpe attılar”

Bütün bunları neden yazıyoruz?

TRT’nin 11-12 Temmuz tarihinde gerçekleştirdiği yayına e-posta, telefon ve faks ile katılan birçok kişi Srebrenitsa soykırımdan ilk kez haberdar olduğunu ifade ettiler. Yayına Bosna-Hersek’ten katılan bir Türk öğretmen de, ülkedeki tarih kitaplarında katliama dair bilgi bulunmadığından, yeni nesil Boşnakların Bosna Savaşı ve Srebrenitsa soykırımından habersiz olduğunu söyledi.

Tüm bu anlatılanları dinlerken, son iki yüzyılın dünyasını en iyi ifade eden, bir Sırp atasözü aklıma geldi: “Mutlak olan tek şey gelecektir; çünkü geçmiş sürekli değişir.” Bu sebeple hafızamızı (geçmişimizi) daima diri tutmak zorundayız. Tarih yalnızca ibret değil, aynı zamanda kuvvet alınacak bir zemindir.

  

Yorumlar